Türkiye’nin içine sürüklendiği ekonomik kriz, artık yalnızca istatistiklerin diliyle değil; sofralardan, cüzdanlardan ve gündelik yaşamdan yükselen acı bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. TÜRK-İŞ’in Eylül 2025 verileri, asgari ücretin bırakın yoksulluk sınırını, açlık sınırını dahi karşılamaktan uzaklaştığını açıkça ortaya koyuyor. 22.105 TL’lik asgari ücret, yalnızca gıda için gereken 27.971 TL’nin gerisinde kalarak milyonlarca insanı açlık ve borç sarmalına sürüklüyor. Gelir adaletsizliğinin derinleştiği, sağlıklı ve onurlu bir yaşamın dar bir azınlığın ayrıcalığına dönüştüğü bu tablo, toplumsal sürdürülebilirlik açısından ciddi bir alarm niteliği taşıyor.
Bugün gelir düzeyi düşük milyonlarca hane sağlıklı gıdaya erişemiyor; borçlanarak, ucuz ve besleyiciliği düşük ürünlerle ayakta kalmaya çalışıyor. Bu yalnızca ekonomik bir kriz değil, aynı zamanda sosyal yapının temellerini sarsan bir çöküşün habercisi.
Tam da bu noktada sosyal belediyecilik anlayışı devreye giriyor. Kent lokantaları, düşük maliyetli kreşler, eğitim ve barınma destekleri gibi uygulamalar, yalnızca geçici birer destek değil; toplumsal dayanışmayı güçlendiren kalıcı çözümler olarak öne çıkıyor. Ancak bu hizmetlerin etkili ve sürdürülebilir olabilmesi, yerel yönetimlerin merkezi yönetim tarafından mali ve kurumsal açıdan desteklenmesiyle mümkün hale gelebilir.
TÜRK-İŞ EYLÜL 2025 AÇLIK VE YOKSULLUK SINIRI VERİLERİ NE SÖYLÜYOR: Asgari Ücret Açlık Sınırının 5.866 TL Altında
TÜRK-İŞ’in “Eylül 2025 Açlık ve Yoksulluk Sınırı Araştırması”, yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda toplumsal ve ahlaki bir çöküşün eşiğine gelindiğini, aşağıdaki tabloda yer alan rakamlarla çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.
Araştırmaya göre, dört kişilik bir ailenin yalnızca sağlıklı ve dengeli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması, yani açlık sınırı, 27.971 TL’ye yükseldi. Bu tutar sadece mutfak giderlerini kapsıyor. Barınma, ulaşım, sağlık, eğitim ve giyim gibi zorunlu ihtiyaçlar da eklendiğinde yoksulluk sınırı 91.109 TL’yi aşıyor. Bu rakamlar artık yalnızca birer istatistik değil; insanca yaşam ile açlık arasında çekilen keskin bir çizgi anlamına geliyor.
Buna karşın, 2025 yılı başında belirlenen net asgari ücret 22.105 TL’de kaldı. Yani dört kişilik bir ailenin yalnızca gıda masrafını bile karşılamaktan uzak, açlık sınırının 5.866 TL gerisinde. Bu durum, yoksulluğun artık sadece dar gelirli kesimlerin değil, toplumun geniş çoğunluğunun ortak kaderi haline geldiğini kanıtlıyor.
Öte yandan, bekâr bir çalışanın yaşama maliyeti 36.305 TL’ye ulaştı. Asgari ücret ile arasında oluşan 14.200 TL’lik uçurum, bireysel değil, yapısal bir çöküşün habercisi. “Geçim” kavramının yerini “hayatta kalma” mücadelesi almış durumda.
TÜKETİCİ FİYATLARI VE GIDA ENFLASYONU: Gerçek Enflasyon Pazarda, Manavda, Faturada
Sorunu daha net görebilmek için TÜİK ve ENAG verilerine daha detaylı bakmak gerekir. Her ne kadar yazıyı kaleme aldığım saatlerde Eylül ayı henüz açıklanmamış olsa da, Ağustos 2025 sonuçları önemli ipuçları sunuyor. Aşağıdaki tabloda da görüleceği üzere, TÜİK, tüketici fiyatlarındaki (TÜFE) yıllık artışı %32,95 olarak açıklarken, ENAG aynı dönemde enflasyonu %65,49 olarak hesapladı. Bu farklılık, resmi verilerle halkın hissettiği gerçek enflasyon arasındaki makası gösteriyor. TÜRK-İŞ’in mutfak enflasyonu verileriyle birlikte düşünüldüğünde, tablo yalnızca fiyatlardaki artışı değil, halkın sofrasına ve cüzdanına yansıyan somut krizi de gözler önüne seriyor.
