Maden facialarına karşı hak ve sorumluluklarımız! Avukat Münevver Bilir yazdı
Türkiye 13 Şubat 2024'te yine işçilerin hayatına mal olan ölümcül bir çevre felaketiyle sarsıldı. Çevre kirliliğini yanı sıra yurttaşların sağlığını da tehdit eden maden faciasını avukat Münevver Bilir değerlendirdi. Bilir, mağdur yurttaşların hak arayışlarından vazgeçmemesini tavsiye ediyor.
12punto
Ülkemizde her birkaç senede bir, tüm denetimlerden başarıyla geçtiği iddia edilen madenlerimizde can kayıplı 'kazalar' meydana gelmektedir. Kazaların kaza sonucunda yaşanan can kayıplarından başka, uzun vadede çevreye de büyük zararlar verdiği bir gerçektir.
Bu madenlerin çoğu ruhsatlıdır. Ancak bu ruhsatlara güvenmek de mümkün değildir. Yakın zamanda yaşanan 6 Şubat depremlerinde de görüldü ki; binlerce vatandaşımıza mezar olan binaların da hemen hepsinin depreme dayanıklı ve tüm denetimlerden başarıyla geçtiği yönünde ruhsat ve belgeleri vardı!
1. SİYANÜR SIZINTISI NE DEMEK, NASIL SONUÇLAR DOĞURABİLİR?
Siyanür, maruz kalınması halinde dakikalar içinde kişinin ölümüne yol açabilecek güçte bir maddedir ve solunduğunda artık bunun geri dönüşü mümkün değildir. Buna rağmen altın madenlerinde kullanımı çok yaygın ve yetkililerin kullanılmasını savunduğu bir maddedir.
Altın ayrıştırılmasında kullanılan yöntemlerden en ucuz ve kesin sonucu sağlaması, maden yöneticilerini siyanür kullanmaya iten en büyük nedenlerden biridir. Fakat insan hayatına biçilen değerin parasal bir karşılığı yoktur.
Altın ve siyanür ilişkisi ise şöyle açıklanabilmektedir: toprak ve kayaçların içinde bulunan küçük formdaki altınların ayrıştırılabilmesi için bu toprak ve kayaç kütlesi siyanürün içinde bekletilerek çözünmesi sağlanır.
Bu bekleme sonucunda havuzdaki altın harici maddeler siyanüre karşı dayanıklılık gösteremeyip yok olur ve geriye sadece altın parçacıkları kalır. Geri kalan siyanür atığı ise tekrar kullanılmak üzere bekletilir. Altın madenlerinin her zaman nehir gibi su kütlelerinin yakınında konumlandırılması da süzme işlemi yapılan siyanür havuzundaki kalıntıları arındırmakta su ihtiyacını ucuza getirmekten kaynaklanır.
Yakın geçmişte Romanya'da yaşanan Baia Mare felaketi de doğa koşulları sonucunda meydana gelen bir siyanür sızıntısı olarak adlandırılsa da dünyanın en büyük çevre felaketlerinden birinin tedbirsizlik ve denetimsizliğe ilişkin görgüler karşısında doğal afet olduğuna inanılması beklenemez.
Söz konusu felaket 2000'li yıllarda sadece Romanya'yı değil, Tuna Nehri'ne karışarak çevre ülkeleri de etkilemiştir. Bu felaket sonrasında Greenpeace "Maden şirketleri, insanlar ve çevre için bütün risklere yönelik güvence vermeli, özel koruma bölgelerinde ve nüfusun yoğun olduğu yerlerde madencilik yasak olmalı, madencilik operasyonları için belli standartlar belirlenmeli" şeklinde açıklama yapmıştır fakat bu öneri yeterli olmamasına rağmen bu kadarı bile dikkate alınmamaktadır.
2. İÇ HUKUKTA BAŞVURULABİLECEK YOLLAR
Çevrenin korunması hukukumuzda başlıca Türk Ceza Kanunu ve Çevre Kanunu ile sağlanır. Buna ek olarak maden faaliyetlerine ilişkin 3213 sayılı Maden Kanunu ve bu kanunlara yardımcı yönetmelikler uygulama alanı bulmaktadır.
Özellikle 176 nolu ILO Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi de maden işçilerinin iş ve güvenlik haklarını koruma altına almaktadır.
Öncelikle 2872 sayılı Çevre Kanunu sekizinci maddesinde "Her türlü atık ve artığı, çevreye zarar verecek şekilde, ilgili yönetmeliklerde belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı olarak doğrudan ve dolaylı biçimde alıcı ortama vermek, depolamak, taşımak, uzaklaştırmak ve benzeri faaliyetlerde bulunmak yasaktır.
