Tarihte çökmeyen imparatorluk olmadı. Çöküşlerinde en önemli sebep zaferin ve refahın yarattığı aşırı güven oldu. İmparatorlukların çöküşü çoğu zaman savaş alanında yenildikleri anda değil, borçlandıklarında başlıyor. Zaferler, “bizi artık kimse durduramaz” yanılsaması yaratıyor. Tam da bu psikoloji, çöküşün ilk adımı oluyor. Rusları 20. yüzyıl başında batı Pasifik’te yenen Japon Amiral Togo şöyle diyordu: ‘’Tanrılar tek bir zaferden sonra durumlarından memnun kalıp istirahate çekilenlere zaferin tacını vermezler. Zaferin tacını onlara barış zamanında yoğun eğitim yapanlar verirler ki, bunlar savaş başlamadan çok daha önce zaferi kazanmışlardır. Yaşlı bir bilgenin söylediği gibi zaferden sonra miğferlerinizin bağlarını sıkılaştırın.’’ Başlangıçta üst üste kazanılan zaferler sonucu büyüyen imparatorluk yanında refahı getirir. Refahın getirdiği rehavet ve güç sarhoşluğu, yöneticileri en stratejik hataların içine çeker. Devlet aklını ayakta tutan eleştirel zihin yerini övgüye, gerçekçilik yerini hayalci yayılmacılığa bırakır. İmparatorluk kapasitesinin ötesinde büyüdükçe, savunması imkânsız hale gelen geniş coğrafyalar, artan maliyetler ve iç çekişmeler ortaya çıkar. Liyakat zayıflar, disiplin gevşer, karar alma mekanizmaları körleşir. Güç büyüdükçe tehdit de büyür, imparatorluk genişledikçe karşı koalisyon oluşur. Dostlar azalır, çıkar grupları çözülür, fakat düşmanlar hızla çoğalır. Son aşamada, yanlış savaşlar, gereksiz riskler ve kötü yönetim imparatorluğu zayıflatır. Savaşlar devasa maliyet üretir ve devlet borçlanmaya başlar. Böylece borç-faiz-enflasyon sarmalı kontrolden çıkar. Bu durum devalüasyonu, devalüasyon daha çok borcu yaratır. Sonunda mali sistem dağılır, para çöker ve imparatorluk kendini finanse edemez duruma düşer. Artık imparatorluğun çöküşü kaçınılmazdır. Böylece çöküş, dışarıdan gelen bir darbeyle değil, içeride biriken hataların ağırlığıyla gerçekleşir.
İMPARATORLUKLARIN ÇÖKÜŞÜ VE PARA
İmparatorluklar genişledikçe ekonomik düzen dayatırlar. Onların ürettiği mallar ve hizmetler sömürgelerinde, etki ve ilgi alanlarında yüksek kazançlarla dolaşıma sokulur. Onların para birimi kıtasal ve hatta küresel ticaretin ana rezerv parasına dönüşür. Söz konusu paranın değerinin düşmesi imparatorlukların düşmesi ile aynı paralelde gerçekleşir. Her ne kadar parasal hegemonya hiçbir zaman askerî, teknolojik, demografik ve kurumsal gücün yerini alamasa da imparatorluğun çöküşünü geciktirir. Zira bir anda çöküşe geçmez. Zaman içinde yayılır. Roma ve sonrasında imparatorlukların güçlü paralarının akan yıllar içinde borçlanma üzerinden zayıflaması, gümüş ile altının değerini düşürmesi ile başladı. Rezerv ya da hegemonik para biriminin değerinin azalması imparatorlukların çöküşünü ertelerken aşırı yayılmayı, ekonomik çürüme ve borç krizini durduramaz. Roma’da denarius, İspanya’da Real, İngiltere’de sterlin ve ABD’de dolar, kendi dönemlerinin küresel para standardıydı; ancak imparatorluklar aşırı yayılma, mali tükenme, üretim gücünün erozyonu ve iç politik-askerî krizler nedeniyle çöktü. Söz konusu imparatorluklarda gümüş ve altına bağlı paranın değerinin düşürülmesi üç temel yöntemle gerçekleşti. Roma’da olduğu gibi içerik azaltılarak paranın içindeki kıymetli maden oranı düşürüldü. İspanya örneğinde olduğu gibi kıymetli madenin aşırı arzı kendi kendine değer kaybına yol açtı. İngiltere ve ABD örneklerinde ise altın standardı koparıldı ve para altın karşılığı garantiden çıkarılarak kâğıt para sistemine geçildi. Ortak sonuç para birimlerinin gerçek değerini kaybetmesi, enflasyonun yükselmesi, imparatorluk maliyetlerinin karşılanamaz hale gelmesi ve hegemonya yapısının çökmesidir.
