Yeni anayasa söylemi sahtedir: 'Terörsüz Türkiye' diyenler önce 'Hukuklu Türkiye' demeli
İstanbul Barosu Başkanı, Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. İbrahim Ö. Kaboğlu, baroya yönelik baskıları ve yeni anayasa tartışmasını değerlendirerek, “Hukuksuz Türkiye asla huzurlu bir toplumun ortaya çıkmasını sağlayamaz. Asla barışçıl bir toplum kurulamaz. ‘Terörsüz Türkiye’ diyenlerin önce ‘Hukuklu Türkiye’ demesi gerekir” ifadelerini kullandı.

SÖYLEŞİ: SERCAN MERİÇ
Türkiye’de yargı ve siyaset ilişkisi tartışılmaya devam ediyor. Muhalif politikacılar, muhalif belediye bürokratları, gazeteciler, aydınlar, akademisyenler adliye ve hapishaneler arasında mekik dokumaya devam ediyor. İstanbul Barosu ve birçok avukat da yargı sopasıyla karşı karşıya… Baro, avukatların tutuklanmasına tepki göstererek, bugün 13.00’te “Avukat tehlikede ise adalet de tehlikede” sloganıyla Çağlayan Adliyesi’nden İstanbul Barosu’na bir protesto yürüyüşü gerçekleştirecek.
Bu protesto öncesinde İstanbul Barosu Başkanı ve Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu ile son dönemdeki gelişmeleri konuşmak için bir araya geldik. Son olarak Tekin Yayınevi’nden “Anayasal Bilgilenme ve Kamuoyu” kitabı okurlarla buluşan Kaboğlu, mevcut durumu ‘anayasal yıkım’ olarak nitelendiriyor. Yeni anayasa çağrılarını ‘sahte’ bulduğunu belirten Kaboğlu, “Önce mevcut anayasaya saygı gösterin” diyerek, hukuksuzluğun Türkiye’yi kaçınılmaz olarak yoksulluğa sürüklediği uyarısında bulunuyor.
Bir süredir Anayasa ile ilgili kitaplar kaleme alıyorsunuz. Son olarak Anayasal Bilgilenme ve Kamuoyu kitabını okurlarla buluşturdunuz. Bu kitapları kaleme alma amacınız nedir?
Anayasal Bilgilenme ve Kamuoyu, hiç öngörülmediği biçimde, 15 Temmuz Anayasası'nın uzantısı niteliğini taşıdı. Çünkü 15 Temmuz Anayasası adını verdiğim süreç, olağanüstü ortam ve koşullarda bilgi kirliliği eşliğinde ve dayatılarak oluşturulmuştu. 200 yıllık anayasal ve siyasal birikim bir anda tasfiye edilmek istenmişti. Aradan geçen 6-7 yıllık uygulamada, 15 Temmuz Anayasası kitabında yer alan görüşler ne yazık ki teyit edilmiş oldu. Onun getirdiği kurumsal yapıyı sürdürebilmek için anayasal bilgi kirliliğinde yeni bir aşamaya geçildi, ben de o nedenle, “Hayır, ilk koşul doğru bilgi” diye bir tür sloganının ötesine geçen fikirsel yaklaşımla bu kitabı yazdım. Sonra İstanbul Barosu Başkanlığı gündeme gelince benim ilk söylemim şu oldu: Bu anayasal yıkım karşısında seyirci kalamam. Bunca isteğin de var olduğu bir ortamda bu göreve geldim.
İstanbul Barosu’na yönelik baskılar da siz başkanlığa geldikten sonra arttı…
Burada bizim baro olarak söylemimiz ve eylemimiz hep hukuku etkili kılmak şeklinde oldu. Herkes için, her zaman, her yerde hukukun geçerli olduğu bir Türkiye'ye katkıda bulunmak. Zaten baroların da görev ve yetkileri avukatlık yasasına göre, hukukun üstünlüğünü savunmak ve insan haklarını korumaktır. Baroda çok yoğun bir çalışma sürecine girdik. Ama ikinci ayında bize dur dendi. “Biz sizin hukukun üstünlüğünü savunan, insan haklarını koruma görevini üstlenen kurum olarak bunu yapmanızı değil, mahkeme önünde hesap vermenizi istiyoruz” dendi. Bu açıdan 6 aydır biz hem baro yönetimi olarak hukuku etkili kılmak için çalışmaktayız hem de baroyu hukuk dışı operasyona karşı koruma mücadelesi içerisindeyiz. Savunma mesleği olarak hem bütün yurttaşların hak ve özgürlüklerini korumaya çalışıyoruz, devlet organlarına hukukun üstünlüğünün ne olduğunu anlatmaya çalışıyoruz hem de savunma kurumunun savunmasını yapıyoruz.
19 Mart Operasyonu’nun ardından belediye başkanlarının ve bürokratların avukatlarının da tutuklanmasına tanıklık ediyoruz. Bunu nasıl okumak gerekiyor?
