“Ulusal” olan ile “Küresel” olan uzlaşabilir mi?
Doç. Dr. İhsan Ömer Atagenç, son dönemde sık sık gündeme gelen ulusal ve küresel kavramlarının birbirleriyle uzlaşma tartışmalarını ve Türkiye'nin izlemesi gereken stratejiyi 12punto için yazdı.
12punto
Elbette uzlaşabilir. Zira bu iki kavram birbirinin anti-tezi değildir. Soğuk Savaş sonrası dönemin “küresel” taleplerinin en önemlilerinden biri “ulusal” olanın ortadan kaldırılmasıdır. Başka bir ifadeyle küreselleşme ile ulus-devlet arasında köklü bir karşıtlık ortaya çıkmıştır. 2000’li yıllarda başta Attila İlhan olmak üzere ulusalcı-Kemalist kanadın dış politika algısı da bunun üzerine inşa edilmiştir. Bu yaklaşım Türkiye’nin ulusal çıkarlarını savunma noktasında bir anlam taşıyor olsa da son tahlilde oldukça eksik ve yanıltıcı bir içeriğe sahiptir. Neden?
İkincisi, Türkiye Cumhuriyeti dünyanın genelinden yalıtık bir sistem içinde değildir. Sürekli olarak vurgulanan “jeopolitik” önemi ülkenin öncelikle bir bölgesel sistem içinde yer aldığının kanıtıdır. Bu bölge üzerindeki hegemonya mücadelesinden etkilenen tek ülke Türkiye değildir. Bölgenin genel durumu Türkiye’yi yakından ilgilendirdiği için yalnızca “ulusal güvenlik” bağlamında kazanım elde etmeye çalışmak tek başına anlamlı değildir. Tıpkı Atatürk döneminde olduğu gibi her şeyden önce “Bölge Merkezli Dış Politika” anlayışının yeniden bir hareket noktası olarak gündeme getirilmesi gerekmektedir. Başka bir ifadeyle bölgesel güvenlik sağlanmadığı sürece Türkiye’nin tek başına güvenliğini sağlayabilmesi uzun vadede bir anlam ifade etmeyecektir.
Üçüncüsü, Türkiye gerek bölgesindeki gerekse dünya genelindeki pek çok devletle oldukça benzer krizler yaşamaktadır. Göç dalgası, yüksek enflasyon, sermaye ve refahın daha dar bir alanda toplanması, borçlanmadan yaşamını idame ettirmesi mümkün olmayan emekçi sınıflar ile siyasi ve iktisadi iktidarlar arasındaki uçurumun her geçen gün artması, hızla yükselen ekolojik kriz vb. pek çok gündem “Küresel Güney” adı verilen neoliberal tahakküm altındaki tüm halkların maruz kaldığı bir ortaklık yaratmaktadır. “Herkesin derdi kendine” diyebileceğimiz mesafelerin çok uzun süre önce ortadan kalktığı küresel dinamiklerdeki krizleri doğru tespit edebilmek için küresel bir gündeme sahip olmak mecburiyetindeyiz.
Türkiye’nin içinde bulunduğu politik, iktisadi ve kültürel krizler yalnızca iktidar sahiplerinin tasarruflarına indirgenecek kadar basit sorunlar değildir. Eğer yalnızca bu noktadan bakmaya devam edersek yalnızca bir iktidar değişikliği ile Türkiye’nin sorunlarının çözülebileceğine ikna olabiliriz. Ancak bu bizi yaşadığımız tüm krizlerde tek bir fail aramaya iter. Hiçbir şekilde bu fail küçümsenmemelidir. Öte yandan bu faili yaratan sistemi gözardı edersek fazlasıyla yanıltıcı bir sonuca ulaşmış oluruz. Zira bu şu anlama gelir: “Mevcut düzende sorun yok yalnızca bizim ülkemizde bir iktidar krizi var. Eğer demokratik ve çoğulcu bir iktidar başa gelirse tüm sorunlar kolaylıkla çözülür.”
Türk siyasal hayatı Soğuk Savaş’ın başlangıcından bugüne kadar yukardaki önyargı ile hareket etmiş ve sorunu düzenin kendisinde değil kişilerde arayan kolaycılık sayesinde son tahlilde hiçbir şeyin değişmediği bir benzerliğin içinde krizlerle yüzleşmeye devam etmiştir.
Ez cümle “ulusal” olan ile “küresel” olan birbirinin antitezi değildir. Küresel gündeme vakıf olmayan bir yaklaşımın Türkiye’nin ulusal sorunlarına çözüm üretmesi de mümkün değildir. Öte yandan içinde bulunduğumuz krizlerden çıkmaya çalışırken reçeteleri yalnızca ulusal sınırlarda çizmeye çalışmak da eksiklik olacaktır. Ulusal sınırlar içinde kalındığı ve ağırlıklı bir şekilde askeri güvenlik konularıyla meşgul olunduğu sürece dış dünyaya karşı güvensizliğin daha da şiddetlendiğine tanıklık edeceğiz. Zira artık dünyadaki pek çok sorun kapitalizmin artan tahakkümü ile birlikte ulusal sınırları çoktan aşmış, “ezen-ezilen” ayrımını yapabilmek için ülkeler eskisi kadar elverişli bir analiz birimi olmaktan çıkmıştır.
Dış dünyaya bakarken ikinci bir sorun da tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Bu da uluslararası ilişkilerin fazlasıyla devlet merkezli okunmasından geçmektedir. Bizim dışımızdaki tüm devletleri tüm iktidar sahipleriyle, kurumlarıyla, emekçi sınıflarıyla vs. çatışmasız bir bütün olarak görmek ve yöneticilerin ağzından çıkan her cümleyi bütün ülkedeki insanlara mâl etmek başından itibaren yanıltıcıdır. Mevcut düzene hizmet etmeyen tüm devlet-dışı aktörlerle, küresel dayanışma ağlarıyla, neoliberal tahakküme direnen tüm ulusal, yerel ya da uluslararası kuruluşlarla işbirliğinin yolları aranmalı ve bizim gibi siyasi ve iktisadi baskıya maruz kalan tüm aktörlerle “müştereklerin” ne olduğu tespit edilmelidir.
Türkiye’nin ulusal güvenliği ve geleceği ancak uluslararası vizyonun genişlemesi ve işbirliği yollarının aranması ile mümkün olacaktır. Mevcut düzen dışı taleplerin “ütopyacı” olmakla küçümsendiği ve “dünya gerçekleri” ile meşgul olma adına neorealist katılığın sınırlarına hapsolmuş bir dünya algısının bu dünyaya daha fazla savaş, daha fazla eşitsizlik ve daha fazla kriz getirmekten başka hiçbir rolü yoktur.
Doç. Dr. İhsan Ömer Atagenç