Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,2401
Dolar
Arrow
34,4862
İngiliz Sterlini
Arrow
43,5545
Altın
Arrow
2962,0000
BIST
Arrow
9.550

Sosyal bilimlerin tarihsel arka planı

Beş liralık madeni paralar da tedavüle çıktığı için belki de artık daha az göreceğimiz beş liralık kağıt paraların arkasında resmi bulunan Türk bilim tarihçisi Ordinaryüs Prof.Dr. Aydın Sayılı, tarih boyunca bilgi miktarı artmış olsa bile bilimsel çalışmalarda ağırlaşmalar, gerilemeler ve bunalımların varlığından bahseder. Bunun bir örneğinin ise Orta Çağın Karanlık Çağ adı verilen bölümünde bilimin dinamizmini kaybetmesi ile bilimsel bilgi miktarında da önemli bir azalma göstermesi olduğunu belirtir ve “İlkçağda Mezopotamya ile Mısırda ve Yunan Dünyasında, Orta çağda İslam Dünyasında ve Avrupa’da, Yeni ve Yakın Çağlarda ise yine Avrupa’da önemli bilimsel faaliyetlerle karşılaşılır” diyerek bilimsel bilginin coğrafik hareketine ve sürekliliğine işaret eder. 

Bir anlamda bilimin günümüze gelene kadar coğrafi göçler yaşadığından bahseder. Çeşitli milletlerin ve çeşitli dinlere mensup insanların iş birliğinin, çalışma ve çabalarının birbirine eklemlenmesiyle bilimde ilerlemenin ortaya çıktığını vurgular. Ona göre, “bilim çeşitli dilleri konuşan ve dinleri birbirinden farklı insanların ortak malıdır. Milliyet, din ve dil sınırlarını aşan bir faaliyettir”.

Maurice Duverger de toplum bilimlerinin doğa bilimlerinden geri kalmışlığını, ortak bir dil kullanmamaları nedeniyle toplum bilimciler arasında en temel tanımlamalarda bile ortak bir görüş birliği bulunmamasına bağlamaktadır. Bunun temelinde ise, doğa bilimlerinde kuramın uygulamadan önce gelişmesi, toplum bilimlerinde ise tam tersine uygulamanın kuramdan ileride olmasının bulunduğunu ifade etmektedir.

Bilimin ve sonrasında da sosyal bilimlerin (toplum bilimlerinin) ortaya çıkışının tarihsel gelişim sürecinin analiz edilmesi, sosyal bilimlerde neden araştırma yapmanın zor olduğunu anlamamıza yardımcı olabilir. Bu konuda Duverger, toplum bilimleri ile toplum felsefesi arasındaki iç içeliğe vurgu yapmaktadır. Ona göre, başlangıçta toplumsal örgütlenmenin nasıl gerçekleştiğini anlamaya değil, nasıl olması gerektiğine ve bunu sağlamaya yönelik kuralları belirlemeye öncelik verilmiştir. Toplum felsefesi yapmak diyebileceğimiz ve yüzyıllarca süren bu tutum hala tam olarak ortadan kalkmamıştır. 

18. yüzyıla kadar çok büyük ölçüde bilimin bakış açısı karşısında felsefenin bakış açısının baskın olduğu görülmektedir. Bu tarihten itibaren ve özellikle 19. yüzyılda bilimsel bakış açısının daha baskın olduğu görülmektedir. Duverger bu durumu şöyle açıklamaktadır:

“[…] bir ülküsel örgütlenişin ilkelerini araştırmak için yürürlükteki toplumsal örgütlenişin nasıl işlediğini incelemek zorunludur; bu nedenle toplum filozofları toplum bilimi yapmaya yönelmek durumunda kaldılar”.

