Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
46,8469
Dolar
Arrow
40,5798
İngiliz Sterlini
Arrow
54,2381
Altın
Arrow
4339,0000
BIST
Arrow
10.642

Algoritmik Korku, Dijital Medya ve Medya Bağışıklığı

Dijital çağda korku bir haber değil, bir algoritma stratejisi haline geldi.

Eminim siz de farkındasınızdır, algoritmalar bizi bilgilendirmekten çok, korkularımızı kışkırtıyor; peki bu sürekli tetikte olma haline karşı medya bağışıklığımızı nasıl koruyacağız?

Günümüz dijital medyası artık yalnızca haberleri aktaran bir mecra değil. Sosyal medya akışlarımız, haber sitelerinin manşetleri ve YouTube önerileri giderek korku merkezli bir düzene dönüşmüş durumda. Depremler, salgınlar, ekonomik krizler, çevre sorunları, çocuklara, kadınlara ve hayvanlara yönelik şiddet, politik kavgalar, ölüm, savaş görüntüleri… Algoritmalar bu tür içerikleri öne çıkardıkça kullanıcıların daha çok tıklaması sağlanıyor ve böylece bir yandan bilgi akışı sürerken öte yandan kolektif bir kaygı rejimi de besleniyor. 

Aslında bu mekanizma yeni değil.Korkunun medyada öne çıkarılması uzun yıllardır bilinen bir gerçek. Örneğin, radyo döneminin en ünlü isimlerinden biri olan OrsonWelles 30 Ekim 1938'de CBS tarafından yayınlanan“The War of the Worlds”(Dünyalar Savaşı) adlı radyo oyununda dinleyicileri, Marslıların Dünya'yı işgal ettiğine dair gerçek bir haber yayını yaparcasına etkileyerek büyük bir panik yaratmıştı. Bu olay, o zaman radyo yayıncılığının ne kadar güçlü olduğunu ve dinleyicilerin medyaya ne kadar çok güvendiğini gösteriyordu.

Ancak algoritmaların hayatımıza bu kadar yoğun girdiği çağımızda, insanların medyaya o kadar çok güvendiğini söylemek zor. Ama korkunun ölçüsüz biçimde yeniden üretildiğine ve tüketiciyle bir tür duygusal döngü kurduğuna tanıklık ediyoruz.

Bugün X’te gündem olan bir deprem haberi birkaç dakika içinde yüz binlerce kişiye ulaşıyor. YouTube’da “felaket senaryoları” başlıklı videolar hızla önerilenler listesine giriyor. TikTok’ta genç kullanıcıların karşısına, “COVID-19 aşılarının kalp krizine sebep olduğu”, “gelecekteki büyük deprem” ya da “yapay zekânın insanlığı yok etmesi” gibi distopik içerikler sürekli çıkarılıyor. Böylece algoritmalar korku ve endişeyi adeta bir pazarlama stratejisi olarak işliyor. Kullanıcı daha çok tıkladıkça, daha fazla kaygı üreten içerik önüne düşüyor; kaygı arttıkça da tıklama ihtiyacı büyüyor. Bu kısır döngü aslında bireylerin sürekli tetikte olmasını, her an yeni bir felaket beklentisiyle tedirgin yaşamalarını pekiştiriyor.

Bu ortamda bireylerin bir tür “medya bağışıklığı” geliştirmeye çalıştığını görüyoruz. İlk başta yoğun bir kaygı yaratan haber, tekrarlandıkça sıradanlaşmaya başlıyor. Pandemi döneminde her akşam televizyonlarda açıklanan vaka ve ölüm sayıları ilk başta büyük bir panik yaratmıştı. Fakat bir süre sonra toplum bu sayılara karşı kayıtsızlaştı, hatta duyarsızlaştı. Bugün benzer bir süreç iklim krizi haberlerinde gözlemleniyor. Orman yangınları ya da seller gündemi sarsıyor, birkaç gün boyunca konuşuluyor, ardından yerini başka bir korkuya bırakıyor. Bu da medyanın sürekli korku üretmesiyle toplumun bağışıklık geliştirmesi arasında garip bir denge oluşturuyor: Ne tamamen duyarlı kalabiliyoruz, ne de tamamen kayıtsızlaşabiliyoruz.

Bu süreç yalnızca bireysel kaygılarla sınırlı değil; siyasal ve kültürel sonuçlar da doğuruyor. Algoritmik korkunun siyasetçiler tarafından nasıl kullanıldığını görmek için uzaklara gitmeye gerek yok. Kriz anlarında sosyal medyada daha görünür hale gelen liderler, kendilerini “kurtarıcı” figür olarak sunabiliyor. Böylece korku, siyasi iletişimde bir fırsata dönüşüyor. Kültürel tarafta ise örneğin, Netflix’in popüler distopya dizileri bu atmosferi pekiştiriyor. “Black Mirror”ın her yeni bölümü, izleyicinin dijital teknolojilere hem aşina kalmasını hem de onlardan tedirgin olmasını sağlıyor. Yani korku, yalnızca haberlerde değil, kültür endüstrisinin her alanında yeniden üretiliyor.

Bütün bu gelişmeler karşısında asıl soru şu: Bu sürekli tetikte olma hâline karşı ne yapabiliriz? Öncelikle korkunun medyatik dolaşımını fark etmek gerekiyor. Kaynağı belirsiz içerikleri sorgulamak, algoritmanın bizi hangi duygulara sürüklediğini görmek önemli bir başlangıç. İkincisi, yüz yüze iletişim kanallarını yeniden güçlendirmek gerekiyor. Korkuyu yalnız başımıza değil, topluluk içinde konuştuğumuzda daha sağlıklı yönetebiliyoruz. Pandemi sonrası dönemde mahalle dayanışmaları, ortak üretim pratikleri ya da küçük kültürel buluşmaların önemi bu nedenle arttı. Çünkü ekranın karşısında bireysel olarak tüketilen korku, kolayca felç edici bir etki yaratırken, paylaşıldığında ve birlikte tartışıldığında daha yönetilebilir hale gelebiliyor.

Özetle, algoritmalar korkuyu bir tür “etkileşim motoru”na dönüştürmüş durumda. Daha çok kaygı, daha çok tıklama ve daha çok içerik tüketimi anlamına geliyor. Ancak sürekli tetikte kalmak hem toplumsal bağlarımızı zayıflatıyor hem de bireysel sağlığımızı yıpratıyor. Çözüm korkuyu yok etmekte değil, onu anlamakta, sınırlarını görmekte ve medya bağışıklığımızı bilinçli biçimde geliştirmekte yatıyor. Çünkü korkuyu tanıyan ve onu araçsallaştıran mekanizmaları fark eden bir birey, algoritmik düzenin dayattığı kaygı iklimine karşı daha dirençli hale gelebilir.