Binlerce yıl önce Truva surlarının önünde yükselen bir ses, bugün Türkiye’nin dört bir yanında yeniden yankılanıyor. Kassandra, “Bu at bir tuzaktır, Truva’nın sonu olacak!” diye haykırmış, ama kimse onu ciddiye almamıştı.
Truvalılar uyarıları hafife aldı, tahta at şehre girdi ve Truva yandı. Kassandra’nın kehanetleri birer birer gerçekleşti, fakat artık çok geçti. Bugün de ekonomiden eğitime, tarımdan çevreye kadar pek çok alanda “çağdaş Kassandralar” toplumu uyarıyor; ancak bu uyarılar çoğu zaman “karamsarlık” damgasıyla bastırılıyor ya da siyasi gündemin gürültüsü içinde kayboluyor. Sonra kriz kapıya dayandığında hep aynı soru soruluyor: “Bunu nasıl göremedik?” Krizler bir anda ortaya çıkmaz; yıllarca biriken sorunların sonucudur. Gerçeklerle yüzleşmek acı verici olabilir, fakat onları görmezden gelmek çok daha ağır bedeller ödetir. Türkiye hâlâ geri dönülebilir bir eşikte duruyor — ama zaman hızla daralıyor. Şimdi tam zamanı: Kassandra’yı bu kez dinlemek gerekiyor.
TÜRKİYE EKONOMİSİNİN KIRILGAN YAPISI
Küresel Bağımlılık ve “Hormonlu” Büyüme: 1980’lerden bu yana uygulanan neo-liberal politikalar, Türkiye ekonomisini finansman, yatırım ve ticaret kanalları üzerinden küresel sisteme giderek daha bağımlı hâle getirdi. Sermaye girişlerinin hızlandığı dönemlerde büyüme artarken, yavaşladığı dönemlerde ekonomi durgunluğa sürüklendi ve krizlere açık bir yapı ortaya çıktı. Sonuçta, üretimden çok tüketime dayalı “hormonlu” bir büyüme modeli benimsendi.
Popülist Politikalar ve Derinleşen Kırılganlık: Siyasal karar vericilerin yapısal sorunları görmezden gelmesi ve liyakatli kadrolar ile güçlü kurumlar yerine popülist, kısa vadeli çözümleri tercih etmesi kırılganlığı derinleştirdi. Rant ekonomisinin merkezde olduğu bu düzende, sosyal yardımlar araçsallaştırılıyor; liyakatsiz atamalar, partizanca işe alımlar ve seçim öncesi verilen popülist vaatler (ücret artışları, aflar, teşvikler, ertelemeler, ikramiyeler) sürdürülemez bir ekonomik düzen yaratıyor.
Ekonomik ve Siyasal Reform İhtiyacı: Yüksek enflasyon, düşük rezervler, artan dış borç ve siyasi belirsizlikler, yapısal reformların yıllardır ertelendiğini açıkça ortaya koyuyor. Türkiye’nin şoklara dayanıklı, sürdürülebilir ve öngörülebilir bir ekonomik yapıya kavuşması yalnızca ekonomik değil; siyasal ve sosyal alanlarda da kapsamlı reformlarla mümkün. Güçlü kurumlar ve kalıcı reformlar olmadan, siyasi krizlerin tetiklediği ekonomik dalgalanmalar sürecektir.
Gelir Dağılımı ve Orta Sınıfın Erozyonu: Gelir ve servet dağılımındaki uçurum her geçen yıl büyüyor. En zengin %10, ülke servetinin yarısından fazlasını kontrol ederken, orta ve alt gelir grupları borçlanarak ayakta kalmaya çalışıyor. Reel ücretler enflasyon karşısında eriyor, asgari ücretle geçinenlerin oranı artıyor. Orta sınıfın erimesi, yalnızca ekonomik değil, siyasal istikrar ve toplumsal uyum için de ciddi bir tehdit. Orta sınıf küçüldükçe toplumsal kutuplaşma artıyor, sistem dışı tepkilerin yükselme olasılığı büyüyor.
Jeopolitik ve Finansal Kırılganlıklar: Enerji ithalatına yüksek bağımlılık, döviz kurundaki dalgalanmaları iç piyasada şok etkisine dönüştürüyor. Artan enerji faturası cari açığı büyütüyor, dış finansmana bağımlılığı artırıyor. Yüksek CDS primleri ve düşen yatırım yapılabilirlik notları Türkiye’yi küresel risk iştahına daha duyarlı hâle getiriyor. Yargı bağımsızlığına dair kaygılar, belediyelere yönelik siyasi müdahaleler ve kutuplaştırıcı söylemler hem yerli hem yabancı yatırımcıyı uzaklaştırıyor; büyüme yavaşlıyor, işsizlik ve sosyal huzursuzluk riski tırmanıyor.
