Meclis'te Selahattin Demirtaş polemiği: Tuncer Bakırhan AİHM kararlarını hatırlattı, 'dava son bulsun' çağrısı yaptı!

DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, AİHM kararının ardından gündeme gelen Selahattin Demirtaş’ın tahliyesi tartışmalarına ilişkin konuştu. Bakırhan, “Kumpas davaları son bulmalı, Türkiye AİHM kararlarına uymakla yükümlüdür” dedi.

12punto

DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, partisinin TBMM’de düzenlenen grup toplantısında açıklamalarda bulundu.

Bakırhan, 4 Kasım 2016’da dönemin HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın tutuklanmasına değinerek bu tarihin “demokratik siyasetin susturulmak istendiği bir dönüm noktası” olduğunu söyledi.

“4 KASIM DEMOKRATİK SİYASETİN SUSTURULMA TARİHİDİR”

Bakırhan, 4 Kasım 2016 operasyonlarının yalnızca bir “hukuki işlem” değil, aynı zamanda “Kürt meselesinde radikal bir paradigma değişiminin başlangıcı” olduğunu belirtti.

DEM Parti Eş Genel Başkanı, “O gün hedef alınan sadece arkadaşlarımız değil, onların temsil ettiği üçüncü yol siyaseti, yani demokratik Kürt siyasetiyle Türkiye’nin sol güçleri arasındaki ittifaktı” ifadelerini kullandı.

“BARIŞIN DİLİ SUSMAZ”

Bakırhan, partilerinin yaşanan baskılara rağmen geri adım atmadığını vurgulayarak, “Barışın dili susmaz. Bugün yeniden konuşulan barış süreci, 4 Kasım’da dayatılan tasfiye politikalarına karşı direnişin bir sonucudur” dedi.

Türkiye’deki demokratikleşme sürecinin ancak hukukun üstünlüğü ilkesine dönülmesiyle mümkün olacağını belirtti.

“KUMPAS DAVALARI BİTMELİ, HUKUKA UYULMALI”

Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın da aralarında bulunduğu çok sayıda siyasetçinin serbest bırakılması gerektiğini savunan Bakırhan, “Barışı konuşacaksak, kumpaslar bitmeli. Türkiye, AİHM kararlarına uymakla yükümlüdür. Hukuksuzluğun artık ne vicdani ne de siyasi bir karşılığı kalmıştır” diye konuştu.

Bakırhan, Leyla Güven, Can Atalay, Osman Kavala, Semra Güzel, Selçuk Mızraklı gibi isimlerin de derhal serbest bırakılması gerektiğini dile getirdi.

BAHÇELİ DE TAHLİYE ÇAĞRISI YAPMIŞTI 

MHP lideri Devlet Bahçeli'de bu sabah yaptığı grup toplantısında Selahattin Demirtaş'a yönelik olarak yaptığı açıklamada "Selahattin Demirtaş'ın tahliyesi hayırlara vesile olacak" ifadelerini kullanmıştı.      

DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan açıklamaları şu şekilde: 

"Tam dokuz yıl önce, 4 Kasım 2016’da demokratik siyaset susturulmak istendi. Eş Genel Başkanlarımız Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş ile milletvekillerimiz evlerinden alınıp tutuklandı. 4 Kasım 2016 yalnızca hukuki bir operasyon ya da sıradan bir tutuklama dalgası olarak görülemez. Bu tarih, Kürt meselesine yaklaşımda yaşanan radikal bir paradigma değişiminin miladı olarak okunmalıdır. O gün hedef alınan sadece arkadaşlarımız değildi; onların temsil ettiği “üçüncü yol” siyaseti, yani demokratik Kürt siyasetiyle Türkiye’nin sol ve sosyalist güçleri arasında kurulan ittifak dağıtılmak istendi. Barışı ve eşitliği kararlılıkla savunanlar cezalandırılmak istendi.

