Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,6287
Dolar
Arrow
34,8925
İngiliz Sterlini
Arrow
44,3362
Altın
Arrow
3006,0000
BIST
Arrow
10.125

Kızıl Goncalar: Sembolizmden sürrealizme

Semboller diyarında kaybolduğumuz bir dizi Kızıl Goncalar. Gece gündüz mumla aydınlatılan loş mekanlar, kahvenin binbir tonu kumaşlar, kıyafetler, hep alacakaranlık, hep kasvetli, hep travmatize sahneler…

En son hangi diziyi izlemiştim hatırlamıyorum. Epey bir süre sona beni ekrana bağlayan bir yapım oldu Kızıl Goncalar. Laik-dindar kutuplaşmasını, çatışmasını ve dahi empati gerekliliğini işleyen “Bir Başkadır” ve “Kızılcık Şerbeti” ile benzer görülse de verdiği mesajlar ve yoğun sembolizmiyle farklı bir yerde duruyor.

Daha ziyade yayınlandığı dönemde Türkiye siyasetine, derin devlete, mafyaya, güç savaşlarına dair ipuçları veren Kurtlar Vadisi sınıfında. Yani bir diziden fazlası diyebiliriz.

 Dizinin zihin haritasına baktığımızda Türkiye siyaseti ana aktörlerinin yüksek sembolizmle  karakterlere giydirildiğini görüyoruz. 28 Şubatçı hasta ve huysuz dede, dedenin hain gördüğü, yıllarca küs kaldığı yetmez ama evetçi kızı, seküler kimlikleriyle ön plana çıkan, usülsüz biçimde bir bebeği alıkoymuş doktor karı-koca, onların her an isyan edebilecek, yanlış yola sapabilecek seküler kız çocuğu, filozof genç mürşid, mürşidin karanlık babası, tekkeyi ayakta tutmak  için sır küpüne dönmüş amcası, çocuk gelin olmakla eğitim almak arasında nefes nefese mücadele eden muhafazakâr kız çocuğu, kızının eğitim alması için çırpınan annesi, baskı ve kötülükle bütünleşmiş babası, ve elbette olmazsa olmaz, bu iki grubun da ilişkilerine hâkim, müdahil, hep aynı kahvede, tavla başında derin devletin dehlizlerinden haber alan, görev üzerinde olan sır dolu bir adam.

Bir satranç tahtasının üzerindeki piyonlar gibi bir oyunun parçası haline gelmiş karakterler savaşı ara sıra tempoyu ağırlaştırsa da genelinde izleyiciyi soluksuz ekrana bağlıyor.

Kadın yaşamları ile coğrafyanın kaderi avuç içindeki çizgiler gibi kesişir… Anne Meryem’in hikâyesi de ilk andan itibaren, Amerika’dan kısa bir İran gezisi için yola çıkan, eşi tarafından rehin tutulduğu İran’dan kızıyla dönmek için mücadele veren Betty Mahmoody’i çağrıştırıyor.

Mahmoody’nin yaşam öyküsü “Kızım Olmadan Asla” adıyla filme çekilmiş ve vizyona girdiği tarihte çok ilgi görmüştü. Meryem-Zeynep ikilisi bu filmin mikro uyarlaması gibi…

Dizideki en gerçekçi mücadele de bu ana-kızın mücadelesi. Gerçek bir yaşam öyküsünü çağrıştırmasından belli. Dizinin diğer bir karakteri ise tam olarak mistik, hayali, uhrevi biçimiyle diğerlerinden ayrışıyor. “Efendi Hazretleri” ya da “mürşid efendi” olarak anılan tarikatın lideri hiç görünmeyen, sadece kapısına gelenlerin kapıya el sürüp, sürdüğü elini öpüp alnına koymak suretiyle saygısını ve bağlılığını vurguladığı bir ritüelle simgelenmiş.

