Türkiye, mutfaktan cüzdana, pazardan sofraya uzanan derin bir geçim krizinin içinde sessiz ama yıkıcı bir toplumsal dönüşüm yaşıyor. Açlık sınırının 30 bin TL’ye, yoksulluk sınırının 100 bin TL’ye dayanması; temel gıda ürünlerindeki hızlı fiyat artışları ve asgari ücretin açlık sınırının dahi altında kalması, milyonlarca insanı “geçinmek” yerine “hayatta kalma” mücadelesine mahkûm ediyor. Resmî enflasyon ile halkın hissettiği gerçeklik arasındaki uçurum büyürken, mutfak enflasyonu dar gelirli haneleri her ay biraz daha derin bir borç ve yoksulluk sarmalına sürüklüyor. Ekonomik krizin artık yalnızca istatistiklerle değil, doğrudan sofralardaki eksilme ve cüzdanlardaki erimeyle görünür hâle gelmesi, geniş toplum kesimlerinin sağlıklı gıdaya ve temel ihtiyaçlara erişimini tehdit eden yapısal bir kırılmaya işaret ediyor.
TÜRK-İŞ’in Kasım 2025 verileri, bu kırılmanın boyutlarını çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. 22.105 TL’lik asgari ücretin yalnızca gıda için gerekli 29.828 TL’nin dahi gerisinde kalması, gelir adaletsizliğinin ne kadar derinleştiğini gösterirken, sağlıklı ve onurlu bir yaşamın giderek daha dar bir kesimin erişebildiği bir ayrıcalığa dönüştüğünü de gözler önüne seriyor. Gelir düzeyi düşük milyonlarca hane sağlıklı gıdaya erişemiyor; borçlanarak, besleyiciliği düşük ürünlerle yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Bu tablo artık ekonomik bir bozulmadan öte, sosyal dokuyu sarsan bir çöküşün habercisi niteliği taşıyor.
Bu koşullar altında sosyal belediyecilik uygulamaları, toplumun nefes almasını sağlayan en kritik dayanaklardan biri hâline geliyor. Kent lokantaları, uygun maliyetli kreşler, eğitim ve barınma destekleri gibi hizmetler yalnızca geçici birer çözüm değil; toplumsal dayanışmayı güçlendiren kalıcı sosyal politikalar olarak öne çıkıyor. Ancak bu hizmetlerin etkili ve sürdürülebilir olabilmesi, yerel yönetimlerin merkezi yönetim tarafından mali ve kurumsal açıdan desteklenmesine bağlı.
TÜRK-İŞ KASIM 2025 AÇLIK VE YOKSULLUK SINIRI VERİLERİ NE SÖYLÜYOR: Asgari Ücret Açlık Sınırının 7.723 TL Altında
TÜRK-İŞ’in Kasım 2025 verileri, Türkiye’nin mutfağında kaynayan gerçek krizi tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Dört kişilik bir ailenin sağlıklı beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması, yani açlık sınırı 29.828 TL’ye yükselirken; barınma, ulaşım ve diğer zorunlu giderlerle birlikte yoksulluk sınırı 97.159 TL’ye dayandı. Açlık ile insanca yaşam arasındaki mesafe her ay biraz daha açılırken, 22.105 TL’lik asgari ücret yalnızca mutfak masrafının bile 7.723 TL gerisinde kalıyor. Bu da geçim krizinin artık toplumun geniş kesimlerinde somut ve hissedilir bir gerçekliğe dönüştüğünün en net göstergesi.
Bekâr bir çalışanın yaşama maliyetinin 38.752 TL’ye çıkması, yalnız yaşayanların bile ekonomik baskıdan kaçamadığını ortaya koyuyor. Mutfak enflasyonunun aylık %4,98’e, yıllık %45,07’ye ulaşması ise ücretlerin artan fiyatlar karşısında eridiğini, kırılganlığın derinleştiğini doğruluyor. TÜRK-İŞ’in tabloya döktüğü bu veriler, yalnızca ekonomik bir durumu değil; toplumsal yapıyı tehdit eden daha büyük bir çöküşün habercisi niteliğinde.
