Bir put kırıcının tezleri
Yalçın Küçük, fikir hayatımızda çok özel bir yere sahip. Düşüncelerinin kendine özgülüğü, analizlerinin derinliği ve kendi içindeki tutarlılığı ona bu ayrıcalığı kazandıran en önemli unsurlar arasında… Yazar, Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayımlanan Türkiye Üzerine Tezler’in beşinci kitabında da zekâsının keskinliğini ve kaleminin kıvraklığını ortaya koyuyor. 1908 ile 2000 yılları arasını ele alan serinin beşinci kitabı, daha çok Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluş dönemine odaklanırken sürece eşlik eden uluslararası gelişmeleri de Türkiye'ye etkileri paralelinde inceliyor.
12punto
Toprak Işık
Tarihe bir ‘dedektif’ gibi yaklaştığını söyleyen ve kendisini ‘put kırıcı’ olarak tanımlayan Yalçın Küçük, Türkiye tarihinde altı temel parti bulunduğunu iddia ediyor ve bunları iki grupta topluyor: Bir yanda, kurucuları çok genç olan, ‘İttihat ve Terakki’, ‘Türkiye Halk Kurtuluş Partisi’, ‘Kürdistan İşçi Partisi’… Diğer yanda, yaşlılar tarafından kurulan, ‘Cumhuriyet Halk Partisi’, ‘Demokrat Parti’ ve ‘Türkiye İşçi Partisi’… İlk gruptakiler atak ve şiddet kullanma eğilimindeler; ikinci gruptakiler ise tutucu ve temkinliler…
Yalçın Küçük, bu partilerden İttihat ve Terakki ile İkinci Abdülhamit dönemini sıkça kıyaslıyor. Tipik kabuller bu iki dönemi tamamen zıtlaştırırken, Küçük, onların stratejik anlamda ortak yönlerini saptayarak farklı bir perspektif sunuyor. Ona göre her iki taraf da, Osmanlı coğrafyasının batısında yaşanan sıkıntıları gidermek adına imparatorluğu doğuya dayandırma mücadelesi vermiştir; ayrışma uygulama yöntemlerindedir. Abdülhamit, İslamlaştırmayı tercih ederek imparatorluğu bütün tutmaya çalışmış, İttihat ve Terakki, Türkleştirme çabasıyla hızla harekete geçmeyi denemiş ve bu nedenle şiddet kullanımını da göze almıştır.
Kitapta, İslamlaştırma ve Türkleştirmenin, Ermeniler ile Kürtler üzerindeki etkisi ayrıntılı biçimde inceleniyor. Geçmişte hep sadık tebaa olarak kabul edilen Ermenilerin İkinci Abdulhamit’ten itibaren devletle yaşamaya başladıkları çatışmalar ve Kürt meselesi uluslararası boyutları ile birlikte değerlendiriliyor. Kuşkusuz Türkiye’nin tarihine ve bugününe bakarken sol ideolojiyi dikkate almamak mümkün değil. Yalçın Küçük'e göre devlet solu kontrol altında tutmaktan öte manipüle ediyor. Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmelerini, Çerkez Ethem’in hain ilan edilerek tasfiyesini bu çerçevede ele alıyor. Manipülasyonlar, 1940’lı yıllarda İsmet Paşa’nın liderliğinde artarak devam ediyor; iktidar yolunda ilerleyen Demokrat Parti'nin sol ile ittifak kurmasını engellemek için, sola karşı devlet destekli sağ terör uygulanıyor.
Küçük, Türkiye’nin izlediği politikalarla İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalabildiğini kabul ediyor, ama taraf seçimindeki yalpalamaları yüzünden sözüne hiç güvenilmez bir ülke durumuna düşerek tamamen yalnızlaştığını iddia ediyor. Bu yalnızlaşma nedeniyledir ki, Türkiye kendisini Batı ittifakına kabul ettirmekte zorlanıyor. Türkiye’nin bu zorluğu aşma manevraları Beşinci Kitap öncesinde incelenmişti. Söz konusu manevralarda solun yem olarak kullanılmasına ilişkin tezler, ülkemizdeki akımların, literatürdeki ideolojik tanımlarla çelişen davranışlarını anlamak açısından büyük öneme sahip. Beşinci kitapta ayrıntıya girilmiyor, İsmet Paşa’nın kendi kişisel çizgisi takip edilirken konuya yüzeysel biçimde değiniliyor.
Yalçın Küçük’ün en dikkat çeken tezlerinden biri de Milli Mücadelenin ilk kurşununa dair… Hasan Tahsin’in, yazdığı gazetenin çizgisine ve o gazetede çıkmış bir yazısına dayanarak şöyle diyor:
“Hasan Tahsin, gözü dönmüş bir ihbarcıdır; gizli direniş yuvalarını, işgal kuvvetleri delegelerine açıklamayı açıkça savunabiliyor. Böyle bir insanın bir direnişçi veya kurtuluşçu olmasını imkân dahilinde göremiyorum; kesin olarak bilinen, Hasan Tahsin’in o gün öldürülmüş olduğudur. Öldürüldüğü için kurşun attığının yazılması da muhtemel görünüyor.”