BORÇLANMA VE ROMA’NIN ÇÖKÜŞÜ
Roma, sınırları büyüdükçe ordunun masrafları arttı, üretim köle emeğine bağımlı kaldı ve devlet giderleri karşılanamaz hale gelince gümüş sikke denarius’un içindeki gümüşü sistematik biçimde azalttı ve çöküş hızlandı. Roma İmparatorluğu’nu zayıflatan savaşlara bakıldığında MÖ 264 ile MÖ 146 arasında denizci Kartaca’ya karşı yürütülen Pön savaşlarının kazanılmasına rağmen bu dönem Roma’nın mali yapısında devasa borçlanma nedeniyle kalıcı tahribat yarattı. Ayrıca toprak aristokrasisinin güçlenmesi iç dengeleri bozdu. MÖ 58 ve 50 yılları arasında gerçekleşen Galya Savaşları, Julius Sezar’ın kişisel güç kazanımını artırarak iç savaşları tetikledi ve ganimetlerin yetmemesi borçlanmayı artırdı, zenginlerden “foenus bellicum” denen savaş kredileri aldı. Ancak buna rağmen Sezar döneminde sikkelerde gümüş oranı %95 idi. Sezar ile Pompeius arasındaki iç savaş cumhuriyeti zayıflattı ve asker maaşlarının karşılanması için zorunlu borç toplandı. MS 235-285 arasında gerçekleşen Üçüncü Yüzyıl Krizi döneminde Got, Pers, Vandal ve Germen akınları Roma’yı sürekli seferberlik içinde bıraktı. İmparatorlar senatörlerden ve eyalet elitlerinden yüksek faizli borç almak zorunda kaldılar ve ödeme güçlüğü nedeniyle bazı borçları mal ve tahıl ile ödediler. Aynı anda üç cephede savaşan imparatorlukta para birimi denarius çöktü, enflasyon yükseldi ve ekonomik sistem dağıldı. Roma gümüş oranını düşürerek, zaman kazanmaya çalıştı. Bu yıllarda sikkelerdeki gümüş oranı %2’nin altına düşmüştü. Bu parasal bozulma enflasyonu patlattı, askerler artık maaşlarını mal ve toprak olarak talep etmeye başladı ve imparatorluk ekonomik gücünü kaybetti ve MS 395’te ikiye bölündü. 476’da sona erdi.
İSPANYA’NIN ÇÖKÜŞÜ VE BORÇ
Habsburg/İspanya İmparatorluğu 16. yüzyılda yeni keşfedilen ve sömürgeleşen Amerika’dan gelen devasa gümüş ve altın akışıyla kısa vadeli zenginlik yaşadı. 1500 ile 1650 arasında Avrupa’ya akan gümüşün yaklaşık yüzde 80’i İspanya kontrolündeydi. İnka ve Aztek medeniyetlerini yağmalayarak 100 ton üzerinde altın ile Bolivya ve Arjantin’den 17. yüzyıla kadar 1800 ton gümüş getirildi. 16. yüzyılda İspanyol Real’i dünyanın rezerv parası haline geldi. Bu bolluk kısa vadede İspanya’yı zenginleştirdi ancak Avrupa genelinde gümüşün değerinin düşmesine ve fiyatların yükselmesine yol açtı. Bu durum “İspanyol Fiyat Devrimi” olarak bilinen geniş çaplı enflasyonu tetikledi. Gümüş akışı reel sektöre değil saray lüksüne ve ardı arkası gelmeyen savaşlara gitti. İspanya üretim ekonomisini geliştirmediği için rant düzenine gömüldü ve ithalat bağımlısı oldu. Gümüşün aşırı arzı Real alım gücünü çökertti. Diğer yandan sonu gelmeyen savaşlar İspanya İmparatorluğu’nu zayıflattı. Önce 1494-1559 arasında tarihte İtalya Savaşları olarak bilinen İspanya Habsburg ile Fransız Valois hanedanları savaşı sürdürülürken aynı anda Osmanlı İmparatorluğu ile Akdeniz’de deniz mücadelesi, Atlantik’te İngilizler ile korsanlık mücadelesi ve yeni dünyada sömürge tesisi için masraflar artıyordu. Diğer yandan 1517’de Luther’in deklarasyonu sonrası Protestanlığın yükselmesi nedeniyle Alman prenslikleri ve Hollanda ile gerilim başladı. İspanya’da savaş finansmanı neredeyse tamamen dış borçlanmaya dayanıyordu. Bu savaşlarda yüz milyarlarca Real karşılığı asiento borcu birikti. Cenovalı, Alman ve Hollandalı bankerlerden alınan “asiento” kredileri İspanya’nın temel finansal enstrümanıydı. İtalya Savaşları İspanya’yı mali, askerî ve siyasi olarak aşırı yordu. İspanya borçlarını ödemek için Hollanda’ya aşırı yüklendi. Bu yorgunluk ve aşırı vergi/baskı politikası Hollanda’da isyanı tetikledi. Bu nedenle İtalya Savaşları bitince 1568 yılında Westphalia Antlaşması’na kadar sürecek 80 Yıl Savaşları başladı. Hollanda İsyanı olarak da bilinen Seksen Yıl Savaşları boyunca borçlanma sürdü. 