TÜRK-İŞ’in çalışması, yalnızca ekonomik göstergeler sunmuyor; aynı zamanda toplumsal ve ahlaki bir çöküş tehdidinin eşiğine gelindiğini de veri tablosuyla gözler önüne seriyor:

Veriler sadece ekonomik bir tablo çizmiyor; toplumun günlük yaşamında derin yaralar açan bir pahalılığın kalıcı hâle geldiğini gösteriyor. Gıda, enerji ve barınma maliyetleri sert bir şekilde yükselirken; geçim sıkıntısı artık her evde, her sofrada kendini hissettiriyor.
Bu noktada resmi enflasyon ile vatandaşın yaşadığı gerçeklik arasındaki uçurum daha da dikkat çekici. TÜİK yıllık enflasyonu %31,07, gıda enflasyonunu ise %27,44 olarak açıklarken; ENAG’ın %56,82’lik yıllık artışı ve İTO’nun İstanbul için açıkladığı %38,28’lik oran, sahadaki fiyatların resmi rakamlardan çok daha hızlı arttığını ortaya koyuyor.
Kısacası, mutfakta kaynayan tencere rakamlardan daha gür bir sesle konuşuyor. Pazar filesi, market rafları ve her ay gelen faturalar, toplumun hissettiği enflasyonun TÜİK tablolarındaki kadar “ılımlı” olmadığını çok net anlatıyor. Krizin görünür yüzü artık herkesin elinin değdiği yerde: Sofrada, cüzdanda ve market arabasında.
HANELERİN GIDA SEPETİ: Bir Ailenin Yaşaması İçin Gerekli Maliyet Artık Sınırları Zorluyor
Açlık sınırı verileri, bir hanenin yalnızca beslenebilmek için bile nasıl ağır bir ekonomik yük altında kaldığını tüm açıklığıyla ortaya koyuyor. Dört kişilik bir ailenin asgari gıda harcaması Kasım 2025’te 29.828 TL’ye ulaştı. Bu rakam, yalnızca bir yıl içinde neredeyse iki katına yaklaşan artışıyla dikkat çekiyor.
Aile bireylerinin beslenme maliyetleri ise tabloyu daha da çarpıcı hâle getiriyor: Yetişkin erkek: 8.951 TL, Yetişkin kadın: 7.228 TL, 15–19 yaş genç: 8.839 TL ve Küçük çocuk: 4.808 TL. Her bir kalem, tek başına aile bütçesini zorlayan bir yük oluştururken, toplam gıda harcamasının asgari ücretin yaklaşık 1,4 katına ulaşması geçim krizinin en görünür hâlini mutfakta ortaya koyuyor.
Bu nedenle açlık sınırı yalnızca teknik bir gösterge değil; dört kişilik bir ailenin günde üç öğün sağlıklı beslenebilmesi için gereken gerçek, somut ve bilimsel olarak hesaplanmış maliyetin adı. 29.828 TL’lik bu tutar, ekonomik krizin en net şekilde sofralarda hissedildiğinin kanıtı niteliğini taşıyor.
MUTFAK ENFLASYONUNUN ANATOMİSİ: Sebze 80 TL, Meyve 108 TL, TASE 1120’ye Ulaştı
TÜRK-İŞ’in Kasım 2025 verileri, mutfaktaki yangının artık gizlenemez bir gerçek olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Sadece genel enflasyon oranları değil, en temel gıda ürünlerinin fiyatlarındaki artış da dar gelirli haneler için yükün ne kadar ağırlaştığını gösteriyor. Ortalama sebze kilogram fiyatı 74 TL’ye, meyve fiyatı ise 108 TL’ye ulaşmış durumda. İki grubun ağırlıklı ortalaması olan 84 TL ise, mutfağa giren her ürünün aile bütçesine nasıl bir baskı oluşturduğunu somut biçimde anlatıyor.