TÜİK’in Ağustos 2025 verilerine göre tüketici fiyatları bir önceki aya kıyasla %2,04 artarken, yıllık enflasyon %32,95 olarak açıklandı. Yılbaşından bu yana kümülatif artış %21,5’e ulaşırken, on iki aylık ortalamalara göre enflasyon %39,62 seviyesinde ölçüldü. Ancak Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) aynı döneme ilişkin çok daha yüksek oranlar paylaştı. ENAG’a göre enflasyon, Ağustos ayında aylık %3,23; yıllık bazda ise %65,49 artış gösterdi.
TÜİK’in harcama kalemlerine dair açıkladığı yıllık artış oranları da dikkat çekici: gıda ve alkolsüz içeceklerde %33,28, ulaştırmada %24,86, konutta %53,27, eğitimde ise %60,91 oranında artış kaydedildi. TÜİK’e göre gıda fiyatları yalnızca Ağustos ayında %3,02 yükselirken, TÜRK-İŞ aynı dönemde mutfak enflasyonunu %3,17 olarak hesapladı. Küçük gibi görünen bu farklılıklar dahi yıllık ölçekte hane bütçelerinde ciddi bir erimeye yol açıyor.
Sonuç olarak, resmi enflasyon ile vatandaşın hissettiği enflasyon arasındaki makas, ekonomik krizin toplumun farklı kesimlerince nasıl yaşandığını gözler önüne seriyor. Özellikle sabit gelirli yurttaşlar için enflasyon, istatistik tablolarından ibaret bir veri değil; pazarda, markette, faturada her gün yeniden karşılarına çıkan somut bir yaşam mücadelesi. Gerçek enflasyon, cebin ve sofranın diliyle konuşuyor; üstelik bu ses, resmi rakamların çok daha ötesinde yankılanıyor.
MUTFAKTA YANGIN, CÜZDANDA SESSİZLİK VAR: Enflasyonun Gerçek Yüzü
TÜRK-İŞ verileri, yalnızca rakamlardan ibaret bir tabloyu değil, halkın gündelik yaşam mücadelesini bütün çıplaklığıyla yansıtıyor. Eylül 2025’te yalnızca bir ayda mutfak harcamaları %3,17 oranında arttı; son on iki ayda ise bu artış %41,05’e ulaştı. Bu, geçen yıl aynı malzemelerle hazırlanan bir yemeğin bugün neredeyse iki kat maliyetle yapılabildiği anlamına geliyor.
Artık market alışverişi, ihtiyaçları karşılamaktan çok hangi ürünlerden vazgeçileceğini belirlemeye dönüşmüş durumda. Her alışveriş bir iç hesaplaşmaya dönüşüyor: “Bu ay süt alabilecek miyiz? Et yerine ne koyabiliriz? Kahvaltıyı yalnızca çay ve ekmekle geçiştirebilir miyiz?” İnsanlar yalnızca gıda ürünlerinden değil, en temel yaşam hakkından da kısmak zorunda kalıyor.
Et, süt, peynir gibi temel protein kaynakları çoktan ulaşılması güç lükslere dönüşmüşken, meyve ve sebze bile pazarda el yakıyor. Çoğu aile için artık mesele ne yediklerinden çok, sofraya yemek koyup koyamayacakları. Dahası, bu yük yalnızca mutfakta değil; kira, elektrik, su, doğalgaz, ulaşım ve eğitim giderlerinde de aynı hızla artıyor. Gelirler sabit kalırken giderlerin her ay katlanması, satın alma gücünün sürekli düşmesi, toplumun büyük bir kesimi için yaşamı sürdürülemez hale getiriyor.
KRİZ DERİNLEŞİYOR, YOKSULLUK YAYILIYOR: Borç Yeni Borcu Doğuruyor, Haneler Sarmalda
Türkiye bir zamanlar “kendi kendine yeten yedi ülkeden biri” olarak anılırken, bugün sofralar ithalata bağımlı hale gelmiş, tarımsal üretim ise adeta can çekişir duruma düşmüştür. Çiftçilerin mazot, gübre, tohum ve ilaç gibi temel girdilerde karşı karşıya kaldığı yüksek maliyetler, üretimi her geçen gün daha da sürdürülemez kılıyor. Yetersiz tarım destekleri ve plansız politikalar yalnızca üreticiyi değil, doğrudan tüketiciyi de ağır bir bedelle yüz yüze bırakıyor. Üretim düşünce arz daralıyor, daralan arz da fiyatları kaçınılmaz olarak daha da yukarı çekiyor.
