Kriz, caydırıcılık ve çevreleme: ABD-İsrail stratejisi İran’ı nereye sürüklüyor?
Doç. Dr. Yeşim Demir yazdı... Kriz, caydırıcılık ve çevreleme: ABD-İsrail stratejisi İran’ı nereye sürüklüyor?

Doç. Dr. Yeşim Demir
İsrail’in İran’a yönelik saldırısıyla birlikte uluslararası hukukun ciddi şekilde ihlal edildiği bu savaş, bölgedeki gerilimi yeni bir boyuta taşımıştır. Geçmişte yaşanan Arap-İsrail savaşlarında İsrail’e açık destek veren ancak doğrudan çatışmalara katılmayan ABD, bu kez savaşın başlangıcından itibaren doğrudan müdahil olmuştur. ABD Başkanı Donald Trump’ın yaptığı açıklamalar, bu müdahalenin arkasında yatan stratejik hedefleri açıkça ortaya koymaktadır. Avrupa devletlerinin de İran karşıtı tutumlarıyla bu süreçte İsrail’e destek verdiği gözlemlenmektedir. Bu savaş, ABD açısından yalnızca askeri bir müdahale değil, aynı zamanda İran’a karşı uzun vadeli bir bölgesel güvenlik mimarisi oluşturma hedefi doğrultusunda stratejik bir fırsat olarak değerlendirilmektedir.
ABD, bu strateji doğrultusunda, İbrahim Anlaşmaları çerçevesinde İsrail’in Arap devletleriyle ilişkilerini normalleştirme sürecini desteklemiş ve bu süreçte İran’ı bölgesel denklemden dışlama politikasını izlemiştir. Körfez ülkelerinde konuşlandırdığı askeri üslerle İran’ı kuşatan bir çevreleme politikası yürütmektedir.
İran’a yönelik baskı, yalnızca ekonomik yaptırımlar ile sınırlı kalmamış, giderek doğrudan askeri müdahaleye dönüşmüştür. Nitekim bu stratejinin aşamalı şekilde uygulandığı görülmektedir: Devrim Muhafızları Ordusu’nun üst düzey komutanlarının, Hamas ve Hizbullah liderlerinin suikastlarla etkisiz hâle getirilmesi, Suriye'de Esad rejiminin zayıflatılması ve vekil güçlerin geri püskürtülmesi bu sürecin halkalarını oluşturmaktadır.
ABD’nin İran’a yönelik saldırısının bir diğer boyutu ise İsrail’in askeri kapasitesindeki sınırlarla ilgilidir. İsrail’in İran’ın yer altı nükleer tesislerini imha edecek sığınak delici bombalara sahip olmaması ve saldırı kapasitesinin limitlerine yaklaşması, ABD’nin devreye girmesini zorunlu kılmış olabilir. Bu bağlamda ABD'nin müdahalesi, İsrail’in muhtemel bir yenilgisinin önüne geçme çabası olarak da değerlendirilebilir. Ayrıca Trump’ın seçim kampanyası sırasında Yahudi iş insanlarından aldığı büyük miktardaki bağışlar karşısında bu savaşta tarafsız kalması pek beklenemezdi.
İsrail’in saldırısına yanıt olarak İran da misilleme başlatmış, bu tepki geçmişteki sınırlı karşılıklardan daha ciddi bir nitelik kazanmıştır. Özellikle 2020 yılında Kasım Süleymani’nin ABD tarafından suikasta uğramasının ardından İran’ın yalnızca sembolik bir karşılık vermesi, kamuoyunda İran’ın daha temkinli bir çizgide ilerleyeceği algısını yaratmıştı. Ancak son gelişmeler bu durumun değiştiğini göstermektedir.
ABD’nin nükleer tesislere yönelik saldırısının yol açtığı tahribat hâlen netlik kazanmamıştır. İran, Fordo nükleer tesisinin yalnızca yer üstü bölümünün zarar gördüğünü ve onarımının mümkün olduğunu açıklamıştır. Ancak asıl tartışma, İran’ın bu saldırılara ne şekilde karşılık vereceği üzerinedir. Bu çerçevede, Hürmüz Boğazı’nın kapatılması seçeneği ciddi biçimde gündeme gelmiştir.
