Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
48,1615
Dolar
Arrow
41,1780
İngiliz Sterlini
Arrow
55,6235
Altın
Arrow
4755,0000
BIST
Arrow
11.288

Gerçekten farkı olmayan sahtelik

Dr. Adem Şentürk yazdı... Gerçekten farkı olmayan sahtelik

Gerçekten farkı olmayan sahtelik

Dr. Adem Şentürk

Sanat eserleri – ister film ister roman olsun – yalnızca düz bir anlatı değil, aynı zamanda hayatın yeniden yorumlanmasıdır. Bir sanatçı, gerçek yaşamdan yola çıkarak kurguladığı eserinde kendi bakış açısını, kendi sesini ortaya koyar. Bu nedenle sanat, yalnızca bir tüketim nesnesi değil; bireyin kendisini ve toplumunu sorgulaması için bir araçtır.

Günümüzün hiper-iletişim çağında bireysel sesler giderek silikleşiyor; herkes farklı görünse de benzer şeyler söylüyor ve kendisini beğeni, takip sayısı gibi başarıyı sayılara indirgeyen ölçütlerle tanımlıyor. Bu ortamda özgün sesi olan sanatçılar ve onların eserleri daha da değerli hâle geliyor.

Geçen hafta uzun zamandır görmediğim bir ailenin düğününe gittim. Yıllar sonra karşılaştığım insanları ilk bakışta tanıyamadım ama seslerinden tanıdım. Ses benzersizdir; kimin olduğunu ele verir. Düşünün: Herkesin aynı sesle konuştuğu bir dünya… Bu başlı başına bir distopya olurdu. Bugün biçimler farklı görünse de içerik tekdüze: İnsanlar kendi seslerini bastırıp başkalarının sesini benlik sanıyor.

Sanatın dönüştürücü gücü tam da burada devreye giriyor. Bir sinema eleştirmeniyle yaptığım bir sohbette bana, “Yönetmenler, filmleri hakkında yazılanların bazılarını okusa ‘Ben bunu anlatmadım’ derdi” demişti. Ben de şöyle cevapladım:

“Sanat, yönetmenin niyetine indirgenemez. Jacques Tati’nin dediği gibi, film sinema salonundan çıktıktan sonra başlar. Sanatın görevi tüketim değil, dönüşümdür. Eleştirmen, kendi yorumuyla yeni sorgulama alanları açtığında izleyicinin tek tipleşme tehlikesi ortadan kalkar. Yanlış fikir bile değerlidir; çünkü düşünmeyi tetikler. Eleştirinin amacı, yönetmenin bakışını tekrarlamak ya da açıklamakla sınırlı olmamalı; öyle olsaydı yönetmen, ne anlatmak istediğini film sonrası bir metinle aktarır ve ‘yanlış’ yorumları engellemiş olurdu.”

İnci Aral’ın 2015’teki bir söyleşisi aklıma geliyor. Bir kitap fuarında imza gününe katılmış. Yan tarafında, o dönem en çok satanlar listesinde birinci sırada yer alan A isimli yazarın yayınevi standı varmış. Yetkililere, “Neden en çok satan yazarınıza imza günü düzenlemiyorsunuz?” diye sormuş. Onlar da “Öyle bir yazar yok ki” demiş ve eklemişler: “Sosyal medyada en fazla beğeni alan gönderileri topluyoruz; üç-dört editör bunlardan bir kolaj yapıyor ve X adıyla yayımlıyoruz.” İnci Aral çok şaşırmış.

Bu durum, bugün zincir kitapçıların raflarında ya da internet sitelerinin “çok satanlar” listelerinde, özellikle popüler psikoloji kategorisinde de görülüyor. Yazmak ve sanat, bir iddia sahibi olan kişinin yaşamı anlamak, toplumu değiştirmek ve kendi sesini duyurmak için bir yöntem iken; şimdilerde insanların duymak istediklerini söyleyen, sahte ve içi boş bir tatmin aracına dönüşebiliyor. Bir amaç olmaktan çıkıp araca indirgenen sanat düşüncesi başlı başına bir distopya değil midir?

Eğer tüm müzelerdeki eserler bir gecede sahte kopyalarla değiştirilseydi, büyük ihtimalle çoğu ziyaretçi fark etmezdi. Bu durum, sanatın artık otoritelerin güvencesi altında tüketilen bir vitrin nesnesine dönüşmesini hatırlatıyor. Meşhur Louvre Müzesi, Fransız Devrimi sonrası kuruldu ve devrim otoritesinin fikirlerine uygun olan eserler sergilendi. Bu, düşünmeyi bir kalıba sokmak değil midir? Belli bir otoritenin süzgecinden geçen bir kalıp içinde düşünmek ne kadar özgürlüktür? Oysa sanat, insanı dönüştürmeli, özgürleştirmeli. Aksi hâlde yalnızca görünürde elitlik sağlayan bir gösteri aracına dönüşür.

Bu nedenle yazılarımda amacım, samimi bir ses olmak; toplumun daha iyiye gitmesine katkı sunmak ve sanat eserlerinden yola çıkarak “gerçeğe” dair sorgulamalar açmak olacak. Çünkü sağlam bir toplum, sorgulayan bireylerden oluşur.

Birey nasıl ortaya çıkar? Öncelikle alıştığı kalıpları sorgulayarak. Günümüzde sahteyle gerçeğin bu kadar kolay eşitlenebilmesi, belki de emeğin değerinin yeterince bilinmemesinden kaynaklanıyor. Aleksey German Jr.’ın Dovlatov filminde olduğu gibi, zor şartlarda yaşayan ve toplumunun sorunlarını yazıya döken insanlar çoğu zaman dışlanır. Buna rağmen birliğe katılıp yazılarını yayımlatmak isterler; fakat karşılarına çoğunlukla “etliye sütlüye dokunmayan”, çağını aşma iddiasıyla soyutluğa sığınan entelektüeller çıkar.

Üretmenin gerçeğinin yerini imajın sahteliği aldığında, filmdeki gibi vasatlaşan bu sistemde uyumlu olduğu için etkili yer kaplayan kişiler ortaya çıkar. Dovlatov’un eserlerini değerlendiren karakter –aslında ürologdur ve yazarlığa yalnızca imaj için heveslidir– saçma sapan konuşunca Dovlatov ortamdan ayrılır. Tam o sırada bu kişi, “İhtiyacın olursa prostat muayenesine gel,” der. Dovlatov alayla, “Yazarlar birliğine girmek için yeni bir kriter mi bu?” diye sorar. Ürolog ise, “Hayır, ben zaten ürologum,” diyerek konuyu kapatır.

Bu durum bize şunu düşündürmeli: Emekle kazanılmış bir değerin itibarsızlaşması, yalnızca sahte olana değil, onu ayırt edecek toplumsal bilincin yokluğuna da işaret eder. Eğer emeğin kıymeti bilinmezse, hakikatin yerini gösteriş; anlamın yerini gürültü alır.

Gerçek bir entelektüel hayat ancak kendi sesini bulmuş bireylerin varlığıyla mümkündür. Aksi hâlde ortada yalnızca içi boşaltılmış semboller, tekrar eden sloganlar ve birbirini taklit eden düşünceler kalır. Ve biz, bu gürültünün içinde gerçeği bulmakta giderek daha fazla zorlanırız.


Haber Kaynağı : 12punto

Wodo Network