Derinleşen Dengesizlikler: Türkiye ekonomisi uzun süredir sürdürülebilir büyüme rotasından uzak. Teknolojik üretim kapasitesinin yetersizliği, nitelikli iş gücü eksikliği, sermayenin üretim yerine tüketime yönelmesi ve hukukun üstünlüğündeki aşınma ülkeyi orta gelir tuzağına mahkûm ediyor. Bugünkü büyüme, dış borç, tüketim ve kamu harcamalarına dayanıyor; bu model artık tıkanmış durumda. Üretkenlik artışı, nitelikli istihdam ve güçlü kurumsal yapılar sağlanmadan kalıcı büyüme mümkün değil. Türkiye’nin yeniden sağlıklı bir kalkınma rotasına girmesi, üretim ekonomisini merkeze alan, yüksek teknoloji ve inovasyona dayalı bir dönüşüm ve hukukun üstünlüğünün yeniden tesisi ile mümkün olabilir.
Aksi hâlde krizlerin kısır döngüsünden çıkmak imkânsız hâle gelecek ve ekonomik kırılganlık daha da derinleşecektir.
LİYAKATLİ KADROLAR, GÜÇLÜ KURUMLAR VE AHLAKİ ÇÖZÜLME
Liyakat ve Şeffaf Yönetim: Türkiye’nin yeniden ayağa kalkabilmesi için ertelenmiş kararların cesaretle hayata geçirilmesi gerekiyor. Kamu yönetimi liyakat esasına göre şekillendirilmeli; kurumlar bilgi ve uzmanlıkla donatılmalı, karar alma süreçleri şeffaf ve hesap verebilir biçimde yürütülmelidir. Toplum bu sürecin yalnızca izleyicisi değil, aktif bir paydaşı ve denetleyicisi olmalıdır.
Partizanlık ve Kurumsal Erozyon: Sadakatin liyakatin önüne geçtiği mevcut düzen, partizanca atamaları, torpilli işe alımları ve kamu kaynaklarının belirli gruplara aktarılmasını sıradanlaştırmıştır. Bu yozlaşma yalnızca ekonomiyi değil, toplumsal dokuyu da hızla çürütmektedir. Demokratik kurumların güçlendirilmesi ve kamu yönetiminde güvenin yeniden tesisi, ancak ehliyet ve uzmanlığa dayalı atamalarla mümkündür.
Rant Ekonomisi ve Sosyal Adaletin Zedelenmesi: Ekonomik kaynakların üretken sektörler yerine rant dağılımı üzerinden şekillenmesi hem verimsizlik yaratmakta hem de sosyal adalet duygusunu zayıflatmaktadır. İmar afları, şeffaf olmayan kamu ihaleleri ve kayırmacı uygulamalar, toplumda adalet ve güvene duyulan inancı derin biçimde sarsmaktadır.
Toplumsal Değerlerin Aşınması: Bu yozlaşmış ortamda bireyler, kamusal çıkar yerine kişisel menfaatleri önceleyen bir anlayışa yöneliyor. Toplumsal değerler sistemi aşınıyor, “herkes kendi yoluna” anlayışı yaygınlaşıyor. Bu durum yalnızca bir etik sorun değil; toplumsal çözülmeyi hızlandıran ve gelecekte daha büyük krizlerin zeminini hazırlayan ciddi bir tehdittir.
Çözüm ve Yol Haritası: Türkiye’nin yeniden ayağa kalkması, liyakati esas alan, şeffaf ve hesap verebilir bir yönetim anlayışıyla mümkündür. Güçlü kurumların inşası, adaletin tesis edilmesi, kamu kaynaklarının etkin ve adil kullanımı ile toplumda güven duygusu yeniden yeşertilebilir. Bu dönüşüm yalnızca siyasal değil, aynı zamanda kültürel ve ahlaki bir seferberlik gerektirir. Her birey, kendi alanında dürüstlük ilkesini korumalı, haksızlığa karşı sesini yükseltmelidir. Ancak o zaman hem ekonomik hem toplumsal çöküşün önüne geçilebilir.