Tarımın millî mesele olmaktan çıkarılıp piyasanın insafına terk edilmesi; küçük üreticilerin, köylülerin ve kooperatiflerin göz ardı edilmesi, bugün yaşanan gıda krizinin en temel nedenlerinden biri haline gelmiştir. Türkiye artık kendi domatesini, buğdayını, mercimeğini ithal eder noktaya gelmiş durumda. Bu yalnızca mutfağın değil, ülkenin geleceğinin de tehdit altında olduğunu gösteriyor.
Diğer yandan borç, yeni bir geçim aracı haline gelmiş bulunuyor. Günü kurtarabilmek için milyonlarca insan kredi kartlarına ve tüketici kredilerine sarılıyor. Ancak borç yeni borcu doğuruyor, faiz yükü büyüyor, ödeme dengesi bozuluyor. Sonuç olarak, giderek derinleşen bir borç sarmalı içinde kaybolan milyonlarca hane, yaşamını sürdürebilmenin bedelini ağır bir şekilde ödüyor.
ORTALAMA GELİR ASGARİ, HAYAT STANDARDI AÇLIK: Toplumsal Çaresizlik Derinleşiyor
Asgari ücretin fiilen ortalama ücret haline geldiği günümüz Türkiye’sinde, yüksek enflasyon, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve alım gücündeki kesintisiz erime milyonlarca yurttaşı açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkûm ediyor. Artık her ayın başında hesap kitap yapmak değil, adeta hayatta kalma mücadelesi vermek zorunlu hale gelmiş durumda.
Oysa asgari ücretin tanımı, insanın temel ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek bir gelir olması gerektiğini söyler. Bugün ise bu tanım neredeyse bir ironiye dönüşmüş durumda. 22.105 TL olarak belirlenen asgari ücret, ne temel ihtiyaçları karşılıyor ne de insanca bir yaşamı mümkün kılıyor. Aksine, açlık sınırının dahi altında kalarak toplumsal dışlanmanın ve ekonomik çaresizliğin simgesine dönüşüyor.
Üstelik sorun yalnızca işçilerle sınırlı değil. Öğretmenler, hemşireler, memurlar, esnaf ve emekliler de aynı girdabın içinde. Sabit gelirli tüm kesimler, giderek daha yüksek sesle aynı soruyu soruyor: “Nasıl geçineceğiz?” Bu artık bireysel bir arayış değil; toplumun geniş kesimlerinin paylaştığı ortak bir çaresizliğin ifadesi haline gelmiş durumda.
EKONOMİK KRİZDEN PSİKOLOJİK YIKIMA: Aç Karınla Okula, Boş Cüzdanla Hayata Sessiz Çaresizlik
Yaşanan kriz yalnızca cüzdanları değil, zihinleri ve ruhları da derinden yaralıyor. Çocuklar kahvaltısız okula gitmek zorunda kalıyor; kantinden sadece bir simit alabilen öğrenciler artık istisna değil, sıradan bir manzara haline gelmiş durumda. Aileler sağlık harcamalarını ertelemek zorunda kalıyor, çocukların eğitim giderlerini kısmak her geçen gün daha büyük bir zorunluluğa dönüşüyor. İnsanlar arasındaki mesafe artık sadece gelir farkından değil, giderek açılan umut farkından doğuyor.
İşsizlik, geçim kaygısı, borç yükü, ödenemeyen faturalar ve alınamayan ilaçlar, artık ekonomik sorunların ötesinde toplumsal bir çöküşün ve psikolojik yıkımın açık göstergeleri haline gelmiş durumda. Sessizlik büyüyor; çünkü insanlar ses çıkarmaya dahi mecalsiz. Yoksulluğun görünmeyen yüzü, yalnızca maddi değil, manevi bir tükenişi de beraberinde getiriyor.
BU ÇÖKÜŞ KADER DEĞİL, TERCİHLERİN SONUCU: Halktan Yana Değişirse Gelecek de Değişir!
Bugünkü tablo, her ne kadar derinleşen bir krizi yansıtsa da, kader değildir. Doğru politikalar kararlılıkla hayata geçirildiğinde, toplum yararını önceleyen bir anlayış benimsendiğinde bu gidişat tersine çevrilebilir. Türkiye’nin kaynakları da, insan gücü de, potansiyeli de bu krizi aşabilecek güçtedir; yeter ki tercihler halktan yana kullanılsın.