1588 yılında Manş Denizi’nde İngiliz Donanması’na yenilen İspanyol Yenilmez Armadası’nın inşası da borçlanma ile sağlanmıştı. Böylece 1596, 1607 ve 1627’deki iflaslar bu savaşların maliyetlerinin ve borçlanmanın bir sonucu olarak yaşandı. Hollanda’nın bağımsızlığı imparatorluğun vergi gelirlerini çökertti. Armada felaketi İspanya’nın askerî gücünü olduğu kadar mali kapasitesini de vurdu; donanma borçla inşa edilmişti ve yenilgi geri ödenemeyen krediler nedeniyle iflasa yol açtı. 1618’de Avrupa Protestan devletleri ile Katolik İspanya-Avusturya Habsburg cephesi arasında başlayan Otuz Yıl Savaşı’na müdahale yeni borç yükü getirdi ve İspanya’nın Avrupa’daki nüfuzu daraldı. Portekiz Bağımsızlık Savaşı ise İspanya’yı iki cephede savaşmaya zorladı ve sömürge gelirlerinde büyük kayıp yarattı. 1648 sonrası Saksonya ve Hollanda Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını tanıdı ve karasal hegemonyayı Fransa’ya, denizdeki hegemonyayı Hollanda’ya devretme süreci başladı. Neticede 1700’den sonra başlayan (Fransa ve İspanya) Bourbon cephesi ile Avusturya, İngiltere, Hollanda ve müttefikleri arasındaki veraset savaşları 1713 yılında İspanya’nın yenilmesi sonucu Utrecht Anlaşması ile sonlandı. Artık Habsburglar ve İspanya büyük güç statüsünü kaybetmişti.
HOLLANDA ÖRNEĞİ
17. yüzyıl Hollanda’sı dünya ticaretinin, sigortacılığın ve finansın kalbiydi. Gulden küresel rezerv para, Amsterdam ise dünyanın Wall Street’i konumundaydı. Ancak İngiltere ile yapılan Üç Deniz Savaşı, ticaret filolarını tahrip etti; navlun gelirleri düşerken sigorta ve donanma masrafları yükseldi. Donanmanın korunması için şehir devletleri büyük ölçekli borçlanmaya yöneldi. Amsterdam piyasasında faizlerin yükselmesi mali yapıyı baskıladı. Ardından Fransa’nın 1672 saldırısı (“Felaket Yılı”) Hollanda’yı bir kara savaşı yüküyle ezdi. Art arda gelen savaşlar şehir devletleri arasında mali koordinasyonu bozdu ve borç stokunu sürdürülemez hale getirdi. Gulden güçlü kalsa da devlet gelirlerinin büyük bölümü faiz ödemelerine ayrıldı, Hollanda’nın askerî–stratejik kapasitesi daraldı ve İngiltere’nin sanayi gücü karşısında çözüldü. Finans merkezi ayakta kaldı ama askerî ve mali yük ekonomik dengeleri bozdu ve sonuçta borç-faiz döngüsü Hollanda’nın liderliğini kaybetmesine neden oldu.
FRANSA’NIN ÇÖKÜŞÜ
Fransa’nın düşüşü, aşırı yayılma ve kontrolsüz savaş finansmanının tipik bir örneğidir. 1494-1559 arası İtalya Savaşları, ardından 1618-1648 arasındaki Otuz Yıl Savaşı derken devlet sürekli büyüyen bir savaş bütçesine mahkûm oldu. 1643-1715 arasında tahtta kalan Güneş Kral, XIV. Louis’nin aralıksız savaşları Colbert’in kurduğu mali düzeni çökertti; devlet hazinesi sürekli borçlanma ve vergi artışı ile ayakta kalmaya çalıştı. 18. yüzyılda Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na verilen destek, bütçeyi felce uğrattı. 1780’lerde devlet gelirlerinin yarısı faiz ödemelerine gidiyordu. Mali sistem çöktü ve kâğıt para (assignat) basımı hiperenflasyona yol açtı. 1789 Devrimi ve Napolyon Savaşları maliyeyi tamamen tüketti. İnsan gücü, üretim kapasitesi ve devlet borcu sürdürülemez hale geldi. İngiltere bu süreçte sanayi devrimi sayesinde mali ve üretim üstünlüğünü pekiştirdi. Fransa 1815 sonrası Avrupa’nın lider gücü olamadı.