Küçük, Milli Mücadele direnişinin Dörtyol’da başlatıldığını daha önceki eserlerinde de belirtmiş ve buna dair kanıtlar sunmuştu. Bu defa, işgale karşı direniş konusunda özellikle ülkenin batısı lehine bir süsleme yapıldığını vurgulayarak Kazım Karabekir’den şu alıntıyı yapıyor:
“İzmir işgalinde oradaki bazı ümera ve zabitlerimizin mukavemet etmemeleri ve hiç olmazsa çekilmemeleri tarihi bir lekedir. Ne asker ne de halk, değil mukavemet, bir tevekkül ile teslim oluyorlar.”
Bu konu, Birinci Dünya Savaşı’nın öncesinde, Enver Paşa’nın Alman bir kadına yazdığı mektuplarda yer alan şu satırlarla birlikte yorumlanabilir:
“Bir gün gelecek, iyi ya da kötü; kadınlarımızın içtimai hayattaki yerleri sizin kadınlarınızla aynı olacaktır. Bir yandan da İslamın onlara ayırdığı, erkek karşısında hayat hakkı konusundaki menfaatlerini de koruyacaklardır. (…) Ama mademki Avrupa’nın kültürüyle bizden daha üstün olduğunu ve mevcudiyetimizi devam ettirmek için bu medeniyeti taklit etmek zorunda olduğumuzu söylüyorum, o zaman bu medeniyetin kötülükleri de ister istemez bize gelecektir.”
Batı tarafından fethedilmemek için Batı kültürünü taklit etmek… Cumhuriyet’in ilanından sonra izlenen bu yol, Osmanlı paşalarının zihinlerinde yıllar önce seçilmiş gibi görünüyor. Belki de, Batı değerlerini en fazla temsil etme işlevine sahip bölgelerimizde milli kimliğin kaybolmasını engellemek için milliyetçilik bir panzehir olarak kullanılmıştır. Milli Mücadelenin ilk kurşununu sıkmış olma mitiyle bu panzehirin etkisini artırmak hedeflenmiş olabilir mi? Ya da söz konusu mit, Yalçın Küçük’ün başka eserlerinde üzerinde durduğu gibi Hasan Tahsin’in Yahudi kökenleriyle mi ilişkilidir?
Küçük, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yaşanan liderlik mücadelelerini de detaylıca inceliyor. Ona göre, direnişe çok geç katılan İsmet Paşa’nın ve Fevzi Çakmak’ın güçlü konumlar elde etmelerinin nedeni Atatürk ile Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy gibi isimler arasındaki liderlik çekişmesidir.
“Büyük bir güçlük karşısında kaldığım zaman, hiç yılmadan yıpratmaya karar veririm.”
Her zaman liderlerin kişilik özelliklerini de dikkate alan Küçük, İnönü’ye ait bu cümleyi, onun Atatürk’le ilişkisi bağlamında aktarıyor. İzmir Suikasti üzerinden yaptığı analizlerde ise 1926’da suikast gerekçesiyle uygulanan idamlarla İttihat ve Terakki'nin nihai tasfiyesinin gerçekleştirildiğini ve ayrıca suikastin muhalifleri ortadan kaldırmak için de bir fırsat olarak kullanıldığını savunuyor.
Pasif, kuru bir dil kullanılması, bilgi ve bilimi duygulardan soyutlayarak insana yabancılaştırıyor; hem sürecin barındırdığı keyfi hem de vicdani sorumluluğu azaltıyor hatta yok ediyor. Özellikle ikincisi bilgi ve bilimin güç sahiplerinin emrine girmesini kolaylaştırıyor. Yalçın Küçük ise en derin konuları yazarken bile kendisini saklamıyor; duygularını ortaya koymaktan çekinmiyor. Kabul görmüş kanaatleri sarsan, tartışma yaratan ve hatta tepki çeken tezler öne sürüyor.
Türkiye Üzerine Tezler’in beşinci kitabında da, okuru “resmî tarih”in konfor alanından çıkmaya davet ediyor; yerleşik ezberleri bozarak derinlikli sorular soruyor. Görüşlerine katılıp katılmamalarından bağımsız olarak, okuyucunun düşünce sınırlarını genişletmeyi başarıyor. Onun keskin zekâ ürünü analizleriyle tanışmadan siyaset tarihimiz üzerine fikir yürütmek eksikliktir. Derinlik arayanlar, ufkunu genişletmek isteyenler ve tarihe eleştirel bir gözle bakmaktan çekinmeyenler, onun tezlerini okurken zihinlerine yeni düşünce tohumlarının atıldığını da fark edeceklerdir.