Her şeyden önce, 22.105 TL olan asgari ücretin, 27.971 TL’lik açlık sınırının dahi altında kalması kabul edilemez. Asgari ücret yalnızca temel gıda ihtiyacını değil, insanca yaşamı mümkün kılmalı; yılda bir kez değil, en az altı ayda bir güncellenmeli ve bölgesel maliyet farkları dikkate alınarak yaşam standartlarının üzerinde belirlenmelidir. İnsan emeği, açlıkla terbiye edilemez.
Bununla birlikte, temel gıda ürünlerindeki vergi yükü dar gelirli kesimleri ezmektedir. Vatandaşların temel ihtiyaçlara erişimini kolaylaştırmak için gıda ürünlerinde KDV ciddi biçimde azaltılmalı, ekmek, süt, yağ gibi ürünlerde ise tamamen sıfırlanmalıdır. Vergi politikalarının amacı açlığı değil, adaleti büyütmek olmalıdır.
Tarım politikaları da köklü bir dönüşüme ihtiyaç duymaktadır. Gıda güvenliği, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda millî güvenlik meselesidir. Bu nedenle tarım yeniden stratejik sektör ilan edilmeli; çiftçiye doğrudan, sürdürülebilir ve üretimi teşvik eden destekler sağlanmalıdır. Kendi toprağında üretemeyen bir toplum, geleceğini ithalata mahkûm eder.
Barınma hakkı da korunması gereken temel bir ihtiyaçtır. Büyük şehirlerde kiraların denetim altına alınması zorunludur. Serbest piyasanın insafına bırakılan konut sektörü, binlerce insanı barınma krizine sürüklemektedir. Kamusal denetim ve düzenleme olmadan sosyal adaletin yeniden tesisi mümkün değildir.
Son olarak, gelir dağılımındaki derin uçurum mutlaka giderilmelidir. Zengin ile yoksul arasındaki fark büyüdükçe yalnızca ekonomik kriz değil, toplumsal çöküş de derinleşir. Yüksek gelir gruplarının vergi yükü artırılmalı, emekçilerin sırtındaki yük hafifletilmelidir. Toplumsal dayanışma, yalnızca bireylerin değil, devletin de sorumluluğu olarak görülmelidir.
Kısacası bu kriz, yanlış politikaların ve adaletsiz tercihlerin sonucudur. Ama aynı zamanda doğru tercihlerle nasıl bir ülke kurulabileceğini de gösteren bir fırsattır. Çünkü bu gidişat kader değil, tercihlerin ürünüdür. Ve tercihler değiştirildiğinde, geleceğin yönü de değiştirilebilir.
SOSYAL BELEDİYECİLİK: Geçici Destek Değil, Onurlu Yaşamın Yapısal Dayanağı
Serbest piyasa düzeninin bireysel çıkarları önceleyen yapısı, toplumun en kırılgan kesimlerini giderek daha görünmez kılmakta ve dezavantajlı grupların sorunlarını derinleştirmektedir. Bu noktada sosyal refah devleti anlayışı, devlete sosyal yardım ve hizmet üretme yükümlülüğü getirirken; sosyal belediyecilik ise bu anlayışın yerel yönetim düzeyindeki en somut yansıması olarak öne çıkmaktadır. Yerel yönetimlerin hayata geçirdiği projeler; yoksul hanelere, çocuklara, engellilere, yaşlılara ve kadınlara uzanan çok yönlü bir destek ağı oluşturmaktadır.
İçinde bulunduğumuz ekonomik ve insani krizde sosyal belediyecilik politikaları adeta hayati bir kurtarma hattı işlevi görmektedir. Kent Lokantaları, Halk Marketleri, ücretsiz kreşler, toplu taşıma desteği, kira yardımları, öğrenci bursları gibi hizmetler yalnızca günü kurtaran yardımlar değil; onurlu bir yaşamı yeniden inşa eden yapısal müdahalelerdir. Bu uygulamalar, yoksullara yapılan yardımdan öte; toplumsal vicdanın, dayanışma refleksinin ve ortak sorumluluk bilincinin somut göstergeleridir. Sosyal belediyecilik artık bir tercih değil, devletin geri çekildiği alanlarda doğan boşluğu dolduran zorunlu bir kamu hizmetidir.