BÜYÜMEYE AŞIRI ODAKLANARAK SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMAYI ISKALIYOR MUYUZ?
Piyasa ve Devlet Dengesi: Son yazılarımızda adalet, yoksulluk, gelir dağılımı, yapısal reformlar ve sürdürülebilir kalkınma gibi temel sorunların yeniden tartışılması gerektiğine değindik. Neo-liberal yaklaşımın piyasa başarısızlıklarına çözüm üretmekte yetersiz kaldığı günümüzde, “görünmez el”e mi yoksa kriz anlarında devreye giren “görünen el”e, yani devlete mi daha çok ihtiyaç olduğu sorusu önem kazanıyor. Asıl mesele, devlet ve piyasa arasında doğru dengeyi kurarak uzun vadeli verimliliği, sürdürülebilir büyümeyi ve kalkınmayı sağlamaktır.
Sosyal Adalet ve Kapsayıcı Kalkınma: Kalkınmanın yalnızca büyüme oranlarına indirgenmesi, toplumsal sorunların çözümünü geri plana itiyor. Oysa gerçek kalkınma, kimsenin yaşam kalitesini düşürmeden refahı artırmayı hedefler. Milli gelirden adil pay alınması, yoksulluğun ve açlığın ortadan kaldırılması, fırsat eşitliğinin sağlanması ve bölgesel kalkınmanın desteklenmesi sosyal devletin asli görevidir.
Yapısal Reformların Zorunluluğu. Nitelikli ve sürdürülebilir kalkınma için yapısal reformlar ertelenmeden hayata geçirilmelidir. Kurumların kapasitesinin artırılması, hukukun üstünlüğünün tesis edilmesi ve demokratikleşmenin ilerletilmesi, kapsayıcı büyümenin temel taşlarıdır. Kalkınma politikaları, özgürlük, adalet, eşitlik ve dayanışma ilkeleri üzerine inşa edilmelidir.
Umutlu ve Güvenli Bir Gelecek: Bu adımlar atıldığında, özgür, adil ve güvenli bir Türkiye inşa etmek mümkün olacaktır. Sosyal devletin görevi yalnızca kriz anlarında devreye girmek değil; tüm topluma uzun vadeli bir vizyon sunarak umut ve istikrar sağlamaktır.
Gerçek kalkınma büyüme rakamlarından değil, insan hayatını iyileştiren adımlardan geçer.
TARIM VE GIDA GÜVENLİĞİ: GÖZ ARDI EDİLEN KRİZ
Bir zamanlar tarımda kendi kendine yetebilen nadir ülkelerden biri olan Türkiye, son yirmi yılda ciddi bir gerileme yaşadı. Küçük ölçekli üreticiler artan mazot, gübre, tohum ve ilaç maliyetleri karşısında ayakta durmakta zorlanıyor ve giderek üretimden çekiliyor. Alım fiyatlarının geç açıklanması veya maliyetleri karşılamaması, çiftçinin plan yapmasını neredeyse imkânsız hâle getiriyor.
İklim değişikliğinin etkileri ise artık doğrudan hissediliyor. Kuraklık, aşırı yağış, don olayları ve verim kayıpları yalnızca raporların konusu değil; çiftçinin günlük hayatının bir parçası hâline gelmiş durumda. Tarımdaki bu yapısal gerileme, gıda enflasyonunu körüklüyor, kırsal yoksulluğu derinleştiriyor ve ithalata bağımlılığı artırıyor.
Türkiye bugün buğday, ayçiçek yağı, bakliyat ve hatta canlı hayvan gibi birçok temel üründe dışa bağımlı hâle gelmiş durumda. Bu kırılganlık, küresel piyasalardaki fiyat dalgalanmalarını iç piyasada doğrudan bir krize dönüştürüyor ve ülkeyi gıda güvenliği açısından savunmasız bırakıyor.
EĞİTİMDE KALİTE KAYBI VE BEYİN GÖÇÜ
Eğitim, uzun vadeli kalkınmanın ve toplumsal refahın temel taşıdır. Ancak Türkiye’de eğitim sistemi, yıllardır süregelen politik müdahaleler nedeniyle istikrarsız bir yapıya büründü. Sürekli değişen müfredatlar, sınav sistemleri ve yönetim anlayışları hem öğrencilerde hem de öğretmenlerde belirsizlik yaratarak eğitimin niteliğini zayıflattı.
