Türkiye’nin yönetim serüveni, rasyonalizm ile popülizm arasında gidip gelen bir denge arayışının tarihidir. Rasyonalizm, bilimsel verilere dayalı karar alma, mali disiplin ve etkin kurumlar, liyakatli kadrolar aracılığıyla uzun vadeli refahı hedeflerken; popülizm, halkın anlık taleplerine yaslanarak kısa vadeli siyasi kazanç uğruna geleceği riske atar. Bugün yüksek enflasyon, artan borç yükü ve zayıflayan kurumsal yapı karşısında bu ikilem, artık yalnızca teorik bir tartışma değil; ekonomik istikrar, toplumsal güven ve sürdürülebilir kalkınma açısından hayati bir yol ayrımıdır. Tarihsel deneyim gösteriyor ki, kalıcı refahın anahtarı, popülist vaatlerde değil, cesaretle ve kararlılıkla uygulanan rasyonel akıldadır.
KAMU YÖNETİMİNDE RASYONALİZM-POPÜLİZM İKİLEMİ
Bir devletin temel varlık nedeni, toplumun ihtiyaçlarını karşılamak, refahını artırmak ve sürdürülebilir bir gelecek inşa etmektir. Bu amaç doğrultusunda devlet aklı, çoğu zaman iki farklı yaklaşım arasında salınır: Rasyonalizm ve Popülizm.
Rasyonalizm, bilimsel veriye dayalı karar alma, akılcı analizler ve uzun vadeli planlamayı esas alır; mali disiplin ve liyakatli kurumlarla güç kazanır.
Popülizm ise halkın anlık beklentilerini merkeze alır, siyasal meşruiyetini de “gerçek iradeyi temsil etme” iddiasından türetir.
Bu iki eğilim arasındaki gerilim, yalnızca teknik bir tercih değil, aynı zamanda tarihsel bir sınav niteliğindedir. Türkiye’nin yönetim pratiği de, devlet aklının rasyonalizm ve popülizm arasında defalarca sınandığı örneklerle doludur. Özellikle gelişmekte olan ülkeler için bu ikilem, ekonomik istikrar ve toplumsal refah açısından kritik önem taşır. Çünkü bu iki felsefe, kamu politikalarının rotasını tamamen farklı yönlere çeker: biri uzun vadeli sürdürülebilirliği, diğeri kısa vadeli popülerliği önceleyen iki ayrı yol sunar.
RASYONELİST KAMU YÖNETİMİNİN TEMELLERİ
Rasyonalist kamu yönetimi, devletin sınırlı kaynaklarını en verimli ve etkin biçimde kullanmayı amaçlar. Bu anlayış yalnızca “ne yapılacağına” değil, aynı zamanda “nasıl” ve “hangi temelde” yapılacağına da ışık tutar. En önemli ilkesi, politika kararlarını ideolojik söylemlerden arındırarak, objektif veriler, istatistikler ve bilimsel analizlere dayandırmaktır. Örneğin, asgari ücret artışı gündeme geldiğinde, kararın enflasyon, istihdam ve rekabet gücü üzerindeki etkileri titizlikle değerlendirilir.
Bu yaklaşımın temel taşları şunlardır:
Liyakatli Kadrolar, Kurallar ve Etkin Kurumlar: Görevlerin ehil kişilere verilmesi, kuralların herkes için bağlayıcı olması ve güçlü kurumların varlığı, rasyonalist yönetimin omurgasını oluşturur.
Şeffaflık ve Hesap Verebilirlik: Kamu gücünün keyfi kullanımını engelleyerek vatandaşın devlete güvenini pekiştirir; katılımı teşvik eder, demokratik meşruiyeti güçlendirir ve sürdürülebilir kalkınma için sağlam bir zemin hazırlar.
Mali Disiplin: Kamu gelir ve giderlerinin dengeli, planlı ve sürdürülebilir biçimde yönetilmesini ifade eder. Amaç, bütçe açıklarını kontrol altında tutmak, borç yükünü azaltmak ve ekonomik istikrarı korumaktır.