Kasım ayında mutfak enflasyonunun %4,98 artması, yılbaşından bu yana %41,48’e, son 12 ayda ise %45,07’ye ulaşması, fiyatlardaki yükselişin geçici değil; giderek derinleşen bir maliyet zincirinin sonucu olduğunu kanıtlıyor. Artış hızının aylara yayılan sürekliliği, mutfakta hissedilen yükün her geçen ay daha da ağırlaştığını gösteriyor.
Bu tabloyu en çarpıcı biçimde görünür kılan veri ise TASE (Açlık Sınırı Endeksi). Kasım 2025’te 1120,28 seviyesine çıkan endeks, 2023 yılı başında 332,93 idi. İki yıl içinde üç katından fazla artan bu endeks, dört kişilik bir ailenin sadece temel beslenme maliyetinin nasıl katlandığını en net şekilde ortaya koyuyor.
Market raflarında her gün değişen etiketler, eriyen alım gücü, vatandaşın temel gıdaya erişimde yaşadığı güçlükler… Bütün bu tablo, sahadaki gerçek enflasyonun resmî istatistiklerden neden bu kadar farklı olduğunu açıklıyor. Gıda fiyatlarındaki sert yükseliş gelir adaletsizliğini derinleştirirken, Türkiye’yi giderek daha belirgin bir gıda kriziyle yüz yüze bırakıyor.
Tüm göstergeler, milyonlarca çalışanın her ay açlık sınırına dayanan bir yaşam mücadelesi verdiğini doğruluyor. Asgari ücret artık bir çalışanın geçimini sağlama aracı olmaktan çıkmış durumda; “yaşanabilirlik” sınırını değil, “hayatta kalma” çizgisini bile karşılamayan bir noktaya gerilemiş durumda. Yoksulluğun sıradanlaştığı, geçim krizinin kalıcı bir toplumsal gerçekliğe dönüştüğü bir dönemden geçiyoruz.
ET FİYATLARI VE MALİYET ZİNCİRİNİN GÖRÜNMEYEN KATMANLARI
Et fiyatlarındaki hızlı yükseliş, uzun süredir Türkiye’nin en yakıcı gündem maddelerinden biri. Ancak bu artış, tek bir ürün grubuna özgü bir dalgalanma değil; gıda enflasyonunun bütününü besleyen, görünmeyen ama etkisi her geçen gün ağırlaşan çok katmanlı bir maliyet zincirinin sonucu. Et, piyasada en görünür fiyat kalemi olduğu için tartışmaların merkezinde yer alıyor; oysa gerçek fotoğraf, yemden enerjiye, döviz kurundan lojistiğe kadar uzanan geniş bir maliyet ağında saklı.
Türkiye’de yem maliyetlerinin yaklaşık %60’ının ithal girdilere dayanması, dövizde yaşanan her artışı doğrudan yem fiyatlarına, oradan da et ve süt ürünlerinden yumurtaya kadar geniş bir gıda yelpazesine yansıtır hâle getiriyor. Bu tabloya eklenen yükselen nakliye giderleri ve soğuk zincirdeki aksaklıklar, yalnızca hayvansal ürünlerin değil, sebze ve meyvenin de maliyetini yukarı taşıyor. Böylece et fiyatlarındaki artış, aslında gıda zincirinin tamamındaki yapısal kırılganlıkların en görünür yüzüne dönüşüyor.
Bu baskıyı hafifletmek için zaman zaman kısa vadeli müdahaleler devreye giriyor. Son bir ayda maliyet artışları ve şap hastalığının etkileriyle et fiyatlarına ortalama 60 TL zam gelirken, Et ve Süt Kurumu ile PERDER’in iş birliğiyle İstanbul ve Ankara’da bazı ürünlerin fiyatları yıl sonuna kadar sabitlendi: Dana kıyma: 485 TL, Kuşbaşı: 510 TL ve Tereyağı: 384 TL.