Kirlenme ihtimalinin bulunduğu durumlarda ilgililer kirlenmeyi önlemekle; kirlenmenin meydana geldiği hallerde kirleten, kirlenmeyi durdurmak, kirlenmenin etkilerini gidermek veya azaltmak için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdürler" demek suretiyle çevre kirliliğini yasaklamış fakat yaptırım öngörmeyerek uygulanabilirliğinden şüpheye düşürmektedir.
Türk Ceza Kanunu'na göre ise çevrenin kirletilmesi kasten veya taksirle meydana gelebilecek olup kasten teknik usullere aykırı olarak ve çevreye zarar verecek şekilde, atık veya artıkları toprağa, suya veya havaya veren kişi 6 aydan 2 yıla kadar cezalandırılır.
Bu fiil sonucunda çevreye kalıcı hasar veren kişinin cezası iki katı kadar artırılır, hayvan veya insanlara biyolojik ciddi hasarlar vermesi halindeyse en az 5 yıl hapis ve adli para cezasına hükmolunur.
Aynı suçu taksirle işleyen bir kişi ise ancak kalıcı hasar bıraktıysa veya insan ve hayvanlar üzerinde ciddi biyolojik zarara yol açtıysa hapis cezasına mahkum olur, onun haricinde yalnızca adli para cezası gündeme gelmektedir.
Ancak kanun, çevrenin kirletilmesinin sonuçlarına oldukça dar yaklaşmaktadır.
Erzincan maden faciasında veya benzer olaylarda görülebileceği gibi ölümle sonuçlanan vakalarda nasıl bir yargılama yapılacağı net olmamakla beraber suça konu fiilin yalnızca tedbirsizlik ve özensizlik nedeniyle TCK'nda vücut bütünlüğüne karşı işlenebilen suçların oluşup oluşmadığının tespit edilmemesi hakkaniyete aykırı düşecektir.
3213 sayılı Maden Kanunu dördüncü maddesi "Madenler Devletin hüküm ve tasarrufu altında olup, içinde bulundukları arzın mülkiyetine tabi değildir" demek suretiyle her ne kadar özel kişiler tarafından işletilse dahi madenlerin ve çevrenin güvenliğini sağlamak sorumluluğunu mülkiyetle birlikte dolaylı yoldan üstlenmeye devam etmektedir.
13 Şubat 2024 tarihinde meydana gelen toprak kayması olayı ve siyanür sızıntısı iddialarında da devletin mutlak sorumluluğuna ve işletmecinin özen yükümlülüğüne uygun davranıp buna rağmen mi bu sonuca varıldığı tespit edilmemiştir.
Kaldı ki toprak kayması tamamen doğal sebeplerle gerçekleşse de madencilikte siyanür kullanımının çevre ve toplum derneklerince kullanımı reddedilse dahi belli şartlar çerçevesinde kullanılmaya devam etmektedir.
Tabii ki hukuk güvenliğinin zedelendiği bir coğrafyada mevzuata uyulup uyulmadığına veya mevzuatın kendisine güvenip geri çekilmek de bu tip olayların yaşanmadığı günlere ulaşmamızı sağlamayacaktır.
Nitekim Meclis'te de yaşanan facianın çapı dikkate değer görülüp araştırma komisyonu kurulmuştur. Bu noktada başta çevre halkı ve ilgililer hukuk mücadelesini elden bırakmamalı ve toplum olarak hukuka aykırı çevre faaliyetlerine karşı durmalıyız.
Örnek vermek gerekirse; soruşturma ve kovuşturması şikayete bağlı olan suçlardan olan yaralanmayla sonuçlanan faaliyetlerde şikâyetlerden vazgeçilmemeli ve aynı eylemden mağduriyet yaşayanlar olarak kolektif hareket edilmeli; günü birlik bir zarar gidermeyle bireysel olarak şikâyetten vazgeçilip geleceğimiz tehlikeye atılmamalıdır.
Bunun haricinde henüz yargılama makamlarının karşısına çıkmamış olaylar için de vatandaş olarak şikâyette bulunabilir ve soruşturma makamları olarak da tanık olunan hukuka aykırılıklara karşı re’sen aksiyon alma yetkisi kullanılmalıdır.
Zira söz konusu tedbirsizlikler sadece bölgede veya ülkemizde yaşayan kişileri değil sınırları aşacak boyutta hem insanları hem de yaşadığımız ve geleceğe miras bırakacağımız Dünya’yı yok etmeye elverişlidir. Hatta Fırat Nehri'nin konumu ve etkisi düşünüldüğünde Çernobil patlamasıyla kıyaslanabilecek derecede yok edici sonuçlara yol açacaktır.