Bugün Türkiye, PISA gibi uluslararası değerlendirmelerde okuma, matematik ve fen okuryazarlığında OECD ortalamasının gerisinde kalıyor. Mesleki eğitimin yetersizliği, iş gücü piyasasında ara eleman açığını derinleştirirken; üniversite mezunları arasında artan işsizlik, “diplomalı işsizlik” olgusunu kalıcı hâle getiriyor. Sonuçta gençler umutsuzluğa sürükleniyor, nitelikli bireyler yurt dışına göç ediyor. Beyin göçü yalnızca ekonomik bir kayıp değil, aynı zamanda ülkenin entelektüel ve sosyal sermayesinin erimesi anlamına geliyor.
Gençlik Krizi ve NEET Gerçeği: Türkiye’de ne eğitimde ne de istihdamda (NEET) olan gençlerin oranı %30’la seviyesine ulaşmış durumda ve bu, OECD ortalamasının (%14,1) iki katından fazla. Gençlerin eğitimden kopması ya da mezun olduktan sonra iş bulamaması, onları sistemin dışına itiyor. Bu yalnızca bir işsizlik sorunu değil; toplumsal dışlanma, aidiyet kaybı ve sosyal risklerin büyümesi anlamına geliyor.
NEET gençler arasında umutsuzluk, yalnızlık, psikolojik sorunlar ve radikalleşme eğilimleri daha yaygın görülüyor. Bu gençler ekonomik büyümenin dışında kaldıkları için potansiyel üretkenlik de atıl kalıyor. Bu durum yalnızca bugünün değil, yarının da kaybı demektir.
ULUSLARARASI KALKINMA ENDEKSLERİNDE ALARM ZİLLERİ
Kalkınma yalnızca ekonomik büyüme oranları ya da kişi başına gelirle ölçülemez. İnsanların kaliteli eğitime erişebilmesi, uzun ve sağlıklı bir yaşam sürebilmesi, cinsiyet eşitliğinin sağlanması ve özgürlüklerin güvence altında olması da kalkınmanın temel unsurlarıdır. Bu nedenle ulusal ve uluslararası kuruluşlar, kalkınmayı giderek daha kapsayıcı ve sürdürülebilir bir çerçevede değerlendirmektedir.
Gerçek refah, yüksek gelirle birlikte nitelikli eğitim, güçlü bir sağlık sistemi, adaletin etkin işleyişi, temiz bir çevre ve güvenli bir sosyal ortamla mümkündür. Türkiye’nin kalkınma düzeyini yükseltmesi için insanı merkeze alan, fırsat eşitliğini gözeten, beşeri sermayeyi geliştiren ve yoksulluğu azaltan politikaları hayata geçirmesi gerekmektedir.
Ne var ki Türkiye, son yıllarda birçok uluslararası sıralamada gerileme yaşıyor. Basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, eğitim kalitesi, şeffaflık ve demokratik standartlar gibi alanlardaki düşüş, yalnızca iç siyaseti değil, dış yatırımcıların algısını da olumsuz etkiliyor. Bu gidişat, kalkınma hedeflerini geciktiriyor ve sürdürülebilir büyüme potansiyelini zayıflatıyor.
Türkiye’nin yeniden yükselişi, insan odaklı kalkınma vizyonunu hayata geçirerek eğitimden adalete, özgürlükten şeffaf yönetime kadar her alanda güveni ve kaliteyi yeniden tesis etmekle mümkün olacaktır.
SOSYAL AYRIŞMA: KAYBOLAN ORTAK PAYDA
Türkiye, son yıllarda giderek derinleşen bir kutuplaşma yaşıyor. Siyasi, ideolojik ve yaşam tarzı farklılıkları, toplumu adeta karşıt kamplara ayırmış durumda. Bu ayrışma yalnızca siyaset sahnesiyle sınırlı kalmıyor; sosyal ilişkileri, komşulukları, hatta aile bağlarını bile zedeliyor. Birbirini anlamaya çalışan sesler, hoşgörüsüzlük ve önyargının duvarlarına çarpıyor.
Tıpkı Kassandra’nın kehanetleri gibi, bu sosyal erozyonun toplumsal barışı tehdit ettiği uyarıları da çoğu zaman görmezden geliniyor. Sosyal medyada yayılan nefret söylemleri, kutuplaşmayı besleyen siyasi retorikler ve “öteki” kavramını sürekli yeniden üreten dil, toplumun en büyük zenginliği olan çok sesliliği yavaş yavaş yok ediyor.