Bu adımlar tüketiciye geçici bir nefes aldırsa da, üretim zincirindeki yapısal maliyet baskıları çözülmedikçe kalıcı bir fiyat istikrarı sağlamak mümkün görünmüyor. Çözümün yolu, sadece fiyat sabitlemeleri değil; üretimden lojistiğe kadar tüm maliyet zincirini hedef alan bütüncül politikalardan geçiyor.
Sorunun derinliği küresel karşılaştırmalarla daha da belirginleşiyor. Brezilya, 2024’te yaklaşık 3 milyon ton sığır eti ihracatıyla dünya arzında güçlü bir paya sahip. Geniş mera alanları, düşük yem maliyetleri ve yüksek verimlilik, iç piyasada fiyat istikrarını koruyabilmesine olanak tanıyor. Avrupa’da ise modern üretim teknikleri ve güçlü tarımsal destekler maliyetleri kontrol altında tutuyor.
Türkiye’de ise tablo farklı:2024 yılı sığır eti üretimi 1,4 milyon ton seviyesinde. Küçük ölçekli üretim yapısı, Yüksek ithal girdi bağımlılığı, Artan lojistik maliyetleri ve Oynak döviz kuru maliyet artışlarının çok daha sert hissedilmesine yol açıyor. Bu nedenle küresel fiyat hareketleri Türkiye’de etkisini iki katıyla gösteriyor; içsel kırılganlıklar dış baskılarla birleştiğinde fiyat artışları katlanarak büyüyor.
Et fiyatları bugün yaşanan gıda krizinin yalnızca görünen kısmı. Asıl kriz, üretim zincirinin her halkasında biriken maliyet yüküyle çok daha derin, çok daha karmaşık ve giderek daha sürdürülemez bir noktaya doğru ilerliyor.
TÜRKİYE’DE ET ARTIK LÜKS: Tüketim Dünya Ortalamasının Altında, Protein Açığı Büyüyor
Türkiye, son yıllarda canlı hayvan ve kırmızı et ithalatını artırmasına rağmen, vatandaşın sofrasına yeterli miktarda et ulaştırmakta hâlâ zorlanıyor. Kişi başına yıllık kırmızı et tüketiminin 16,6 kilogramda kalması, bu sorunun en net göstergesi. OECD-FAO Tarım Görünümü 2024–2033 raporuna göre kırmızı et tüketimi OECD ülkelerinde 34,8 kg, Avrupa'da 34,5 kg, dünya genelinde ise 18,1 kg seviyesinde. Türkiye’nin tüm bu ortalamaların altında kalması, yalnızca üretim kapasitesindeki sınırlılığı değil, aynı zamanda ekonomik erişimdeki ciddi eşitsizlikleri de işaret ediyor.
Benzer tablo beyaz ette de kendini gösteriyor. Türkiye’de kişi başına yıllık beyaz et tüketimi 11,6 kilogram, OECD’de 21,8 kg, Avrupa’da 17,1 kg düzeyinde. Türkiye dünya ortalamasının biraz üzerinde olsa da gelişmiş ülkelerle arasındaki fark dikkat çekici.
Bu veriler, Türkiye’de et tüketiminin düşük kalmasının yalnızca üretim ve ithalat politikalarıyla açıklanamayacağını açıkça ortaya koyuyor. Gelir düzeylerinin düşüklüğü, hızla artan fiyatlar ve derinleşen ekonomik eşitsizlikler, etin giderek lüks bir gıda haline gelmesine yol açıyor. Fiyatlardaki sert yükseliş, özellikle çocuklar, yaşlılar ve kronik hastalığı olan bireyler için yeterli protein alımını zorlaştırıyor. Sağlıklı beslenmenin temel unsurlarından biri olan et, artık yüksek gelir gruplarının düzenli tüketebildiği bir ürün hâline geliyor. Bu durum, halk sağlığı açısından ciddi bir risk yaratırken, yoksulluğun en görünür biçimlerinden biri olarak beslenme yetersizliğini öne çıkarıyor.