İran’ın elinde iki temel stratejik koz olduğu değerlendirilmektedir: Hürmüz Boğazı’nın kapatılması ve bölgede bulunan ABD üslerine doğrudan saldırı. Her ne kadar Hürmüz Boğazı'nın kapatılması yönünde İran Meclisi'nden bir karar çıkmış olsa da bu kararın yürürlüğe girmesi için hem Yüksek Milli Güvenlik Konseyi’nin hem de Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney’in onayı gerekmektedir. Bu durum göz önüne alındığında ve ateşkes ilan edildiğine göre böylesine radikal bir adımın atılması olası görünmemektedir. Ayrıca savaş süresince Basra Körfezinden petrol akışının rahatça sağlandığı, hiçbir ülkenin gemilerine yönelik müdahale olmadığı görülmektedir. Savaş yokmuş gibi ticaret devam etmiştir.
İkinci seçenek olan ABD üslerine saldırı ise farklı bir mesaj içermektedir. Özellikle Katar’daki ABD üssüne, önceden bilgi verilerek düzenlenen saldırı, İran’ın hem caydırıcılık gücünü koruma hem de doğrudan çatışmayı tırmandırmadan mesaj verme stratejisini yansıtmaktadır. Bu eylem, aynı zamanda Suriye’de nüfuz kaybı yaşayan İran’ın bölgesel denklemdeki varlığını sürdürme çabası olarak okunabilir.
BU KRİZİN ARKASINDA HANGİ HESAPLAR VAR?
İsrail ve ABD’nin temel kaygısı, İran’ın nükleer silah kapasitesinin yanı sıra özellikle hipersonik özelliklere sahip, engellenmesi son derece güç balistik füze sistemleridir. Bu sistemlerin gelecekte oluşturabileceği tehdit, mevcut saldırıların temel gerekçesi olarak gösterilmektedir.
İran ise bu saldırılar karşısında pasif kalmayacağını belirtmiş, ancak topyekûn bir savaşa da yol açmayacak ölçülü tepkiler vermeyi tercih etmiştir. Hürmüz Boğazı’nı kapatması, küresel enerji piyasalarını derinden etkileyeceği için Çin ve Avrupa ülkeleri başta olmak üzere birçok aktörün tepkisine yol açabilir. Bu nedenle böyle bir adım, İran için de stratejik bir risk taşımaktadır.
Öte yandan, İran’ın hava saldırıları iç politikada halkın moralini ve direniş duygusunu pekiştirmekle birlikte, füze kapasitesinin sınırsız olmadığı da bilinmektedir. İran, bir yandan caydırıcılık mesajı verirken diğer yandan diplomatik kapıyı açık tutmaya çalışmaktadır. Ancak bu müzakerelerin başlaması, güven ortamının yeniden tesisine bağlı olduğundan zaman alması muhtemeldir.
BUNDAN SONRA NE OLACAK?
Krizin gelecekte nasıl şekilleneceği, büyük ölçüde tarafların önümüzdeki dönemde atacağı adımlara bağlıdır. Askeri müdahalelerin stratejik bir hedefe dönüşmesi hâlinde bölgesel ve küresel ölçekte kalıcı istikrarsızlık riskinin artması kaçınılmaz hâle gelecektir. Bu nedenle tarafların kısa vadeli kazanımlar uğruna uzun vadeli bir savaşı tetiklemekten kaçınmaları uluslararası sistemin sürdürülebilirliği açısından hayati önem taşımaktadır.
“12 Gün Savaşı” olarak adlandırılan çatışmaların ardından ilan edilen ateşkesin kalıcı bir sükûnet mi yoksa yeni bir savaşın habercisi mi olduğu henüz netlik kazanmamıştır. Ancak İran ile İsrail arasında uzun vadeli bir barıştan söz etmek, mevcut koşullar altında pek mümkün görünmemektedir. 1979 İran Devrimi’nden bu yana İran, İsrail’i “küçük şeytan” olarak tanımlamakta ve onun yok edilmesi gerektiğine inanmaktadır. Öte yandan İsrail ise bölgedeki varlığını güvence altına almayı bir devlet politikası hâline getirmiştir. Bu karşılıklı ve ideolojik temellere dayalı düşmanlık durumu, tam anlamıyla bir barışın tesis edilmesini zorlaştırmaktadır.