OSMANLI ÖRNEĞİ
Osmanlı yönetimi en büyük ve stratejik yanlışlarını özgüven dönemlerinde yaptı. 1526’da Mohaç’ta 2 saat içinde Macar ordularını yenerek Avrupa’ya girdikten sonra zaferin kendisi değil, doğurduğu jeopolitik, ekonomik, askerî ve kurumsal sonuçlar Osmanlı’yı yavaş yavaş bir “aşırı genişleme bataklığına” sürükledi. Mohaç, Osmanlı’yı Balkan coğrafyasından çıkarıp Orta Avrupa’nın derinliklerine itmiş, doğal lojistik sınırların ötesine geçmeye zorlamıştır. Orta Avrupa, iklimi, kışlama şartları, iaşe ve ikmal hatlarının uzaklığı nedeniyle Osmanlı için son derece masraflı ve sürdürülemez bir genişleme alanıydı. Bu bölgeyi elde tutmak için her yıl binlerce kilometrelik hat üzerinden devasa para, insan ve lojistik akışı gerekmekteydi. Bu durum, Mahan’ın tarif ettiği aşırı genişleme “overstretch” sendromunun Osmanlı versiyonunu yaratmış, devletin mali ve idari kapasitesi yıllar içinde yıpranmaya başlamıştı. 16. yüzyıldan itibaren Avrupa gümüş akımlarının tetiklediği tağşiş (akçenin değer kaybı) Osmanlı parasal sistemini çökertti. Mohaç sonrası 17. yüzyıldaki Avusturya–İran–Venedik üç cephe mücadelesi mali yükü artırdı, tımar sistemi çöktü ve Celali İsyanları üretim tabanını parçaladı. 1683’te yenilgi ile yaşanan İkinci Viyana Kuşatmasından sonra 16 yıl devam eden Kutsal İttifak Savaşlarında, karşısına Avusturya (Habsburg Monarşisi); Lehistan (Polonya–Litvanya Birliği); Venedik Cumhuriyeti ve Rusya’yı alan Osmanlı, Roma’nın 3. yüzyıl krizine benzer bir durumla karşılaştı. Bütçe tükendi. 1699 yılında imzalanan Karlofça Anlaşması ise vergi tabanını daralttı. 18. yüzyılda üst üste Rusya’ya karşı kaybedilen savaşlar da sürekli açık veren bir mali yapı yarattı. 19. yüzyıla gelindiğinde devlet yerli üretimde Avrupa ile rekabet edemez hale geldi, kapitülasyonlarla gümrük politikası çöktü. Kırım Savaşı (1854) ilk büyük dış borçlanmayı başlattı. 1854–1876 arasında 15’ten fazla dış borç alındı. Neticede 1876’da devlet iflas etti ve 1881’de Düyun-u Umumiye, Osmanlı mali egemenliğine el koydu.
İNGİLTERE’NİN ÇÖKÜŞÜ VE BORÇ
İngiltere 16. ve 17. yüzyıllarda Atlantik Okyanusu ve Karayipler Denizi’nde korsanlık üzerinden İspanya’nın Orta ve Güney Amerika’daki sömürgelerinden getirdiği gümüşleri çalarak kabaca 400 ton civarında gümüşe el koydu. İngiltere, İspanya’dan çaldığı altın ve gümüşle erken kapitalizmin çekirdek sermayesini oluşturdu; bu kaynak, İngiliz deniz imparatorluğu ve sanayi devriminin ilk sermaye birikimini tetikleyen kritik bir kaldıraç oldu. Ancak 17. yüzyıl sonunda haneden borçlanmaya ihtiyaç duydu. Böylece 1694’te Fransa’ya karşı yürütülen Dokuz Yıl Savaşı’nı finanse etmek amacıyla aralarında Sefarad Yahudi bankerlerin olduğu Bank of England kuruldu ve devlete büyük savaş kredileri sağlandı. Diğer bir deyişle İngiltere modern kamu borcu sistemini savaşlar için kurmuştu. Tahvillerle 1,2 milyon sterlin borçlanıldı. 18. yüzyılda dünya tarihinin ilk küresel savaşı olarak kabul edilen Yedi Yıl Savaşları (1756–1763), İngiltere ve Prusya’nın Fransa–Avusturya–Rusya cephesine karşı savaştığı, modern Britanya İmparatorluğu’nun doğduğu, Fransa’nın ise çöküş sürecine girdiği ilk savaştı. İngiltere bu savaşı kazansa bile borçları ikiye katlandı ve sömürgelerine vergi baskısını artırdı. Bu durum da 1773’te Amerikan isyanını tetikledi. 