Ruşen Gültekin yazdı: Hukukun cinnet geçirdiği yargılamalardan biri: Ayşe Barım

Av. Mehmet Ruşen Gültekin ve Av. Deniz Ali İlkem Demir, son günlerde kamuoyunun konuştuğu Ayşe Barım davasını örnek göstererek tutuklama uygulamalarının hukuka aykırı hale geldiğini ve özgürlükçü ceza muhakemesi ilkelerine aykırı olduğunu vurguladı.

12punto

Tutuklama, ceza muhakemesinde başvurulabilecek en ağır koruma tedbiridir. Kanun koyucu, bu tedbiri yalnızca zorunlu hâllerde ve başka hiçbir tedbirle amaca ulaşılamayacağı somut biçimde ortaya konulduğunda uygulanacak istisnai bir yol olarak düzenlemiştir. Ancak pratikte tutuklama, artık bir tedbir olmaktan çıkmış; cezalandırmanın peşin bir aracı hâline gelmiştir.

Nitekim Ayşe Barım dosyasında İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi önce iddianameyi kabul etmiş, ilk duruşmada sanığı; ikinci duruşmada ise dosyadaki tüm tanıkları ve ihbarcıyı dinleyip bu aşamada tutuklama tedbirinin şartlarının oluşmadığına ve tahliyesine hükmetmiştir. Bunun üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesinin tahliye kararına itiraz etmiş; itirazın yapıldığı İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi ise yeniden tutuklama kararı vermiştir.

Aslında CMK’da uzun yıllar boyunca böyle bir yol yoktu. Yani tahliye kararlarına karşı savcının itiraz edebilme imkânı bulunmamaktaydı. Gerçekten de özgürlükçü bir Ceza Muhakemesi Kanununda, yüzyüzelik ilkesine göre yargılama yapan mahkemenin tahliye kararına itiraz edilebilmesi garip bir durum olacaktı. Ancak “reform” adı altında yapılan düzenlemelerden birinde tahliye kararlarına itiraz yolu açıldı. Böylelikle aynı derecedeki mahkemeler birbirinin kararını geçersiz hâle getirebilir duruma geldi. Bu ise bir garabet ortaya çıkardı: Dosyayı hiç bilmeyen aynı dereceli başka bir yargıcın, dosyayı en ufak ayrıntılarına kadar bilen bir başka yargıcın kararını kaldırması… Bu durum, adalet duygularını zedelediği gibi kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının özünü de ihlal etmektedir.

Süreçte, görülmekte olan bir davada bir yargıç tarafından bu hüküm Anayasa Mahkemesi'ne taşınmış olsa da Anayasa Mahkemesi usulden başvuruyu reddetmiştir. Oysa dosyanın esasına girseydi, bu kuralı iptal edeceği çok açıktı. Çünkü kovuşturmayı yürüten mahkemenin tahliye konusundaki mutlak takdir yetkisini sınırlamak, yalnızca sanık lehine olması gereken ceza muhakemesi felsefesini tersine çevirmektir.

Bugünlerde görülen duruşmalarda sürekli yaşadığımız tutuklama pratiği, yine bu soruna işaret eden canlı örnekler sunmaktadır. İşte gerek Bekir Aslan (Basel) gerekse Fatih Altaylı dosyalarında da benzer bir tabloyla karşılaşıldı. Peki CMK m. 100’e göre tutuklama nedenleri olarak sadece “delil karartma” ve “kaçma şüphesi” belirlenmişken, örneğin Fatih Altaylı dosyasında delil sadece bir videodan ibaretken ve Altaylı’nın kaçacağına dair hiçbir somut delil yokken neden tutuklama tedbirinin devamına karar verilmiştir? Ya da neden Ayşe Barım yeniden tutuklanmıştır?

Bu durum, yasada olmasa da iki ayrı saikin daha tutuklama nedeni olarak dikkate alındığını göstermektedir: Bunlardan birincisi, kişinin kitleleri etkileyebilme ihtimali var mı? İkincisi de kişi, iktidara karşı kitleleri harekete geçirebilecek imalarda bulunmakta mı? 

Eğer son yıllarda yaşadığımız, CMK m. 100 ile örtüşmeyen tutuklamalara bu sebeplerle bakılırsa, tutuklamaların hukuka uygun olmasa dahi amaca uygun olduğu anlaşılmaktadır.

Tutuklama, hukukun öngördüğü istisnai bir tedbir olma özelliğini kaybetmiş; olağan sınırlarını aşarak keyfî bir müdahale aracına evrilmiştir. Bu uygulamalar ne adil yargılanma hakkıyla ne de Anayasa’da güvence altına alınmış hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaktadır.

Sonuç olarak, gerek Fatih Altaylı gerekse Ayşe Barım dosyasında tutuklama koşullarının olmadığı açıktır. Ortada suç olmadığı gibi delil de bulunmamaktadır. Bu sebeple bu tür soruşturma ve kovuşturmalara “hukukun cinnet geçirdiği soruşturma ve kovuşturmalar” adını veriyoruz.

Av. Mehmet Ruşen Gültekin-Av. Deniz Ali İlkem Demir