4 Kasım’da siyasi iradeye yapılan müdahale kısa süre içinde yerel yönetimlere de sıçradı. O gün döşenen yol, bugün Hakkâri’den İstanbul’a uzanan kayyum uygulamalarıyla sürdürülüyor. Bu süreç, hukukun üstünlüğü ilkesinden uzaklaşılarak hukukun bir siyasi araç olarak kullanılmasını hızlandırdı.

Buna rağmen geçen tüm zorlu süreçler karşısında inandıklarımızdan vazgeçmedik. Geri adım atmadık ve bugün de buradayız: Barışın, eşitliğin ve özgürlüğün en ön safındayız. Meclisi de meydanı da mahkemeyi de hukukun kendisini de savunmaya devam ediyoruz. Demokratik siyaseti susturmak isteyenlere yanıtımız nettir: Barışın dili susmaz. Bugün yeniden konuştuğumuz barış süreci de tam olarak 4 Kasım’da dayatılan tasfiye politikalarına karşı gösterilen direncin ve toplumsal ısrarın bir sonucudur.

Şimdi bu sürecin selameti için kumpas davalarının sona ermesi gerekiyor. Barışı konuşacaksak, kumpaslar bitmeli. Türkiye, AİHM kararlarına uymakla yükümlüdür. Türkiye’nin normalleşmesi ve toplumsal barışın tesisi hukuka uymaktan geçer. Bu hukuksuzluğun sürdürülmesinin artık ne vicdani ne de siyasi karşılığı kalmıştır.

Yüksekdağ, Demirtaş, Ali Ürküt, Nazmi Gür, Alp Altınörs, Günay Kubilay, Aynur Aşan, Bülent Parmaksız, Dilek Yağlı, İsmail Şengül, Pervin Oduncu, Zeynep Karaman, Zeynep Ölbeci ve Zeki Çelik özgür olmalıdır.

Ayrıca Leyla Güven, Selçuk Kozağaçlı, Can Atalay, Osman Kavala, Semra Güzel, Selçuk Mızraklı, Mehmet Sıddık Akış, Cihan Karaman, Bekir Kaya, Ayşe Gökkan ve adını sayamadığımız yüzlerce, binlerce tüm siyasi tutsak arkadaşımız derhal serbest bırakılmalıdır; Selim Sadak gibi sürgünde bulunan arkadaşlarımız da topraklarına dönebilmelidir.

Tam da 4 Kasım'ın yıldönümünde çağrımızı yineliyoruz; sürgündekiler ülkesine, tutsak siyasetçiler meydanlara, barış bu topraklara dönmelidir.

İşte bu dönüşlerin olabilmesi için devletin demokratik dönüşümü gereklidir. 1 Ekim’de başlayan süreç sadece bir barış süreci değildir; aynı zamanda devletin demokratik dönüşüm imtihanıdır. Peki devletin demokratik dönüşümü ne demek? Türkiye ortak evimizdir; bu yüzden duvarları tek tipçilikle örülen, pencereleri tek yöne baktırılan bir evde ortak yaşam olmaz. On yıllardır hatalar yapılıyor. Devlet “ben bilirim” dedikçe hatalar büyüyor, yurttaş küçülüyor. Devlet, halkın hizmetkârı gibi değil, sahibi gibi davrandı ve hâlâ da böyle davranıyor. “Ben bilirim” kibriyle halkın sesini boğdu, Türkiye’nin binbir rengini, dilini, inancını bir tehdit olarak gördü; toplumu tek bir kalıba zorlayarak kutuplaştırdı ve milyonları ortak evin dışına itti.

Demokrasinin temeli olan denge ve denetleme mekanizmaları yok edildi. Yargı siyasi bir aygıta dönüştü. Meclis etkisiz kılındı. Yerel yönetimler merkezin kıskacıyla nefessiz bırakıldı. Kim kimi denetliyor belli değil. Oysa demokrasilerde Meclis yürütmeyi denetler; yargı herkes için eşit çalışır; hükümet de Meclis’e hesap verir.

