Kemal Okuyan: Bütün bunların Özel-Erdoğan görüşmesi ile ne ilgisi var?
Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri Kemal Okuyan, “Özel ve Erdoğan görüşmesi deyip geçmeyin” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Okuyan yazısında “Bir kanat kendi Amerikancı yönelimleri doğrultusunda siyaset alanını yeniden tasarlamak isterken, diğer kanat da hem Erdoğan hem Özel’e ‘sınırları’ hatırlatmanın derdinde.” vurgusu yaptı.
12punto
Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri Kemal Okuyan, CHP lideri Özgür Özel'in Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'la görüşeceğini açıklamasının ardından bir yazı kaleme aldı.
Okuyan'ın yazısı şöyle:
"KONU ERDOĞAN'I AŞTI"
CHP Genel Başkanı Özgür Özel ile Erdoğan görüştü. Görüşme öncesinde Kılıçdaroğlu’nun “Saray ile müzakere edilmez, mücadele edilir” sözü çok konuşuldu, çoklukla eleştirildi. Böylece Genel Başkanlığı süresince AKP hükümetinin birçok badireyi atlatmasına yardımcı olan Kılıçdaroğlu, Özel’i sağına almış oldu.
Tabi, Erdoğan karşıtlığı temel sağcılık-solculuk kriteri olabilirse eğer… Ve bu ülkede sağ-sol kavramından geriye bir şey bırakıldıysa…
Önemli de değil. CHP’de kim sağcı kim solcu uzun bir süredir önem taşımıyor. “Yeni CHP” sağa kaymadı, Türkiye siyasetinin bir bütün olarak sağa kaymasına öncülük etti, “En Yeni CHP” kendince topluma yeni bir sol tanımını dayatmaya çalışıyor, hayırlara vesile olsun.
Özel-Erdoğan görüşmesinde asıl tartışılması gereken bu hamlenin AKP’nin ekmeğine yağ sürüp sürmemesi değil. Dediğim gibi Erdoğan’ın karşısında konumlanan herkeste mavi boncuk arayacak değiliz. Zaten konu Erdoğan’ı aştı.
"ÇOK TEHLİKELİ BİR HAT..."
31 Mart seçimlerinden hemen sonra Türkiye’de düzen siyasetinde bir “yumuşama” rüzgarı esti. Bu rüzgarın bir kaynağı, IMF reçetesi uygulayarak geniş toplumsal kesimleri inim inim inleten AKP iktidarını lafta bile olsa zorlayacak bir muhalefeti istemeyen büyük sermayeydi. Lakin bu kadar değil. Sermaye ve batılı emperyalist ülkeler çok uzun bir süredir daha yönetilebilir bir AKP ve belki Erdoğansız bir AKP arayışını sürdürüyorlar. Onlara göre AKP öncesine dönülemezdi, Erdoğan ve arkadaşları çok büyük bir “başarı”ya imza atmıştı ama zaman içinde alternatifsizliğin getirdiği “haylazlıklar”a yönelip baş ağrıtmışlardı. Yerel Seçimler Erdoğan ve AKP’yi hizaya getirmek için bir fırsattı.
Bu fırsatı değerlendirmek için seçim çalışmalarında en hafifinden “isteksiz” duran, kimileri tarafındansa partiyi sabote etmekle itham edilen açıktan ve sınırsız Amerikancı kanat hızla harekete geçti ve AKP’nin fabrika ayarlarına dönme efsanesini tekrar vizyona soktu.
CHP ile uzlaşma, AB ile normalleşme, ABD ile yakınlaşma, piyasa ekonomisinin kurallarına sıkı sıkıya uyum, insan hakları ve demokrasi alanında iyileşme…
Bu kanada örtülü hizmet edenleri de listeye dahil ettiğimizde oldukça güçlü bir odak çıkıyor karşımıza. Yalnız AKP içinde değil, medyada, bürokraside etkililer. Merak edenler için söyleyeyim, bu ekibin hoşgörü, demokrasi, insan hakları alanında dillendirdikleri zerre ilgimi çekmiyor. Piyasacı, Amerikancı tiplerin tarih boyunca hangi misyonla hareket ettiklerini unutacak ya da görmezden gelecek kadar alçalacak değiliz.