İki devletin de siyasal meşruiyetlerini ve iç kamuoyunun desteğini alabilmek için “düşman” algısına ihtiyaç duydukları görülmektedir. Bu bağlamda, ilan edilen ateşkesin tamamen sürdürülebilir olması beklenmese de doğrudan çatışmaların yerini daha düşük yoğunluklu saldırıların alması olasıdır. Ayrıca İsrail ve ABD’nin öncelikli hedeflerinden biri olan İran’ın nükleer tesislerinin tahrip edilmesi yönünde önemli bir mesafe kat ettikleri düşünülmektedir. Eğer bu tesisler gerçekten zarar gördüyse İran’ın bunları yeniden işler hâle getirmesi birkaç yıl sürebilecektir. Ancak İran’ın füze kapasitesinin yüksek olması ve zararları kısa sürede telafi edebilme yetisi, mevcut füze stoklarının olası tehdit anlarında kullanılabileceğine işaret etmektedir.
Bu ateşkes aynı zamanda, Ukrayna’daki savaşı sona erdirme vaadinde başarılı olamayan Trump için de iç politikada bir fırsat doğurmuştur. İran-İsrail çatışmasında etkili rol oynadığını göstermek suretiyle seçmenlerine dış politika alanındaki başarısını kanıtlama imkânı elde etmiştir.
Ateşkesin ilanını takip eden günlerde dikkat çeken bir diğer gelişme ise Paris’te birbirini izleyen günlerde rejim karşıtı iki önemli figürün İran halkına çağrıda bulunması olmuştur. ABD ve İsrail ile güçlü bağlantıları olduğu bilinen İran’ın eski veliaht prensi Rıza Pehlevi ile halk nezdinde sınırlı bir desteğe sahip olan Halkın Mücahitleri Örgütü’nün lideri Meryem Recevi, İran halkını mevcut rejimi devirmeye davet etmiştir. Her ne kadar İran toplumunda rejim değişikliğine yönelik genel bir eğilim bulunsa da dış destekli lider figürlerine temkinli yaklaşmaktadır.
İran-İsrail gerilimi, yalnızca iki devlet arasındaki ideolojik bir çatışmayla sınırlı kalmayıp, bölgesel güç dengelerini yeniden şekillendirme potansiyeline sahip çok boyutlu bir kriz niteliği taşımaktadır. Bu durum, krizin sadece askeri değil aynı zamanda ideolojik, diplomatik ve ekonomik unsurları da içeren kapsamlı bir güvenlik sorununa dönüştüğünü göstermektedir. Tarafların her biri kendi güvenlik önceliklerini maksimize etmeye çalışırken, kontrolsüz tırmanan bir kriz riski, bölgesel ve küresel güvenlik açısından ciddi tehditler doğurmaktadır. Ateşkesin geçici niteliği, bölgedeki mevcut statükonun sürdürülebilir olmadığını ve yeni çatışma dinamiklerinin her an devreye girebileceğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle yalnızca askerî değil, diplomatik çözüm arayışlarının da aynı kararlılıkla sürdürülmesi, uzun vadeli istikrar açısından zorunlu görünmektedir.
Haber Kaynağı : 12punto
Çok Okunanlar

Erdoğan’ın masasındaki anketler sızdı

Terör örgütü 'SDG' oldu... Sırada 'General Mazlum' mu var?

Kılıçdaroğlu’nun o röportajına tepki büyük!

İmamoğlu cezaevinden konuştu: Kılıçdaroğlu’na sert tepki!

Emekli maaşına zam var, ama herkese değil!

Mansur Yavaş iddialarını bir kez daha gündeme getirdi

Yüreğin sesi zeytin ülkesi

Sadece Kurultay değil, CHP topyekün hedefte

Galatasaray'a Osimhen müjdesi: Uğurcan Çakır'da sıcak saatler!

CHP'de Kılıçdaroğlu yönetimi yeniden göreve gelebilir mi?