Peki ne yapılmalı? Devletin halka hükmetmediği, halka hizmet ettiği bir düzen kurulmalı. Hiç kimsenin kimliğinden ve inancından dolayı ötekileştirilmediği bir ortak yaşam inşa edilmeli. Yargının bağımsız, Meclis’in güçlü ve yürütmenin şeffaf olduğu gerçek bir denge ve denetim sistemi tesis edilmeli. Sorunlar şiddetle değil, müzakere ve diyalogla çözülsün; toplumsal barış sağlansın. İrade yerelde, halkın bizzat kendisinde olsun; güçlü bir yerel demokrasi güvence altına alınsın.

Daha onlarca öneri yapabiliriz ama sözün özü şudur. Bir ülke barışıyla büyür, korkularıyla küçülür. Biz barışla ülkeyi ve demokrasiyi büyütmek istiyoruz.

İçtenlikle söyleyelim. Bu süreç toplumun tüm kesimlerini içine almak zorunda. Bunun yolu da 2024 Ekim’de başlayan süreci gerçek bir demokratik dönüşüme çevirmekten geçiyor. Mardin’den Muğla’ya, Kars’tan Hatay’a herkes bu dönüşümün öznesi olmalı. Çünkü biliyoruz ki Kürt meselesi, Türkiye demokrasisinin kilit taşıdır. O taş yerine oturmadıkça, üzerine inşa ettiğimiz hiçbir yapı sağlam durmuyor. Kürt meselesi çözüldükçe Türkiye demokratikleşecek, demokratikleşme genişledikçe hepimiz daha özgür nefes alacağız.

Peki bunu nasıl yapacağız? Elbette demokratik entegrasyon yasalarıyla yapacağız. Demokratik entegrasyon, özünde birbirine alışma, birbirine sahip çıkma ve uyum demektir. Bunu en iyi, zıttı olan asimilasyonla kıyaslayarak anlatabiliriz. Yıllardır bu topluma dayatılan asimilasyon “Unut!” der. “Dilini, kimliğini, benliğini, onurunu unut, benim gibi ol” der. Asimilasyon eritir, yok eder, tek tipleştirir. Sayın Öcalan’ın tarif ettiği demokratik entegrasyon ise “Var ol!” der. “Sen Kürt olarak, o Türk olarak, bir diğeri Alevi, Süryani olarak; hep birlikte demokratik cumhuriyetin eşit yurttaşları olalım” der. Biri yok eder, diğeri kucaklar. Biri reddeder, diğeri sahip çıkar. Aradaki fark bu kadar açıktır.

Demokratik entegrasyon; halkların ve inançların kendi diliyle, kültürüyle, kimliğiyle özgürce yaşamasının adıdır. Devletin görevi halkları birbirine benzetmek değil, herkese eşit mesafede durarak her birinin kendi kökleriyle büyümesini güvence altına almaktır. Bu yüzden demokratik entegrasyon sadece Kürt sorununun çözümü değil, Türkiye’nin topyekûn demokratikleşmesinin de anahtarıdır. Kimsenin “devlete ters düşersem başıma iş gelir” korkusu taşımadığı, “yaşam tarzım tehlikede” diye düşünmediği bir ülkeyi ancak böyle kurabiliriz.

Açıkça söylüyoruz: Demokratik entegrasyon bir bölünme değildir ama bir teslim olmak da değildir. Demokratik entegrasyon, tarafların birbirini kabul etmesi ve birlikte yaşamayı esas almasıdır. Farklı renklerin, farklı kültürlerin bir araya gelip birbirini tamamlamasıdır. Önemli olan birlik ve uyumdur. Bunun yolu da demokratik entegrasyon yasalarından geçmektedir. Sıkça dile getirdiğimiz, henüz adım atılmamış ama önümüzdeki günlerde atılmasını umut ettiğimiz yasalardan söz ediyoruz. Tarih bize bu fırsatı sunuyor."