Toplum bilimlerinin tarihsel gelişiminin ilk aşamalarında Platon-Aristo karşıtlığında somutlaşan ikilem söz konusudur. Platon’un bir filozof olarak soyut düşünmeyi temel çözümleme yöntemi olarak benimsemesinin karşısında Aristo’nun gözlemci yeteneği sayesinde felsefi düşüncesini çok geniş ve değişik somut araştırmalara dayandırdığını görmekteyiz. Örneğin, eski Yunanistan ve başka yerlerdeki 158 kent devletinin anayasaları üzerine bir monografi yazdığı (bunlardan sadece Atina şehir devletinin anayasası günümüze kadar gelebilmiştir) bilinmektedir. Aristo’nun düşünsel birikimi felsefi ağırlıklı olmasına rağmen bu tür çalışmaları toplum bilimleri açısından önemlidir. Öte yandan, Platon da ekonomik, coğrafi, nüfus ve toplumsal konuları bilimsel olarak inceleme yoluna gitmiştir. Hatta şöyle bir çözümlemeye ulaşmış olması toplum bilimleri açısından çok önemlidir: “Bir kent devletinde birbirleriyle savaşmakta olan en az iki sınıf vardır: Zenginler sınıfı ve yoksullar sınıfı”.

Sayılı’nın belirttiği gibi “[bilim], tarih boyunca Mısır ve Mezopotamya’dan Yunanlılara, Yunanlılardan İslam Dünyasına, İslam Dünyasından da Avrupa’ya geçmiştir”. Bir bölgedeki bilimsel faaliyetlerde bir ağırlaşma ve duraklama dönemi yaşanmaya başladığı zaman faaliyetlerin başka bir kültür bölgesine taşındığı görülmektedir. Yunan biliminin gerilemeye başladığı milattan sonraki ilk birkaç yüzyılın ardından 8. yüzyılda Abbasi Devletinin kuruluşu ve İslamiyet’in o coğrafyalara yayılması ile birlikte bilimsel faaliyetlerde bir canlanma başlamıştır. İslam Dünyasında bilimde yaşanan parlak gelişme evresinin uzun ömürlü olmadığı iki üç yüzyıl devam ettikten sonra temposunun düşmeye başladığı görülmektedir. Özellikle 8. yüzyılın ikinci yarısından itibaren 13. yüzyıla kadar olan süre içinde İslam dünyasında bilimsel faaliyetlerin ve bilimle uğraşan insanların sayısının oldukça fazla olduğu ve hatta Avrupa’da yaşanan Orta Çağ’ın karanlık dönemi ile karşılaştırıldığında oldukça ileri düzeyde olduğu söylenebilir. İslam Dünyasıyla Avrupa arasında Geç-Ortaçağ döneminde (12. yüzyıl) önemli ölçüde kültür alışverişinin başlamasıyla Arapça bilim ve felsefe eserleri Latinceye tercüme edilmiştir.

Aydın Sayılı, bu dönemin Avrupa’sında yaşanan gelişmelerin 16. yüzyıl Rönesans’ıyla karşılaştırılacak derecede önemli olması nedeniyle “12. yüzyıl Rönesans’ı” olarak adlandırıldığını söylemektedir. Ona göre, 16. yüzyıl Rönesans’ı özellikle sanat ve edebiyatla ilişkili olmasına karşın 12. yüzyıl Rönesans’ı ilk planda “bilim ve felsefeyi” ilgilendirir. Yine Sayılı’ya göre Avrupa bu Rönesans dönemi sayesinde Karanlık Çağı sonlandırıp İslam Dünyasına rakip olarak “önemli bir entelektüel faaliyet dönemine” girmiştir.

Richard Westfall’e göre 17. yüzyılda bilim alanında iki önemli görüş söz konusuydu. Bunlardan ilki evrenin düzeninin matematiksel ilkelere göre yapılandırıldığını kabul eden Platoncu ve Pythagorasçı bakış açısı, diğeri de doğayı muazzam bir makine olarak kabul eden ve gözlenebilen olguların arkasındaki gizli mekanizmaları açıklamaya yönelik bakış açısıdır. Bu bağlamda, Westfall’in şu görüşü bence oldukça önemlidir: “Bilimsel devrim, doğa konusundaki düşünce kategorilerinin yapılanmasından öte bir şeydi: Bilimsel araştırma etkinliklerinde gittikçe artan sayıda kişinin yer almasını ve modern yaşamda gittikçe daha etkin rol oynayan yeni bir kuramlar kümesinin yayılmasını da ifade eden toplumsal bir olguydu”.