1775-1783 arasında devam eden Amerikan Bağımsızlık Savaşı ise İngiltere için sonuçta büyük mali darbe oldu ve Kuzey Amerika sömürgeleri kaybedildi. Diğer yandan 1757’den itibaren sömürgeleştirilen Hindistan, İngiltere’ye 20. yüzyıl başına kadar bugünün değeri ile yaklaşık 10 trilyon sterlin katma değer sağladı ve imparatorluk gücünün özellikle sanayi devriminin lokomotifi oldu. (1700’de dünya üretiminin %25’ine sahip olan Hindistan 20. yüzyıl başında payını %2’ye düşürmüştü.) 19’uncu yüzyıl başındaki Napolyon Savaşları İngiltere’nin ulusal borcunu sekiz kat artırdı. Yahudi banker Rothschild ve dünyanın en güçlü bankacılık hanedanı Baring bankerleri borçlanmada kritik rol oynadı ve 1815’te yaşanan Waterloo zaferinden sonra borçların ödenmesi neredeyse 100 yıl sürdü. Ancak büyük borçlanmaya rağmen Fransa’ya karşı 1805 Trafalgar Deniz Zaferi’nden sonra imparatorluk küresel güç dengesini kesin olarak kendi lehine çevirerek “Pax Britannica” düzenini kurdu. Kraliyet Donanması dünya deniz yollarını kontrol altına alarak okyanuslarda serbest ticaret ve güvenliği tek başına belirledi. Londra, sanayi devriminin üretim üstünlüğünü küresel bir ticaret ağının merkezine dönüştürerek hammadde akışını sömürgelerden Britanya’ya yönlendirdi. Sterlin ise altın standardına bağlı istikrarlı yapısıyla uluslararası ödemelerin ve finansın temel çıpası haline geldi. Böylece deniz gücü, ticaret üstünlüğü ve sterlin merkezli finans sistemi birleşerek 19. yüzyılın küresel düzenini İngiltere’nin etrafında kurdu. Ancak 19. yüzyıl sonunda Güney Afrika’da yaşanan Boer Savaşları İngiltere’nin küresel güç yeteneğinin sınırlarını gösterdi ve imparatorluğun içten çatlamaya başladığını ortaya koydu. İngiltere, 20. yüzyıla girerken tarihinin en büyük meydan okumasını Almanya’nın büyük bir ticaret ve deniz gücü olarak ortaya çıkması ile yaşadı. Önce Birinci Dünya Savaşı sonra İkinci Dünya Savaşı kıtada büyüyen ve ada devleti İngiltere’ye büyük baskı uygulayan Almanya’nın dizginlenmesi ve parçalanması için kaçınılmazdı. Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere ABD’den başta JP Morgan olmak üzere Wall Street bankerlerinden 4 milyar dolar borç aldı ve iç borçlanmayı savaş tahvilleriyle büyüttü. Bu süreç sterlinin hegemonik gücünü kırdı. Böylece İngiltere, dünya deniz ticaretine hükmeden sterlini yönetmesine rağmen iki dünya savaşının maliyetiyle altın rezervlerini tüketti, sterlini altına sabitleyemeyince sterlinin altın karşılığı çöktü ve 1931’de İngiltere altın standardını terk etti. Böylece para altın desteği olmadan fiilen devalüe edildi. İkinci Dünya Savaşı sonrası İngiliz sterlini, savaşın devasa borç yükü, çöken ihracat kapasitesi, eriyen altın ve döviz rezervleri, ABD’ye bağımlı Lend-Lease borçlanması ve imparatorluğun hızla dağılması nedeniyle tarihinin en sert çöküşünü yaşadı. 1947’de sterlinin konvertibiliteye zorla açılması yalnızca altı hafta içinde 3 milyar dolarlık rezerv kaybına yol açtı ve sistem çöktü. 1949’da sterlin %30 oranında devalüe edilerek 4,03 dolardan 2,80 dolara indirildi. Bu çöküş yalnızca parasal değil, jeopolitik bir kırılmaydı. İngiltere, savaş sonrası düzenin mali liderliğini ABD’ye bırakmış, sterlin bölgesi zayıflamış ve uluslararası rezerv para rolünü dolar karşısında geri dönüşsüz biçimde kaybetmişti.
