Şair Başak Akgün Akil: Nar kırılır, parçalanır ama kırıldıkça çoğalır
Avukat ve şair Başak Akgün Akil, ilk şiir kitabı ‘Kırık Nar’ın sırrını şöyle paylaşıyor: "Nar kırılır, nar parçalanır; ama nar, kırıldıkça çoğalır. İnsan da böyledir…”
12punto
Söyleşi: Sercan Meriç
Avukat ve Şair Başak Akgün Akil, hayatın melodisini şiirleriyle seslendirmeye başladı. Akil, ‘Kırık Nar’ı yazma sürecini 12Punto’ya anlattı. Kırmızı Kedi Yayınevi bünyesindeki Kırk Yayınevi’nden çıkan kitap, yeni bir şairin okurlara selamını iletiyor… Acılarla, sevinçlerle, aile bağlarının güvenli hissiyle, geçmişle ve geleceğe uzanan umutla düğümlenen bir selam. Tam olarak insanlığımız gibi… Şimdi söz Başak Akgün Akil’de…
“Kırık Nar” isimli şiir kitabı, geçtiğimiz yılın Mayıs ayında, Kırmızı Kedi Yayınevi Grubu’na ait Kırk Yayınevi aracılığı ile okurları ile buluştu. Kısaca sizi tanımak isteriz…
2013 yılında Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde lisans eğitimimi tamamladım; bununla eş zamanlı olarak da Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde Radyo ve Televizyon Programcılığı bölümünü bitirdim.Mezuniyetimin akabinde, Hacettepe Üniversitesi’nde Bilişim Hukuku alanında yüksek lisans eğitimimi tamamladım.Yaklaşık 12-13 yıldır, Ankara’da ağırlıklı olarak fikri ve sınaî mülkiyet hukuku alanında serbest avukatlık; yanı sıra marka ve patent vekilliği ve arabuluculuk mesleklerimi icra ediyorum.Ne şiir ve edebiyattan gönlümü, ne de hukuktan aklımı ve ideallerimi alabildim. Gönül verilen tüm yollar, eninde sonunda kesişiyor birbiri ile. 2024 yılında, Kırmızı Kedi Yayınevi Grubu’n ait, Kırk Yayınevi ile “Kırık Nar” isimli ilk şiir kitabımı, yüreğimin narını koparıp okuyuculara sundum, çoğalsın istedim.
Bir yandan avukatlık, bir yandan şairlik… İkisini bir arada nasıl ilerletiyorsunuz?
“Kim olduğu” ya da “kim olacağı” sorusu insana sorulduğunda, bu yaşlarda çokça düşünüyor insan. Belki diğer kadınlar için de ayrıca cevaplamak isterim bu soruyu biraz. Bizim ülkemizde çalışan kadınlara anne olduktan sonra bir soru sorulur, “Ne oldu, şimdi mesleğini bırakacak mısın?” Aynı soruyu kitap çıktıktan sonra da çok duydum, gülümsedim.
Bizim çocukluğumuzda, bizim ailemizde, okullarımızda “çok yönlü ve bütün insan” olabilmek öğretilirdi bize. Ülke tarihimizde paşalar, devlet erkanı, öğretmenler, tarih boyunca resme, şiire, müziğe büyük önem vermişti. Söz gelimi, sırf maç izlemeyi çok seviyor ve de izliyor diye bir erkeğe hiç “Mesleğini bırakıyor musun?” denildiğini duydunuz mu? Ya da bir erkek, baba olduğunda duymuş mudur bu soruyu?
Sanmıyorum. İnsan ruhunu, ya da kalbini bırakabilir mi kendinden ayrı? Kadınlar, çok büyük mücadeleler sonucunda eriştiler haklarına, Muazzez İlmiye Çığ’ın da dediği gibi, “Yılmam ben bir şeyden, yılıp da çekilmem bir köşeye!” Kadın olmak da, bir Cumhuriyet kadını olmak da, böyle bir şey değil midir zaten ve kızıma başka nasıl öğretebilirim ki kendisi olabilmeyi? Ve de öyle kalabilmeyi!Atatürk’ün, manevi kızı Ülkü Hanım’ın ellerinden tuttuğu gibi tutmalı kadınlar çocuklarının ellerinden, öyle başı dik, öyle gururla! Babalar da öyle! Devam etmeli dönüşen zamanın kendi yolunda insan, ama kendinden hiç eksilmeden!Bu yüzden, ben hem hukukçu, hem de şiire ve edebiyata aşık bir kadın kalarak ve her ikisine de tüm kalbimle inanarak yaşamaya devam edeceğim.