Cismi bilinmiyor, görünmüyor. O derece kutsiyet atfedilmiş yani… Sembollere boğulduğunuz için yadırgamıyorsunuz izlerken… Ne de olsa Türkiye siyaseti bize insanların ve olayların görünenden ibaret olmadığını çok iyi öğretti. Öyle ki 28 Şubatçı akademisyenle, tarikat şeyhinin görüşmesine bile şaşırmıyor insan… Ne konuşmuş olabilirler acaba? Neyse, geçelim.

Neticede genel çatısı yüz yıllık tarikat-laiklik karşıtlığı olan dört başı mamur bir Türkiye portresi… Uğur Mumcu’nun kitabının adı gibi; tarikat-ticaret-siyaset sarmalı. Üstelik görünmeyen kısmı görünenden fazlası… O da artık sizin hayal dünyanıza kalıyor. Filozof kimlikli mürşid Cüneyd’in okuduğu şiirde dahi nesnenin kendisi değil bıraktığı etki, görünen cisim değil taşıdığı değer vurgulanıyor; “Bakanlar bana/ gövdemi görürler/ ben başka yerdeyim/ gömenler beni/ gövdemi gömerler/ ben başka yerdeyim”.

Bu dizide sembolizmden yorulmak yok. Sonuna kadar devam… Kimi zaman Dostoyevski’den, kimi zaman Nietzche’den, kimi zaman George Orwell’den alıntılarla renklenen Doktor Levent ve Mürşid Cüneyd diyalogları tasavvufla bilimi münazaraya sokuyor. İzleyici hangi pencereden bakıyorsa münazarayı kazanan da o mahalleden oluyor. Doktor Levent konu ne olursa olsun araya Atatürk’ü alıntılamayı seviyor. Halbuki böyle bir gerçeklik yok. Böyle bir alışkanlık, pratik de yok. Ama olsun, izleyen herkes memnun.

Seküler kesim için “böyle dünyalar da var” dedirten, muhafazakar kesim için “bu kadar da değil” dedirten, yani herkesin bir şey öğrendiği, kendini gözden geçirdiği, kutbunun manyetik etkisinden sıyrılıp zıddına yanaştığı, kaynaştığı, ılımanlaştığı bir dizi… Bebeğe el koyma meselesiyle bütün senaryonun en büyük günahlarından birini işleyen Doktor Levent, ruhsal hastalıklarla mücadele eden Cüneyd Efendi için kendini paralayarak, adeta başında nöbet tutarak muhafazakarların gönlünü kazanıyor. Sadece bu mu? Elbette değil… Daha bir de bu genç ve yakışıklı doktorun tarikat mensubu Meryem’e gönlünün kayma ihtimali var. Bu ihtimal dahi imkânsızı mümkün kılıyor.

Türkiye siyasetinin normalleşme sancıları yaşadığı günlere denk gelen bir buluşma. Tesadüf mü, tevafuk mu yoksa başkaca bir şey mi bilemeyiz. En azından şimdilik…

Son söz olarak; sezon arasına girmeden önce yayınlanan bölüm bunca sembolizmden sonra bir büyük sürrealizm sıçraması oldu. Mısır’da çölden kaçmış asiler görüntüsü veren bir grup adam tekkeyi sopalarla bıçaklarla kuşatıyor, hepsinin alnında bir dövme, tekke içinde kol kesmekten, bir uluyu tartaklamaktan, kızları esir almaktan kaçınmıyorlar. Adeta bir kalkışma…

Sanıyorum ki gericiliğin ucu bucağı yok mesajı veriliyor. Son bölümde gerçeklik sınırlarını fazlaca zorlamış olsa da özellikle tarikat üyelerinin kızlarını dışardan diploma için sınava sokmaları tüm bu yüksek mesaj kaosu içinde serinleten yağmur damlaları gibi yağıyor üstümüze… Kızını okutmaktan gocunan bir kişiyi, bir babayı olumlu etkilediyse bu dizi, ne mutlu.