Yine 10 yıl geçmişe gidersek birkaç önemli husus bugüne nasıl geldik sorusuna yanıt oluşturuyor. 10 yıl önce, 7 Haziran 2015'teki seçim sonucunda Adalet ve Kalkınma Partisi çoğunluğu kaybetti. Ama sonucu kabul etmedi. Kabul etmediği için seçimleri bir tür anayasal darbe yaparak Cumhurbaşkanı, Anayasa madde 116'yı koşulları mevcut olmadığı halde referans alarak seçimleri yineledi. Yani tekrar etti. Tabii ki 2015 yazında neler yaşandı, o konuya girmeyeceğim. Toplu katliamları hatırlatmaya çalışıyorum. 1 Kasım'dan itibaren, seçimlerinden sonra, Türkiye ne yazık ki yeni bir döneme tırnak içinde girdi. Ve orada Adalet ve Kalkınma Partisi grup başkanvekili dedi ki: “Eğer ulusal ölçekte çoğunluğa biz sahipsek, diğer demokratik yolla belirlenen gruplar da siyasal eğilim açısından bizim doğrultumuzda olmalı.” Röportajı yapan meslektaşınız, “Peki ya olmazsa?” diye sordu. O kişi de “Değilse meşru değil” cevabını verdi. “Ben TBMM'de çoğunluğu elimde tutuyorum, o zaman İstanbul Belediye yönetimi de benim çoğunluğumu yansıtmalı” görüşü olarak özetlenebilir... Üniversitelerde zaten durum ortada. Bilimsel kuruluşların demokratik özerkliği kaldırıldı.
Peki, sıra neye geldi?
Kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşları, değindiğiniz TMMOB, Türk Tabipleri Birliği... Zaten bunlar hep gündeminde olmuştu bu partinin. Ve barolar da ana hedefti. 2020'de 7249 sayılı Yasayla baroların bölünmesi sağlandı. Numaralı barolar açıldı. Ankara ve İstanbul'da kurulan 2 no'lu barolar, bunun ürünü.
Arzulanan sonuç da oluşmadı iktidar açısından…
Evet, o dönemde TBMM’de ona en çok karşı çıkan vekil, hem yasama süreci, hem Anayasa Mahkemesi’ne götürmek bakımından ben oldum. Olmamalıydı bu. Fakat bu 5 yıllık uygulama yasa yoluyla operasyonun başarıya ulaşmadığını gösterdi. Şimdi bir şey daha hatırlatayım. 2019'da İstanbul'da ilk kez 25 yıl sonra belediye Cumhuriyet Halk Partisi'ne geçince, zamanın Cumhurbaşkanı “Topal ördek, çünkü Belediye Meclisi'nde çoğunluk bize ait” dedi. Nitekim Yüksek Seçim Kurulu'na seçimi iptal ettirildi. Tekrar seçimler yapıldı. Burada tabii kayyum uygulamalarına girmeye gerek yok. Onlar da tümüyle, yani yalnızca antidemokratik değil, kayyum uygulaması Anayasa'nın 127’nci maddesine de tümüyle aykırı.
2023’te de çok kirli bir seçim sürecine tanıklık ettik…
2023 seçimlerinde ulusal ölçekte siyasal iktidarın el değiştireceğine dair inanç çok yüksekti. “Siyasal münavebe” diyoruz buna. Hatta Adalet ve Kalkınma Partisi de seçimleri kaybedeceği yönünde birçok işaret vermişti. Fakat tabii ki yarışma koşulları eşit değildi ama olmamanın ötesinde ne yapıldı? “Ama montaj, ama şu, ama bu” dendi ve seçimler alındı. O 14 Mayıs 2023 seçimlerinden sonra, 31 Mart 2024 seçimlerine kadar bir diyalog yolu, normalleşme yolu denendi. Fakat ne zaman ki 31 Mart 2024'te yerel yönetimler çok büyük ölçüde muhalefete geçti ve CHP birinci parti konumuna geldiyse, o zaman aslında AKP ve Cumhur İttifakı da 2028'e yönelik olarak yeni operasyonlar tasarlamaya başladı.
Gündemde yeni bir Anayasa tartışması de mevcut. Cumhur İttifakı’nın bu işi TBMM’de bitirme arzusunda olduğu öne sürülüyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz yeni anayasa gündemini?
Bir kez tabii ki benim nitelememle de 8 yıl önce yapılan anayasa değişikliği, bir Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olmayıp bir kurgudur. Cumhurbaşkanlığı ve hükümetin tek kişinin ellerine teslim edildiği bir kurgudur. O tek kişi parti başkanı da olunca demek ki bizim anayasamızda yer alan yasama, yürütme ve yargının orta ayağı olan yürütme lağvedildi aslında. Yürütme lağvedilince bununla ilgili Anayasa’ya konulan hükümler otoriter hükümler. Çünkü hiçbir demokratik devlette yürütme hesap vermekten bağışık tutulmaz. Bugün siyasal sorumluluğu bulunan bir yürütme bulunmamaktadır. Şimdi bu açıdan anayasamızda insan hak ve özgürlüklerine ilişkin hükümler