Sahada karşılaşılan tablo da bu durumu doğruluyor: Birçok aile artık kırmızı eti düzenli tüketemiyor; hatta ayda bir kez bile et alamayan hanelerin sayısı hızla artıyor. Kırmızı et, giderek sofralardan uzaklaşırken, toplumun geniş kesimlerinin temel protein kaynaklarına erişimi sınırlanıyor.
Türkiye’de et tüketiminin artırılması ve erişilebilir hâle gelmesi ise ancak yapısal reformlarla mümkün görünüyor. Sürdürülebilir üretim modellerinin güçlendirilmesi, yem maliyetlerini düşürmeye yönelik politikaların devreye alınması, küçük ve orta ölçekli üreticinin desteklenmesi ve ithalata bağımlılığın azaltılması, hem fiyat istikrarı hem de sağlıklı beslenmeye erişim açısından kritik önem taşıyor.
Aksi hâlde et, sofradan önce toplumun sağlığından eksilmeye devam edecek gibi görünüyor.
TÜİK BAŞKA, ÇARŞI PAZAR BAŞKA SÖYLÜYOR: TÜİK-ENAG Enflasyon Makası Açılıyor
TÜİK’in Kasım 2025 verilerine göre yıllık enflasyon %31,07, gıda enflasyonu ise %27,44. Ancak aynı dönem için ENAG’ın hesapladığı yıllık fiyat artışı %56,82. Aradaki yaklaşık 25 puanlık fark, vatandaşın çarşıda–pazarda hissettiği pahalılıkla resmî enflasyon rakamları arasındaki uçurumun ne kadar açıldığını ortaya koyuyor.
Bu ayrışma, basit bir metodoloji tartışmasının ötesinde, geniş kitlelerin hayatını doğrudan etkiliyor. Ücret artışlarından emekli maaşlarına, sosyal destek programlarından kamu politikalarının kapsamına kadar pek çok kritik karar, TÜİK’in açıkladığı rakamlar üzerinden şekilleniyor. Oysa TÜRK-İŞ’in mutfak enflasyonu verileriyle birlikte değerlendirildiğinde, sahadaki fiyatların resmî göstergelerin çok üzerinde seyrettiği açıkça görülüyor. Pazardaki, marketteki ve mutfaktaki gerçek maliyet artışları, milyonlarca haneyi resmi rakamların söylediğinden çok daha sert vuruyor.
Aşağıda TÜİK ve ENAG’ın yıllık enflasyon verilerinin karşılaştırması yer alıyor:

ENAG’ın sahadan doğrudan topladığı veriler, özellikle gıda fiyatlarındaki artışın resmî enflasyonun çok üzerinde seyrettiğini gösteriyor. Bu nedenle açlık ve yoksulluk sınırı gibi hane bütçesini birebir etkileyen göstergeler, toplum açısından TÜİK’in genel enflasyon rakamlarından çok daha gerçekçi bir tablo sunuyor.
Sonuç olarak, resmî enflasyon ile vatandaşın hissettiği enflasyon arasındaki makas, ekonomik krizin toplumun farklı kesimleri tarafından nasıl deneyimlendiğini net biçimde ortaya koyuyor. Sabit gelirli milyonlar için enflasyon artık bir istatistik değil; pazarda, markette ve gelen her faturada kendini gösteren günlük bir yaşam mücadelesi. Gerçek enflasyon, cebin ve sofranın diliyle konuşuyor — hem de resmi rakamların çok ötesinde, çok daha yüksek bir tonda.