AMERİKAN DOLARININ YÜKSELİŞİ
ABD, 1890’da sanayi üretiminde İngiltere’yi geçerek dünyanın en büyük imalat gücü hâline geldi ve bu ekonomik üstünlük, yavaş ama kararlı biçimde doların küresel yükselişinin temelini attı. 1900’lerden itibaren çelik, petrol, demiryolları ve kitlesel üretim (Fordizm) ekonomisi, ABD’yi küresel sermaye ihraç eden bir devlete dönüştürdü. Birinci Dünya Savaşı boyunca Avrupa’nın savaş finansörü hâline gelen ABD, altının büyük kısmını kendi rezervlerinde topladı ve 1920’lerde New York, Londra’nın yanına ikinci küresel finans merkezi olarak yükseldi. 1940’lara gelindiğinde dünya altın stokunun üçte ikisi artık ABD’deydi. Bu ekonomik ve finansal ağırlık, İkinci Dünya Savaşı sonunda Bretton Woods konferansında kurulan dolar-merkezli uluslararası para sistemine dönüşerek kurumsallaştı. Böylece dolar yalnızca güçlü bir ekonomi değil, küresel düzenin mimarı olarak da İngiliz sterlininin yerini kesin biçimde aldı.
BRETTON WOODS SİSTEMİ
İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Temmuz 1944’te ABD, 44 ülkenin temsilcilerini New Hampshire’daki Bretton Woods’ta bir araya getirerek savaş sonrası küresel ekonomik düzeni tasarladı. Konferansta ABD’nin ekonomik üstünlüğü belirleyici oldu ve doların altına sabitlendiği, diğer tüm para birimlerinin ise dolara bağlı, istikrarlı kur sistemi benimsendi. Bretton Woods sistemi 1 ons altına 35 dolar garantisi veriyordu. Bu çerçevede küresel finans mimarisinin iki kurumu kuruldu. Kısa vadeli ödemeler dengesi krizlerine destek vermek için IMF, uzun vadeli kalkınma ve yeniden inşa finansmanı için Dünya Bankası. Böylece Bretton Woods, hem dolar merkezli uluslararası para sistemini hem de ABD liderliğindeki liberal ekonomik düzeni kurumsallaştırarak 20. yüzyılın ekonomik mimarisini şekillendirdi.
BRETTON WOODS SİSTEMİNİN ÇÖKMESİ
1950’lerin sonunda ABD Vietnam Savaşı, Soğuk Savaş, Marshall Planı, dev sosyal harcamalar ve dünya ticaretini finanse etmek için altın rezervinden daha fazla dolar bastı. Aşırı dolar ihracı ABD’nin altın karşılığını zayıflatıyordu. 1960’lara gelindiğinde Avrupa ve Japonya hızla toparlanmış, ABD’nin üretim üstünlüğü aşınmış ve dolar fazlası küresel piyasalarda birikerek ABD altın rezervlerine yönelik güvensizliği artırmıştı. ABD, bir yandan küresel rezerv para çıkarmaya yani dünya ekonomisine yeterli likidite sağlamaya, hem de kendi parasına güveni korumaya yetişemiyordu. Böylece, doların 35 dolar/ons altın paritesini koruması imkânsız hâle geldi. Fransa başta olmak üzere birçok ülke dolarlarını altına çevirmeye başlayınca, sistem çöktü ve bu zayıflama süreci 1971’de Başkan Nixon’ın altın penceresini kapatmasıyla sonuçlanarak Bretton Woods’un fiilen sonunu getirdi. Bu karar doların arkasındaki gerçek kıymetli maden teminatının kopması anlamına geliyordu. Nixon, böylece modern anlamda sınırsız parasal genişleme dönemini açtı. Doların gücü altından çok ABD askerî varlığı ve petro-dolar sistemine dayanır hale geldi. Bu değişim sonrası dolar gücünü, ABD’nin ekonomik ve askerî gücünün yarattığı etki dışında, küresel finansal sistem içinde sağladığı likidite ve doların rezerv para olarak yaygın kullanımından almaya başladı.