vardır. Onlar varlığını, yürürlüğünü sürdürüyorlar. Eğer biz demokrasiyi, normatif altyapısını insan haklarının oluşturduğu bir rejim olarak kabul edersek, bu olumludur. Ama demokratik mekanizmalar açısından yürütme ve yasamanın karşılıklı denge ve denetim düzenekleri bağlamında bir erkler ayrılığı bulunmamaktadır. O nedenle parti başkanlığı yoluyla devlet başkanlığı ve yürütme keyfi bir alan yaratmıştır. Mesela “silkelenecek” diyor. Gerçekten hukuk dışı silkeleniyor. “Teğmenler temizlenecek” diyor, temizleniyor. “Büyük turp henüz çıkarılmadı” diyor, gerçekten öbür gün jandarma ordusu, polis ordusu, Ekrem İmamoğlu’nun evinin etrafını sarıyor, Vatan Caddesi’nin etrafını dolduruyor, Çağlayan Adliyesi’nin etrafını kuşatıyor.
Demokratik kamuoyunun da endişesi bu gidişatta yapılacak bir anayasanın ülkeyi nereye sürükleyeceği yönünde…
Şimdi ne olmuş oldu? 8 yıl önceki anayasa değişikliği... Olumlu tarafı, demokratik mekanizmanın temelleri var, özgürlükler duruyor. Fakat demokratik mekanizmalar kaldırıldığı için özgürlükler saygı görmüyor. O mekanizmaların kaldırılması keyfi bir uygulamaya yol açmış bulunuyor ve Türkiye bugün hukuksuz bir alana sürüklenmiş oluyor. Bu nedenle bu iki şeyle yürütülüyor. İki sözcükle, deyimle özetleyebileceğim mecrada. Bir; anayasal bilgi kirliliğiyle yürütülüyor, iki; anayasayı ihlal yoluyla yürütülüyor. İşte bu nedenle yeni anayasa söylemi tamamen sözde ve sahte bir anayasa söylemidir. Bu bakımdan zaten “darbe anayasası” ve “sivil anayasa” kavramları da bir anayasal gerçeklikle örtüşmemektedir. Bu bakımdan üç kavramı birlikte kullanıyorum: “doğru anayasal bilgi”, “anayasaya saygı” ve “anayasanın hükümlerine uyacaksınız”. Cumhurbaşkanına tanınmış olan geniş Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi alanı otoriterdir. Ama otoriter de olsa 104. maddenin 17’inci fıkrasında çizilen sınırlar içinde kalacaksınız. Siz bu otoriter hükümden hareketle keyfi bir uygulamaya, düzenlemeye yol açamazsınız. O nedenle ben diyorum ki, otoriter de olsa siz önce mevcut anayasaya uyun.
Olası bir anayasal değişiklikte öne çıkarılması gereken husus nedir?
Eğer gerçekten Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sorumlu bir yönetim oluşturacaksanız, değişikliğin öncülü bu olmalı. Çünkü Türkiye'de siyasal sorumluluğu öngören bir anayasa değişikliği yapılmadığı sürece hukuk güvenliği sağlanamaz. Hukuk güvenliğinin olmadığı bir toplumda iktisadi refah kesinlikle sağlanamaz. Demek ki hukuksuzluk Türkiye'yi yoksulluğa götürür. Genel yoksulluk ise avukatlığı yoksullaştırır. Adaletin tecellisi ortaya çıkmaz. Zaten hiç kimse terör istemiyor. Tabii ki barışçıl Türkiye istiyoruz. Ama hukuksuz Türkiye asla huzurlu bir toplumun ortaya çıkmasını sağlayamaz. Asla barışçıl bir toplum kurulamaz. Çünkü hukuksuz toplum, toplumsal eşitsizliklerin derinleştiği, ayrımcılığın yaygınlaştığı, ötekileştirmenin bir tür gelenek haline geldiği bir topluma dönüşür, tıpkı bugünkü gibi... O nedenle “Terörsüz Türkiye” diyenlerin önce “Hukuklu Türkiye” demesi gerekir. “Hukuklu Türkiye” demeyenlerin sivil anayasa, darbe anayasası gibi anayasa hukukuna yabancı kavramları kullanma hak ve yetkileri bulunmamaktadır.
Haber Kaynağı : 12punto
Çok Okunanlar

Hablemitoğlu suikastında başka şüpheli bulunamadı!..

ABD'nin bölgede sıradaki hedefi Akkuyu mu?

Altaylı'nın tutuklanmasının ardından Uğur Akkuş'tan dikkat çeken paylaşımlar

Resmî Gazete / 16-22 Haziran 2025

PKK elebaşı Öcalan'dan dikkat çeken talep: Özgür Özel ile görüşmek istiyor!

Bankaların güncel mevduat faizleri ve açıklandı

TBMM kürsüsünden sıkılan taşnak kurşunu

Zeytinlik yasasının altında 'Elektrik üretimini durdururuz' tehdidi mi var?

Defne Samyeli'den Fatih Altaylı'nın tutuklanmasına sert tepki!

İşin rengi değişti: Ankete kararsızlar damga vurdu