ORTALAMA GELİR ASGARİYE SIKIŞTI: Milyonlar Açlık Sınırında Yaşıyor
Türkiye’de gelirlerin yerinde saydığı, giderlerin ise hızla tırmandığı bir ekonomik düzende milyonlarca insan için yaşam, her geçen gün daha da sürdürülemez hâle geliyor. Asgari ücretin fiilen “ortalama ücret” konumuna gerilemesi, yüksek enflasyon ve alım gücündeki kesintisiz erimeyle birleştiğinde, geniş toplum kesimlerini açlık ve yoksulluk sınırlarının altında yaşamaya mahkûm ediyor. Bugün artık mesele ay sonunu getirmek değil; temel ihtiyaçları karşılayabilmek bile başlı başına bir mücadeleye dönüşmüş durumda.
Oysa asgari ücret, tanımı gereği, bir insanın temel ihtiyaçlarını karşılayacak asgari geliri ifade eder. Ancak 22.105 TL’lik mevcut asgari ücret, bırakın bir aileyi, tek bir çalışanın dahi insanca yaşamasına yetmiyor; açlık sınırının bile altında kalarak toplumsal dışlanmanın ve ekonomik çaresizliğin sembolüne dönüşüyor.
Üstelik sorun yalnızca işçi sınıfıyla sınırlı değil. Öğretmenler, hemşireler, memurlar, esnaf ve emekliler de aynı daralan gelir çemberinin içinde sıkışmış durumda. Yaşam koşulları farklı olsa da artık herkes aynı soruyu soruyor: “Nasıl geçineceğiz?”
Bu soru, bireysel bir arayış olmaktan çıkmış; toplumun geniş kesimlerinde hissedilen ortak bir çaresizliğin, hatta sessiz bir toplumsal isyanın ifadesi hâline gelmiş durumda.
Mevcut ekonomik tablo, sadece alım gücünün eridiğini değil, aynı zamanda toplumun genel yaşam standardının hızla gerilediğini gösteriyor. Asgari koşulları bile karşılamayan gelir düzeyleri, milyonlarca insanı güvencesiz, kırılgan ve geleceğe dair umutlarını yitirmiş bir yaşamın içine itiyor. Ekonomik kriz artık rakamların değil, doğrudan insanların hayatlarının diliyle konuşuyor — ve bu dil her geçen gün daha sert bir hâl alıyor.
SONUÇ: Kriz Derinleşirken Çözüm, Sosyal Devleti Güçlendiren Siyasi İradeden Geçiyor
Türkiye’nin mutfağından pazarına, ücretlerinden temel yaşam maliyetlerine uzanan tablo artık geçici bir dalgalanma değil; toplumsal eşitsizlikleri derinleştiren yapısal bir krizin kalıcılaştığının açık göstergesi. Açlık sınırının altında yaşamaya zorlanan milyonlar, raflarda her gün yenilenen zamlarla değil, yıllardır biriken adaletsizlikle mücadele ediyor. Gerçek enflasyon sofralarda, geçim sıkıntısı hayatın her anında hissedilirken, insanca yaşamak giderek daha dar bir kesimin erişebildiği bir ayrıcalığa dönüşüyor.
Bu gidişatı tersine çevirmek, ancak gelir adaletini önceleyen, üretimi güçlendiren ve sosyal devleti yeniden ayağa kaldırmayı hedefleyen güçlü bir siyasi iradeyle mümkün. Aksi hâlde bugün yaşanan geçim krizi, yarının çok daha ağır bir toplumsal çöküşüne zemin hazırlayacaktır.
Gıda fiyatlarındaki sert yükseliş, ekonomik dengesizliğin artık her hanenin mutfağında görünür hâle geldiğini açıkça ortaya koyuyor. Açlık sınırının 30 bin TL’ye, yoksulluk sınırının 100 bin TL’ye dayanması; milyonlarca insanın yalnızca geçinmekte değil, sağlıklı beslenebilmekte bile zorlandığını gösteriyor. Reel ücretlerdeki erimeyle birleşen mutfak krizi, asgari ücretli için yaşamı günlük bir hayatta kalma mücadelesine dönüştürüyor.