Bertrand Russell da 17. yüzyılda büyük bilim adamlarının çalışmalarının dünyamıza dair yeni bakış açıları geliştirmemizi sağladığını, bunun da 18. yüzyılın bilimsel düşünce yapısını etkilediğinden bahseder. Ona göre bu dönemin üç önemli içeriği söz konusuydu:

  1. Gerçekler desteksiz otoriteye değil, gözleme dayanmalıdır.

  2. Cansız dünya, kendi kendini devam ettiren ve kendiliğinden işleyen bir sistemdir ve bu sistem içerisinde her şey doğa yasalarına uygundur. 

  3. Dünya evrenin merkezi değildir ve büyük bir olasılıkla insan evrenin (eğer varsa) amacı değildir, dahası “amaç” kavramı bilimsel açıdan gereksizdir. 

Duverger’in de bahsettiği gibi 16. ve 17. yüzyıllarda yapılan keşif gezilerinin etkilerini 18. yüzyılda gözlem verilerinin artışında ve insan ilgisinin somut olaylara yönelmesinde görebiliyoruz. Bu dönemde genel eğilim bilimsel olmaktan çok felsefi çalışmalara yönelik olsa da toplumsal felsefenin tek temeli Hristiyanlık dini olmaktan çıkmaya başlamıştır. Böylece toplumların nasıl olmaları gerektiği ile ilgili çalışmalardan çok nasıl olduklarını araştıran çalışmalar artmıştır. O dönemde toplumsal bilimlerin gelişimi üç alanda olmuştur.

Birincisi, siyasal ekonomi alanı ki Fransız Fizyokratlar Okulu ve Adam Smith Okulu ile bu alan özerk bir bilim alanına dönüşmüştür. İkincisi, ilk nüfusbilim çalışmalarına temel sağlayan istatistik alanıdır. Üçüncüsü de gezgin ve kâşiflerin gözlemlerine dayanan egzotik toplumların yaşantılarının karşılaştırmalı olarak incelendiği alandır.  

18. yüzyılda bir yanda bu gelişmeler olurken bir yanda da toplumsal olguların da yasaları olduğu fikri ağırlık kazanmıştır. Hatta bunların “toplumun fiziksel yasaları” (Dupond de Nemours, 1768) ve “olay ve nesnelerin doğasından ileri gelen zorunlu bağlar” (Montesquieu, 1748) olarak adlandırıldığı görülmektedir. Bu yüzyılda toplumsal yasalar konusunun Bernoulli’nin geliştirdiği olasılık hesaplamaları, Condorcet’in bahsettiği insan zihninin gelişiminin tarihi ile ilgili yasalar ve fiziksel evrenin yasalarına benzeyen yasalar gibi alanlara ayrıldığını görüyoruz. 19. yüzyılda, özellikle Auguste Comte’un katkılarıyla bu üçüncü alanda önemli gelişmeler olduğunu görüyoruz. Comte’un en bilinen özelliği 18. yüzyılda yeni bilim olarak adlandırılan bir alanı sosyoloji (toplumbilim) olarak isimlendirmesi ve açık tanımını yapması olmuştur. Bu konuyu tanımlarken toplumsal fizik kavramını öne sürerek “sınırsız ve sonsuz bir toplumsal birim” olarak insan türünün bilimi tanımlamasını yapmıştır. Ayrıca, toplum bilimlerini ahlak kuralları ve doğa ötesi düşüncelerden ayrıştırarak pozitif bilim alanı olarak temellendirmiştir.