Şiir yazmaya nasıl başladınız, kitabınızın yayınlanma sürecinden biraz bahsedebilir miyiz?
Babamın mesleği nedeni ile ülkemizin farklı şehirleri ile tanıştım. Annem ve babam, aslen Adıyamanlı, her ikisi de henüz ortaokul yıllarındayken memleketlerinden eğitim için ayrılıp, ülkenin dört bir yana savrulan “ateşböcekleri” kuşağından. Ben, Antalya’da doğdum, Kırklareli’nde büyüdüm, Ankara’da okudum. Aile büyüklerimiz Adıyaman’daydı. Ülkeye yüreğimizin yumağı dökülmüş gibiydi; annem, babam, bizler, sürekli bir tarafa koşuyor, ne tarafa koşsak, diğer yan sökülüyor, ne tarafı örsek orası ısınıyordu.Bir şiirinizin olması için, bir hikâyenizin olması gerekir. Tanrı, bana ve aileme çok hikâye nasip etmişti.
Dedem İstanbul’da tahsil görmüştü, dedem anlatırdı, dinlerdim; teyzelerim anlatırdı, dinlerdim. Anneannem ve dedem çok aşıktı birbirine, onları hayranlıkla izlerdim.Bahçelerinde bir çınar salınır, yaprağını dinlerdim. Üzüm bağlarında ekşi koruklar açar, uzanıp gölgesine seyrederdim. Ben kendimi bildim bileli, şehirleri, insanları duymak, ağaçları duymak, onları yazmak istedim. İşte böyle tanıdım şehirleri, insanları, güneydoğuda Ağustos sıcağında kara incirlerin dalında parçalanışını, doğunun kendi memleketinde bir yabancıya misafirperverliğini; Trakya’da ayçiçeklerinin yüzünü hep güneşe dönüşünü, esmer, güzel yüzleri ve çıplak ayakları ile çingenelerin gülümseyişini, böyle tanıdım. Babaannem, dedemi çok erken yaşta kaybetmişti.
Yıllarca, pencerenin yanında duran aynı koltuğun köşesinde sanki hep onu bekledi. Balkonunu sarı sıcak yaz günlerinde yıkarken, ıslanan betonun sıcağısanki güneş kokardı, sardunyaların, fesleğenlerin kokusu; gövdesi ömür gibi kalın, dalları yemyeşil o susuz ağaçlar, geceleri gökyüzünden ayaklarımızın ucuna dek inen yıldızlar, bunları hiç görmemiş olsaydım şiir yazamazdım. Şiir, bir hafızadır. Yaşanmışlık, eskitilmişlik ister.