Herkesin kendi “gerçeğine” inandığı, ortak bir hikâyenin kalmadığı bir toplumda sağlıklı bir gelecek kurmak giderek imkânsız hâle geliyor. Toplumsal barışın yeniden inşası, ortak değerlerde buluşmayı, farklılıkları zenginlik olarak gören bir anlayışın hâkim kılınmasını ve diyalog kanallarının güçlendirilmesini zorunlu kılıyor.
Toplumsal barış, farklılıklarımızı düşmanlık değil zenginlik gördüğümüzde mümkün olacak.
ÇEVRESEL FELAKETLER: GÖZ ARDI EDİLEN UÇURUM
Türkiye, iklim krizinin etkilerini en derinden hissedecek ülkelerden biri olmasına rağmen, çevresel sorunlar hâlâ kalkınma ve ekonomik büyüme hedeflerinin gerisinde kalıyor. Orman yangınları, betonlaşmanın yol açtığı seller ve denizlerdeki müsilaj felaketleri, doğanın giderek yükselen çığlıkları hâline geldi. Bu olaylar, yıllardır yapılan uyarıların ve bilim insanlarının dile getirdiği risklerin somutlaşmış hâlidir.
Ne yazık ki, tıpkı Kassandra’nın Troya’nın yıkımına dair uyarılarının dikkate alınmaması gibi, çevrecilerin ve bilim insanlarının ikazları da çoğu zaman görmezden geliniyor. Kısa vadeli ekonomik çıkarlar uğruna ekosistemler feda ediliyor, kâr odaklı projeler doğal yaşam alanlarını yok ediyor. Bu yaklaşım sürdürülebilir kalkınma hedeflerini kâğıt üzerindeki temennilerden öteye taşıyamıyor.
Doğanın uyarılarını dikkate almak, gelecek nesillere bırakabileceğimiz en büyük mirastır.
SONUÇ: ÇIKIŞ YOLU KASSANDRA’YI BU KEZ DİNLEMEK
Türkiye, ekonomik kırılganlıktan sosyal ayrışmaya, eğitimdeki kalite kaybından çevre felaketlerine kadar çok boyutlu bir kriz sarmalında. Bu sorunlar birbirini besliyor ve çözümler ertelendikçe maliyet giderek artıyor. Gerçeklerle yüzleşmek acı verici olabilir; ancak onları görmezden gelmek, gelecekte çok daha ağır bedeller ödetir.
Çıkış yolu; liyakatli kadroların, güçlü kurumların ve adil bir ekonominin inşasından geçiyor. Eğitim sistemi nitelikli işgücü yetiştirecek biçimde yeniden düzenlenmeli, tarım ve sanayi politikaları verimlilik odaklı kurgulanmalı, gelir dağılımındaki adaletsizlikler giderilmeli ve toplumsal barış yeniden tesis edilmelidir. Hukukun üstünlüğü, şeffaflık, basın özgürlüğü ve demokratik haklar güçlendirilerek güven ortamı yeniden sağlanmalıdır. Ekonomi, rant yerine üretim ve inovasyona odaklanmalı; kamu maliyesinde disiplin ve vergi adaleti tesis edilmelidir.
Bu adımlar atıldığında Türkiye, kırılgan ve kısa vadeli büyüme modelinden çıkarak herkes için adil, üretken ve sürdürülebilir bir kalkınma yoluna girebilir. Kassandra’nın uyarısı aslında hepimize bir çağrıdır: Sessiz kalmayın, sorgulayın ve gerçeklerle yüzleşin. Bugün Kassandra’yı dinlemek, yarının krizlerini önlemenin ve umutlu bir geleceği kurmanın tek yoludur.
Çok Okunanlar

Pilotlar birlikte oldukları hostesleri WhatsApp'ta puanlamışlar

Can Holding'e atanan kayyum ile ilgili sürpriz iddia

Bahçeli'nin elini öpen Karadeniz'in görevden alınma sebebi çok başkaymış

DEM Partililer açılım komisyonunu terk etti!

Bordo Bereli Orkun Albay 'Komando Andı'yla Tutuklanırken...

Hikmet Çetin'den Özgür Özel ve Kılıçdaroğlu çıkışı

ChatGPT’de yeni dönem: Yaş sınırı geliyor

Kız öğrencilerin eşyaları yağmalandı, odalarına prezervatif bırakıldı

Özgür Özel- Kemal Kılıçdaroğlu zirvesi gerçekleşecek mi?

Emniyet içindeki güç savaşı mı?