Belediyelerin sunduğu sosyal yardım, hizmet ve sosyoekonomik destekler, krizlerin toplumsal maliyetlerini hafifletmede kritik bir rol üstlenmektedir. Gıda, yakacak, burs, kıyafet yardımları, emeklilere, çiftçilere ve ihtiyaç sahiplerine doğrudan gelir destekleri gibi uygulamalar, özellikle en kırılgan grupların temel ihtiyaçlarını karşılamada hayati önem taşımaktadır. Bu destekler yalnızca hane gelirine doğrudan katkı sağlamakla kalmamakta; yoksulluk hissini ve sosyal dışlanmayı azaltarak toplumsal dayanışmayı da güçlendirmektedir. Sosyal belediyecilik projeleri, sosyoekonomik eşitsizliklerin etkilerini hafifletirken, daha adil ve kapsayıcı bir toplumun inşasında da vazgeçilmez bir rol oynamaktadır.
SONUÇ: Boş Tencerelerden Yükselen Çığlık, Umuda Dönüşebilir
Türkiye’nin yaşadığı kriz artık yalnızca boş tencerelerden değil, tükenen umutlardan da okunuyor. Mutfaklardan yükselen sessizlik, aslında derin bir çığlığın yankısıdır. Çünkü boş bir tencere sadece açlığı değil; toplumsal eşitsizliği, adaletsizliği ve yıllardır biriken çaresizliği de temsil ediyor. Bu tablo, ekonomik göstergelerin ötesinde; yanlış politikaların, toplumsal duyarsızlığın ve vicdani bir iflasın somut bir yansımasıdır. Kantinde yalnızca bir simit alabilen öğrenciden, ilacını erteleyen emekliye; ay sonunu kredi kartıyla getirmeye çalışan öğretmenden, rafına mal koyamayan esnafa kadar toplumun geniş kesimleri bireysel değil, yapısal bir çöküşün yükünü taşımaktadır. Toplumun farklı kesimleri birbirinden uzaklaştıkça bu kriz yalnızca derinleşmekle kalmıyor, kalıcı hale geliyor.
Artık “sabır” istemek değil, çözüm üretmek gerekiyor. Dayanışmayı kurumsallaştıran, emeği onurlandıran ve toplumsal adaleti esas alan yeni bir toplumsal sözleşmeye duyulan ihtiyaç her zamankinden daha açıktır. Çünkü hiçbir halk yoksulluğa, çaresizliğe ve sessizliğe mahkûm değildir. Umut; birlikte üretmekte, adil bölüşmekte ve herkesin insanca yaşayabileceği eşitlikçi bir düzeni inşa etmekte gizlidir.
Asgari ücretin ortalama ücret haline geldiği, yüksek enflasyon ve açlık-yoksulluk sınırının altında ezilen milyonlarca vatandaş, merkezi ve yerel yönetimlerden daha güçlü sosyal ve ekonomik politikalar talep etmektedir. Bugün atılacak adımlar yalnızca bugünü değil, yarının adil, kapsayıcı ve güçlü Türkiye’sini inşa etmenin de anahtarıdır. Sosyal devlet anlayışının güçlenmesi, yerel yönetimlerin dayanışma temelli vizyonla desteklenmesi toplumsal barış ve sürdürülebilir kalkınmanın en temel koşuludur. Çünkü mesele artık “asgariyle yetinmek” değil; her yurttaşın hak ettiği insanca yaşamı güvence altına almaktır. Sessizlik bozulduğunda ve tencereler yeniden kaynadığında, bu ülkenin yalnızca sofraları değil, geleceği de yeniden kurulacaktır.
Çok Okunanlar

AKP milletvekili Ayşen Gürcan'ın içinde bulunduğu araç kazaya karıştı

Altın koltuklu adamın meşruiyeti ve etrafında kümelenen hayranları

Siyasi Misyonerler!..

Ayşe Barım ile ilgili yeni gelişme

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde cuma tatili

Avrupa'da bu hafta 3'te 3 yaptık: Türkiye kaçıncı sırada?

Gelecek Partisi'nden Erdoğan-Davutoğlu fotoğrafına açıklama

Açılımın ilk meyvesi: Bakanlık Kürtçe ders kitabı bastırmış

'İtirafçı' Aziz İhsan Aktaş'ın şirketlerine kayyum atandı

Erdoğan sonrası dönem AKP kulislerini karıştırdı