Hafıza çocuklukla ilgili sanırım…
Çocukluğum, dedemin hikâyesini yazma hayaliyle geçti, sonra teyzemin hikâyesini yazmak istedim, babaannemin hikâyesini çok sonra farkettim. Hayat bir meşgale, bir koşturma, bazen tüm görevlerimi yapıvereyim, ben mesleğime koşuvereyim,“o gün de gelir” derken yitip gidiyor zaman. Ben çocukken, bütün sevdiklerim ölümsüz sanırdım. Çok acı öğrendim yitirmeyi. Büyük ailemin yaprakları yavaş yavaş dökülmeye başlamıştı bile...Ve sonra... 6 Şubat 2023 depremi yaşandı... Ülkemizde binlerce can, yaşamını yitirdi. Binlerce hikâye, binlerce hayat, binlerce ev, binlerce acı, yerle bir oldu bütün sokaklar... Ülkemizin çok önemli bir tarihi yerle bir oldu... Ben, ailemden yedicanımı yitirdim. Artık döndüğümde başımı dizlerine koyabileceğim bir hanem yoktu...Bahçelerinde koştuğum evler, sofralarına oturduğum hatıralar, annemlerin, babamların büyüdüğü evler, babaannemin evine giden yolda, köşedeki tarihi camii, o ağaçlar, selviler, parklar, o evler, o insanlar... Hiçbiri yoktu. Yalnız meydanda, sevdiklerimizin son nefesiyle durmuş o saat: 04:17. Ve artık dümdüz olmuş bir şehir, bir toz duman... O günlerde “Hep çok uzakta olan ve artık dönüşü mümkün olmayan bir yermiş memleketSiz hiç köksüz bir ağaç gördünüz mü?” satırlarıdüştü elimden. Binlerce yıldır bahçesinde kendi hükmüyle yaşayan zeytin ağacına sırf sizin ailenizden, köklerinizden daha uzun yaşadı diye o gün imrendim.
Çok zor günler…
O günlerde, sekiz aylık hamileydim ve düşük tehlikem başlamıştı. Her gece rüyalarımda sevdiklerimi görüyordum, her gece aynı saatte, 04:17’de uyanıyor ve ellerimi bir taşın altında kalmış gibi, kaskatı kesilmiş buluyordum.
Kalkmam gerekiyordu, yaprakları dökülen aile ağacımın bana uzattığı o küçücük son ele tutunmam gerekiyordu. Birgün eski çekmeceleri açtım, bütün eski şiirleri, şehirleri, insanları, ölümü, dönüşümü, umudu, doğumu, insan hazinemi...Ne varsa döktüm. Doğuma hazırlanmanın bildiğim tek yolu, hayatı hatırlamaktı belki de.
O yüzden ön söze iliştirdim; “Dünyamıza bu yıl gelen, kırık narımı kızıl tutan, yüreğimin çiçeği, biricik kızım Pera İnci Akil’e. Nar kırılır, nar dökülür ama yüreğin ağacındır güzel kızım. Sen benim ağacımsın.”Bu bir deprem kitabı değil; bu yaşamın ve kaybın bir arada yaşandığı “bir hayat kitabı”...Bu ülke, bu acı bedelleri, hep insan canıyla ödedi. Oysa şiir... Oysa sanat, bir hafızadır. Benim gördüğüm toprakların ve binlerce yıl içerisinde kum taneleri gibi birikmiş o kadim hafızanın, bir daha hiç görülmeyecek olmasından, bu duyguların bir daha hiç yaşanılamayacak olmasından, çok korkuyorum.Hüsnü Arkan’ın“Hatırla Kalbim” şarkısı bana çok dokunuyor.Çünkü, o sokakları, o insanları, o hikâyeleri, o güzel anıları... Ben unutamam. Ülkem de unutmamalı!
“Kırık Nar” ismi imgesel olarak nereye tekabül ediyor?
“Kırık Nar”’ı anlatmaya belki, “nar imgesinden” başlamak gerek. “Nar”, şairlerin imgelerinde, ressamların natürmort tablolarında cömertçe resmettiği, o bereketli, o cesur kızıl! İnsan nar gibi olmak ister, öyle güzel, öyle bereketli.
Anadolu’da bir tabir vardır: “Ömrün nar gibi bereketli olsun!”Nar, hiç kırılmadan önce hep öyle kalacak sanırsınız. Oysa, nar gibi canından parçalanan bir meyve var mı? Nar kırılır, nar parçalanır; ama nar, kırıldıkça çoğalır.
Eğilir, döner, bakar içine; bir daha hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağını bilir.Narın içi hane hanedir, yan yana bir sürü parça vardır içinde.İnsan da böyledir, içinde insanlar, haneler birikir.Kırılıp parçalandığında yürek, bir daha asla eskisi gibi olmaz sanır. Ama bir de döner içine, orada şehirler bulur, orada insanlar bulur, insan, insanı doğurur...İşte o yüzden, bu kitap biriyle karşılaştığında ona:“Nar kırılmadan çok olduğunu bilmezmiş içinin, insan insanın yüreğiymiş, narıymış” desin istedim.Hiç tanımadığım biriyle karşılaşsın ve yüreğine koyduğunda ona iyi gelsin istedim.