Emekçi halkımız için, ülkemiz için tehlikeli, çok tehlikeli bir hattı temsil ediyor bunlar.
"HİÇBİR KISITLAMAYA RAZI DEĞİLLER"
Ve artık burada partilerden söz etmiyoruz. Ölçüsüz Amerikancı tayfa birçok partiye dağılmış durumda ve gözüküyor ki, İmamoğlu’nu pek beğeniyor, onun etrafında bir projede ortaklaşıp ortaklaşmamayı tartışıyor.
Konu tek başına Erdoğan sonrasında kimin Cumhurbaşkanı olacağıyla ilgili değildir. Hatta konunun merkezinde bu durmamaktadır. Konunun merkezinde emperyalist dünyanın içine girdiği kaotik süreçte Türkiye’yi daha yakın bir işbirliği içine çekmek isteyen ABD ve yakın müttefiklerinin çabaları durmaktadır.
Peki bu mümkün müdür? Bu elbette mümkündür ve bunun mümkün olduğu son aylarda görülmektedir.
Peki bu sözünü ettiğimiz tayfanın istediği ölçülerde mümkün müdür? Türkiye’nin bu dünya koşullarında bütünüyle Amerikancı, NATO’cu bir çizgiye yönelmesi imkansız değilse bile çok zordur. Birden fazla nedenle Türkiye kapitalizminin kendisine özgü iddialarını terk edip, bugünü ve geleceğini batılı emperyalist ülkelerin ajandasına uydurmasını bekleyemeyiz.
AKP Cumhuriyetin kazanımlarını bir bir yok edip, Yeni-Osmanlıcılığı bir resmi politika haline getirirken aynı zamanda sermaye sınıfının genişleme/yayılma ihtiyaçlarına denk düşen bir hareket alanı da yarattı. Geleneksel olarak kendi çıkarlarını ABD-İngiltere-Almanya üçgeninde gören TÜSİAD sermayesi bu hareket alanından fazlasıyla nemalandı ve mutlu oldu. Ancak yine de kendisini o üçgende daha rahat hissettikleri için bu hareket alanının daralması için zaman zaman hamle de yaptı en tepedeki patronlar.
Ancak unutmayalım, sermaye egemenliği hiçbir zaman sermaye sınıfından ibaret değildir. Son tahlilde kapitalistlere hizmet etseler ve sermaye egemenliğinin uzun süre boyunca şaşmaz kurallara bağladığı mekanizmaların dışına çıkmasalar da, olaylara öncelikle “devlet”in gözlüğünden bakan birilerileri her ülkede mevcuttur, Türkiye’de haydi haydi mevcuttur.
AKP döneminde uluslararası ölçekte elde edilen hareket alanını terk etmek istemeyenlerin başında “devlet adına hareket ettiğini düşünen”lerin olması şaşırtıcı değildir. Marksizm “devlet”e dair çok özlü ve de kapsamlı şeyler söylemiştir, bunlara girmeye gerek yok. Bununla birlikte devlet nerede başlar nerede biter sorusunun çok karmaşık olduğunu hatırlatarak devam etmek istiyorum.
Bu kesimin içinde inanmış Osmanlıcılar var. Cumhuriyeti hiç içlerine sindirmediler, hep bir rövanş hazırlığı içindeydiler. Osmanlı’ya özgü İslami devlet anlayışları yüzünden laiklikliği de karşılarına alıp aşındırmaya çalıştılar. Geçmişte emperyalist çıkarlara hizmet etmiş olsalar bile İmparatorluk özlemi onları “biz de kendi çapımızda dünya gücü olalım” noktasına getirdi.
Bugün tam boy Amerikancı kanadın karşısında yer alanlar arasında faşistlerin de olması şaşırtıcı değil. Faşizm bir yandan kural tanımaz, bir yandan kendi kurallarını koyar. Kendi tasarladıkları “vatan”ın yücelmesi için her şeyi yapmaya hazırdırlar. Geçmişte sık sık NATO’nun hizmetinde kan dökmüş olsalar da bugün kendi adlarına hiçbir kısıtlamaya razı değiller.