PETRODOLAR SİSTEMİ
1971 sonrası ABD, gerçek altın stoğu olmadan sınırsız para basma imkânı elde etti. Doların altın bağı koparıldıktan sonra petrol ticaretinde “Petrodolar” sistemi öne çıktı. Bu sistem, 1973 petrol krizi sonrası ABD ile Suudi Arabistan arasında kurulan stratejik mutabakatla, küresel dolar talebini garanti altına alarak Amerikan askerî gücünün genişlemesini ve sürdürülebilirliğini mümkün kılan finansal temelli bir mimariye dönüştü. Basra Körfezi’ndeki petrol zengini ülkelerle yapılan anlaşmalarda petrol satışları dolar üzerinden ve dolarla faturalandırılmaya başlandı. Bir nevi altın yerine petrole endeksli bir sistem kuruldu. Petrolün yalnızca dolar üzerinden fiyatlanması ve dünya ticaretinin enerjiye bağımlı yapısı, doların rezerv para statüsünün çimentolanmasını sağladı. Böylece ABD, sınırsız dış finansman çekebilen, devasa bütçe açıkları verebilen ve buna rağmen düşük faizlerle borçlanabilen bir imparatorluk aygıtı haline geldi. Bu finansal üstünlük, Pentagon’un küresel ölçekte uçak gemisi gruplarını işletmesini, 800’ü aşkın üs ağı kurmasını, nükleer gücünü modernize etmesini ve Soğuk Savaş sonrası tek kutuplu dünya düzenini sürdürmesini mümkün kıldı. 23 Ocak 1980 tarihinde Başkan Jimmy Carter tarafından ilan edilen Carter Doktrini bu bağlamda, Basra Körfezi petrol yollarının tehdit edilmesini ABD’nin hayati çıkarlarına yönelmiş bir saldırı olarak tanımlayarak, bu bölgeye yapılacak herhangi bir müdahaleye Amerikan askerî gücüyle karşılık verileceğini ilan etti. Dolayısıyla petrodolar düzeni, sadece bir para sistemi değil, bizzat ABD askerî hegemonyasının enerji ve likidite kaynağıdır. Enerjinin kesintisiz akışı, doların küresel dolaşımının sürdürülebilirliği anlamına geldiğinden ABD, Basra Körfezi’nden Hint Okyanusu’na, Kızıldeniz’den Doğu Akdeniz’e kadar geniş bir alanda enerji hatlarının korunmasını ulusal güvenliğinin merkezine yerleştirdi. Bu doktrin, Merkez Komutanlığı (CENTCOM)’un teşkilatlanması ve ABD’nin Basra Körfezi’nde kalıcı askerî varlığı için temel zemini yarattı. Reagan döneminde bu çizgi, Sovyet etkisini ve enerji arterlerine yönelik herhangi bir tehdidi bertaraf etmeyi hedefleyen saldırgan bir çevreleme stratejisine dönüştü. İran-Irak savaşında tanker savaşlarına müdahaleler, Körfez’de Amerikan konvoylarının oluşturulması ve bölgesel müttefiklerin korunması, petrodolar sisteminin sürekliliğini teminat altına almanın askerî araçlarıydı. Soğuk Savaş sonrası Bush doktrini, Saddam’ın Kuveyt’i işgaliyle dünya petrol rezervlerinin beşte birinin tek bir aktörün kontrolüne geçmesini kabul edilemez bir tehdit sayarak petrodolar düzenini korumaya yönelik ilk büyük ölçekli sıcak savaşı başlattı. Çöl Kalkanı ve Çöl Fırtınası harekâtları, enerji güvenliği ile dolar düzeninin birbirine ne kadar bağlı olduğunu dramatik biçimde ortaya koydu. Bu arada 1973 sonrası üst perdeye taşınan İsrail–ABD ilişkileri sonrası İsrail ABD’nin bölgedeki silahlı ve kontrol dışı bir nevi mafya rejim aracına dönüştürüldü. 11 Eylül 2001 sonrası geliştirilen önleyici savaş doktrini, artık enerji hatlarının ve dolar merkezli sistemin tehdit olarak algıladığı rejimlere karşı doğrudan saldırı ve rejim değişikliği stratejisini meşrulaştırdı. Irak’ın 2000 yılında petrol satışını euroya çevirmeye yönelmesi gibi girişimler Washington açısından kırmızı alarm niteliğindeydi. 2003 Irak, 2011 Libya ve 2013 sonrası Suriye müdahalelerinin tümü hem petrodolar düzenini sürdürmek hem de İsrail jeopolitiğine katkı sağlamak için icra edildi. Tüm bu süreçlerin gösterdiği temel gerçek şudur. Petrodolar sistemi, ABD’nin askerî gücünü finanse eden küresel likidite motorudur. Carter tarafından korunması doktrinleştirilen, Reagan tarafından saldırganlaştırılan ve Bush doktrinleriyle sıcak savaş ve rejim mühendisliği araçlarıyla tahkim edilen bir hegemonya mekanizmasıdır. Bu nedenle ABD’nin küresel askerî varlığı ile petrodolar düzeni arasında kopmaz bir nedensellik bağı bulunur; enerji akışı durduğu anda dolar, dolar zayıfladığı anda Amerikan askerî üstünlüğü de temelini kaybeder. Bu yapı, doların “tek hâkim” para oluşunu sürdürüyor gibi görünse de temellerinde kırılganlık barındırıyordu. Ancak zamanla bu dayanak zayıfladı. ABD’nin bütçe ve dış ticaret açıkları büyüdü, para politikaları sürdürülemez hale geldi ve bu durum dolara duyulan güveni azalttı. Bu güven kaybı, doların küresel sistem içindeki hâkimiyetinin aşamalı düşüşüne işaret etti.