“Narın çoğalan yüreğiyle...”
-Belki de dileğiyle...
Etkilendiğimiz şairler var mı?
Size komik bir şey söyleyeyim:Benim tanıdığım ilk şair dedemdi, onu sizler tanımadınız.En büyük kızı, ilk göz ağrısı, rahmetli Nurten Teyzem doğduğunda bir defter tutmaya başlamış ve şöyle not düşmüş:
“Güneş, gökyüzünde kızıl bir mızrak gibi yükseliyordu,
Nurten doğdu.”
Dedemin yedi kızı ve yedi defteri varmış.Tanıdığım en büyük aşık ve en güzel sesli kadın Gül Annemdi (teyzem). Babam, birgünü bile şarkı söylemeden geçirmedi; bazen neşe, bazen acıyla. O da sesini, kendi babasından almıştı.Annem, gençliğinde bir kahkahaydı!
Ortadoğu ülkelerinin insanlarının gönlüde, sözü de çoktur. Böyle ülkelerde, kadınların çekmeceleri şiirlerle doludur. Fakat ne acı, çoğunun adını onlar öldükten sonra duyarız. Çoğunun adı, “şair” olarak bilinmez; “benim annem”, “benim teyzemdir” onların adları.“Şairlik” ülkemizde kolay kolay bir meslek olarak görülemediğinden, sevda gönüllü adamlar, geçim derdiyle, işten çıkıp, akşam evlerine dönerler. Ben yine de,burada, bir borç olarak, kendilerine minnetle, ilk kez, kaynağımdan feyz aldım diyebilirim. Feyz aldığım şairleri tek tek sayarsam, sayamadıklarıma haksızlık etmiş olurum. Ancak yine de bir borç olarak belirtmem gerekir ki, çocuk yaşımda, Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Melih Cevdet Anday, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Orhan Veli, Behçet Necatigil, Ahmed Arif, Attila İlhan, Cemal Süreyya, Turgut Uyar, Tomris Uyar, Edip Cansever, Metin Altıok, Ahmet Erhan, Behçet Aysan, Gülten Akın, Ataol Behramoğlu, Şükrü Erbaş, Haydar Ergülen, Enis Batur, Oya Uysal gibi çok özel ve üstün ruhların kalemleri ile tanıştım ve adeta büyülendim. Kezâ, William Shakespeare, Paul Eluard, Pablo Neruda, Füruğ Ferruhzad... Ve sayarken unuttuğum, onlarca özel isim...
Bir şair olarak nasıl bir ülkede şiir yazmak isterdiniz?
Şiir yazan, yaşamak ister; görmek, tanımak, deneyimlemek ister; yalnız şiirden değil, sanatın bütün dallarından beslenir. Bu nedenle tüm bu isimlere ve o yıllara çok şey borçluyuz.Ve de kavgaya... Yumruğugönüle koyulmuş dertlere... Şair, eve gelip televizyon izlemekle mutlu olsa, düzenli bir iş tutturup yuva kursa, çoklarının dediği gibi “Vazgeçse bu sevdadan”, bu güzel dünyayı onların dilinden duyar mıydık? Attila İlhan’ın “Ağustos Çıkmazı” şiirini hiç unutmuyorum.Şairin, o şiirinde kendisine seslendiği söylenir:
“Herkes gibi yaşasana sen
İşine gücüne baksana”
diye kızar önce kendisine şair. Sonra da usulca af diler sanki kendinden:
“Evlenirsin, çocuğun olur
Beni koyup koyup gitme, n’olursun”
Bunlar çok yüksek, çok derin duygular... Onlar hiç yaşamasaydı, hiç yazmasaydı, tanımlayamadığımız o büyük duygularda, bir şiirin altına yağmurdan kaçar gibi sığınamazdı yüreklerimiz. Bu vesileyle, hepsinin kalemine teşekkür ederim...