"ÖZEL-ERDOĞAN GÖRÜŞMESİYLE NE İLGİSİ VAR?"
Ancak burada bitmiyor. Türkiye’de devletin ve düzen siyasetinin içinde büyük sermayede bencillik ve vatana ihanet gören, NATO’ya fazla yaklaşmamak gerektiğini düşünen, tarikatlardan ciddi ciddi rahatsızlık duyan unsurlar da var. Bu unsurlar emperyalist-kapitalist sistemin temellerine ilişkin sağlıklı bir değerlendirmeye sahip olmadıkları oranda Osmanlıcılık ve faşizmle hemhal olmakta bir sakınca görmüyor, emekçileri devletin yüce menfaatleri uğruna feda edilebilecek bir değersiz küme olarak değerlendirebiliyor. Bu ülkenin tarihinde sistem içinde her zaman var olan ve kimi kesitlerde kendisini daha fazla hissettiren yurtsever-devrimci birikim bugün kendisini bu pragmatik kesimden ayrıştırma yeteneğine sahip değil.
Değil çünkü henüz bağımsız bir sınıf hareketinin komünist bir siyasal çizgide yeterince güçlü bir biçimde somutlandığı bir evrede değiliz.
Son olarak devletin sürekliliğine inanan, bu anlamda sınıflı toplum gerçeğini görmeyen veya bu gerçeği önemsemeyen devletli kadroların bütün bu ideolojik karmaşada varlığını her daim sürdürdüğünü söylemek durumundayız.
Peki bütün bunların Özel-Erdoğan görüşmesi ile ne ilgisi var?
"DİĞER TARAFA KREDİ AÇARAK YERİNE GETİRİLEBİLİR Mİ?"
Şöyle ki, bir kanat kendi Amerikancı yönelimleri doğrultusunda siyaset alanını yeniden tasarlamak isterken, diğer kanat da hem Erdoğan hem Özel’e “sınırları” hatırlatmanın derdinde. Kimse iplerin Erdoğan’ın elinde olduğunu düşünmemeli. Erdoğan’ın bugünkü gücü, iki kanadın da şu anda vazgeçemediği kişi olmasıdır. Ancak bir kanat İmamoğlu’nun şahsında güçlü bir alternatif bulmanın rahatlığı ile hareket ederken, diğer kanat İmamoğlu’nun önünü kesip, CHP dahil bütün siyasi partileri kendi tasarımlarına yakınlaştırma derdindedir.
Bir yaklaşımla burada milli güçlerle, gayrı milli güçler arasında bir kavga sürmektedir.
Kapitalizm; paranın egemenliği “millilik” kavramını yerin dibine sokar. Bu kavramlarla bir yere varamayız. Öte yandan, bugün “sol”un neredeyse bütün varyantlarının Saray rejimini geriletmek adına Amerikancı kanada meylettiğini hesaba katarsak ortada bayağı ciddi bir sorun olduğunu söylemek zorundayız. “Özgürlük nereden gelecekse başımız üstüne; NATO, ABD, AB fark etmez” anlayışına karşı tek söyleyeceğimiz şudur: NATO, ABD ve AB özgürlüklerin düşmanıdır. Bunlar savaşçıdır, işgalcidir, emekçileri yoksullaştıran politikaların merkez üssüdür.
Türkiye işçi sınıfını ve aydınları bu kesimlerin etkisi altından tamamen çıkarmak temel görevlerimizdendir.
Bu görev diğer tarafa kredi açarak yerine getirilebilir mi?
Hayır getirilemez. Türkiye toprağında derin kökleri bulunan kamuculuğu, ekonomik devletçiliği, laikliği, ABD ve NATO karşıtlığını Yeni-Osmanlıcı, faşizan unsurlarla harmanlanmış bir doğrultunun, dolayısıyla acımasız bir sermaye diktatörlüğü formunun içinde heba etmemek de tarihsel sorumluluğumuzdur.