DOLARIN TAHTINI KAYBETMEYE BAŞLAMASI
Son yıllarda küresel ticarette özellikle BRICS ülkeleri ve diğer yükselen ekonomi bloklarının alternatif para birimlerini kullanma çabaları artmıştır. Örneğin BRICS içinde ulusal paralarla ticaret yapılması yönünde kararlar alınmakta ve dolar faturalandırması dışına çıkma eğilimi gözlenmektedir. Rusya’nın Dışişleri Bakanı tarafından yapılan açıklamada BRICS üyeleri arasındaki ticarette ulusal para kullanımı payı %65’i aşmış ve doların payı yaklaşık üçte bire düşmüştür. Küresel rezerv para sistemi ve faturalandırma rejiminde dolar hâkimiyetinin %90’lar seviyesinden ileride %40–45 civarına düşebileceği yönünde analizler de vardır. Bu bağlamda doların, altına teminatlı olduğu döneme kıyasla hem değer stabilitesi hem de ticarette kullanım açısından önemli bir gerileme yaşamış olduğu söylenebilir. Sonuç olarak doların 1971 sonrası altın bağlantısının kesilmesi, petrodolar sistemiyle yeni bir meşruiyet bulması ancak ardından küresel ekonomide yükselen blokların ve alternatif ödeme sistemlerinin ortaya çıkmasıyla dolara olan talebin ve kullanımın azalmasına neden oluyor. Bu durum doların tek hâkim küresel para olma statüsünün aşamalı olarak gerilemeye başladığını göstermektedir.
SONUÇ
Tarih bize şunu öğretir. Borç, her imparatorluğun vazgeçilmezidir. Ancak kanser gibidir. Roma Denarius’u yani gümüşünü kaybettiği gün çöküş başlamıştı. İspanya Real’i gümüş bolluğu altında değersizleştiği gün hegemonyası kaçınılmaz inişe geçmişti. Hollanda ve Fransa faiz sarmalında tutuldukları gün sahneden çekilmişti. Osmanlı ise tağşiş ve dış borç prangasında nefessiz kalmıştı. Bugün aynı ekonomik entropinin Amerikan İmparatorluğu için işlediğini görüyoruz. 36 trilyon doları aşan kamu borcu, toplamda 100 trilyon dolara yaklaşan borç stoku ve her yıl trilyonlarca dolar bütçe açığı üreten Washington sistemi artık kendi ağırlığını taşıyamayan bir finansal dev haline gelmiştir. Üstelik bu kez çöküşü hızlandıran yalnızca borç değildir; doların tarihsel ayrıcalığını ayakta tutan küresel rıza da dağılmaktadır. BRICS içinde ulusal paralarla ticaretin hızla artması, Asya’nın kendi ödeme sistemlerini kurması, enerji alışverişinin giderek dolardan uzaklaşması, rezerv para kompozisyonunun sessizce değişmesi ve küresel güneyin ilk kez finansal bağımsızlık arayışına girmesi, ABD’nin son yarım yüzyıllık hegemonya temelini aşındıran jeopolitik fay hatlarıdır. Petrodolar düzeni sarsıldıkça, Amerikan askerî aygıtını fonlayan görünmez likidite motoru da teklemektedir. Washington’un artık hegemonya yerine borç ürettiği söylenebilir. Dolar artık güven kaybediyor. Tıpkı Roma, İspanya, Hollanda, Fransa ve Osmanlı’nın çöküş anlarında olduğu gibi, ABD’nin de en büyük düşmanı dışarıdan gelen rakipler değil, içeride biriken borç-faiz-enflasyon enkazıdır. Kaçınılmaz gerçek şu ki, para çökerse imparatorluk da çöker. Bugün doların tahtı sarsıldıkça, yarının dünyası Asya merkezli çok kutuplu bir sistemin ayak seslerini daha gür duyuyor.
Çok Okunanlar
5 ay sonra görülecek davada nasıl beraat kararı verilir?!
Abdullah Öcalan’ın Türkiye’yi parçalamak için yazdığı kitap
İmralı heyetinin teröristbaşına soracağı ilk soru ortaya çıktı
Gaziantep soygunu-2 Ama ne bahşiş!
Yandaş Yeni Akit'in hedefinde Mansur Yavaş var
Foncu kardeş, fazla cabalama
AKP'li Birinci'den 'CHP en doğru kararı verdi' çıkışı
Öğretmenler, Devrim ve Karşı Devrim
CHP tarihin doğru tarafında yer almıştır
Oğuzhan Uğur ve Hacı Yakışıklı arasında 'dönüş' tartışması