Bu koşullar yalnızca bugünün tablosunu değil, yarının beslenme, sağlık ve eğitim sorunlarını da büyütüyor. Üretimden tüketime uzanan zincirin tamamı maliyet baskısı altındayken kalıcı fiyat istikrarı mümkün görünmüyor. Türkiye tam da bu nedenle kritik bir eşikte:
Ya tarım, üretim, lojistik ve sosyal destek politikalarını güçlendirerek kırılganlığı azaltacak ya da daha fazla insanın sağlıklı gıdaya erişemediği derin bir eşitsizlik sarmalına sürüklenecek.
Mutfakta yaşanan kriz, yalnızca bugünün geçim sıkıntısı değil; ülkenin geleceğini şekillendiren yapısal bir kırılma. Atılan her gecikmiş adım, sosyal maliyeti biraz daha büyütüyor. Bu nedenle ihtiyaç duyulan şey, gıda enflasyonunu “yönetmeye” çalışan geçici çözümler değil; sorunu kaynağında çözen güçlü bir sosyal devlet anlayışı.
Bugün milyonlarca hane sağlıklı gıdaya ulaşamazken, ucuz ama besleyici olmayan ürünlerle yaşamını sürdürmek zorunda kalıyor. Bu durum artık yalnızca bir ekonomik kriz değil; toplumsal sürdürülebilirliği tehdit eden ciddi bir alarm. Toplumun merkezi ve yerel yönetimlerden beklentisi bu nedenle açık: Daha güçlü sosyal politikalar, daha kapsayıcı destek mekanizmaları ve daha adil bir gelir dağılımı.
Asgari ücretin ortalama ücrete dönüştüğü, milyonların açlık ve yoksulluk sınırında yaşadığı bir dönemde, hem merkezi hem de yerel yönetimlerden beklenti hiç olmadığı kadar yüksek. Kent lokantaları, kreşler, barınma ve eğitim destekleri gibi sosyal belediyecilik uygulamaları sahadaki ihtiyaca karşılık veriyor; ancak bu hizmetlerin etkili ve sürdürülebilir olabilmesi, merkezi yönetimin mali ve kurumsal desteğiyle mümkün.
Daha adil, eşitlikçi ve kapsayıcı bir Türkiye, merkezi ve yerel yönetimlerin uyum içinde çalıştığı; günlük sıkıntıları değil, uzun vadeli toplumsal refahı önceleyen bir anlayışla kurulabilir.
Mesele artık “asgari” ile yetinmek değil; her yurttaşın onurlu ve sağlıklı bir yaşamını güvence altına alacak bir düzen inşa etmek. Türkiye’nin geleceği yoksulluğa değil adalete, çaresizliğe değil umuda yazılabilir — yeter ki ekonomik ve sosyal politikalar toplumun gerçek ihtiyaçlarıyla buluşsun.
Çok Okunanlar
Türkiye'nin yeni il adayları belli oldu
Kılıçlı yemin sonrası ihraç edilen teğmen bakkal oldu
Uzman çavuş bacanağını öldürdükten sonra intihar etti: Evlilik sözleşmesi detayı
Memur ve emeklinin alacağı zam büyük ölçüde netleşti
Erdoğan talimatı verdi! O suçlar kapsam dışı
Ali Yerlikaya bu kez Bülent Turan'ı uçağa almadı
Türkiye Google'da en çok bunları aradı!
'Peşmergeye alan açmak vatana ihanet suçudur'
Güllü'nün ölümündeki bilmece sürüyor
Yeni anayasa hazırlığı yapan Erdoğan'a DEM'den kötü haber!