Rasyonalist yönetim, gelir-gider dengesini gözetir; bütçe açıklarını sınırlı tutar, borçların sürdürülebilirliğini sağlar ve vergilerin adil biçimde toplanmasını esas alır. Kamu harcamalarında israfın önlenmesi, projelerin fayda-maliyet analizine göre önceliklendirilmesi ve şeffaf bütçeleme süreci, bu anlayışın vazgeçilmez unsurlarıdır.
Kısa vadeli siyasi döngülerin ötesine geçerek 10, 20 hatta 50 yıllık hedefler koyan bu yaklaşım; eğitim, sağlık, enerji ve altyapı yatırımlarını geçici popülerlik uğruna değil, ülkenin rekabet gücünü artıracak şekilde planlar. Bu nedenle rasyonalist sistemde, kurumların başına siyasi sadakatle değil, liyakat ve uzmanlıkla şekillenen kadrolar getirilir. Merkez Bankası, Rekabet Kurumu ve Sayıştay gibi bağımsız yapılar, siyasi baskılardan arındırılarak özerkliklerini korur.
Böyle bir yönetim, yalnızca ekonomik istikrarı sağlamaz; aynı zamanda toplumsal güveni pekiştirir, yatırımcılar için öngörülebilir bir ortam yaratır. İlk bakışta “acı reçete” gibi görünse de, uzun vadede toplumlara refah, güven ve uluslararası saygınlık kazandırır.
POPÜLİZMİN CAZİBESİ VE BEDELİ
Popülizm, duygulara seslenen ve hızlı çözümler vaat eden bir yönetim tarzıdır. Halkın anlık taleplerini karşılamaya odaklanan bu yaklaşım, çoğu zaman rasyonel ekonomik ilkelerden uzaklaşarak uygulanır. Seçim dönemlerinde maaş ve emekli aylıklarında artış, vergi afları, borç yapılandırmaları, karşılıksız sosyal yardımlar, kredi genişlemeleri ve gösterişli mega projeler, bu politikanın en bilinen araçlarıdır.
Kısa vadede seçmen memnuniyeti sağlayan bu adımların maliyeti yüksektir. Genellikle karşılıksız para basma, artan borçlanma ya da vergi gelirlerinin ötesinde harcamalarla finanse edilir. Sonuçta bütçe açıkları büyür, kamu borcu ağırlaşır ve enflasyonist baskılar artar. Geçici refah görüntüsü yaratmasına rağmen, uzun vadede yüksek ve kalıcı enflasyon, eriyen döviz rezervleri, borç yükü, yatırımcı güveninde zayıflama ve ekonomik istikrarsızlık olarak geri döner. Enflasyonun özellikle düşük gelirli kesimlerin alım gücünü aşındırması, toplumsal eşitsizliği derinleştirir.
Popülist yönetimler, bu süreçte bağımsız kurumları zayıflatma eğilimi gösterir. Merkez Bankası’nın kararlarına müdahale, yargının siyasallaştırılması ve liyakat yerine siyasi sadakatin öne çıkarılması en sık başvurulan yöntemlerdir. Böylece hukuk devleti yara alır, yatırımcı güveni sarsılır.
Sürekli değişen, öngörülemeyen politikalar ekonomik aktörler için belirsizlik yaratır; yerli ve yabancı yatırımcılar geleceğe dair net bir yol haritası göremediğinde yatırımlardan kaçınır. Bu da büyümenin yavaşlamasına, işsizliğin artmasına ve ülkenin uzun vadede kalkınma tuzağına sürüklenmesine yol açar.
ULUSLARARASI STANDARTLAR VE KÜRESEL BASKILAR
Günümüzde hiçbir ülke yalnızca kendi iç dinamikleriyle yönetilmiyor. Uluslararası kurumlar, kamu yönetiminin kalitesini doğrudan etkileyerek rasyonel yönetimi teşvik ederken, popülist uygulamaların bedelini de daha görünür kılmaktadır.
OECD, iyi yönetişim standartlarıyla şeffaflık ve hesap verebilirliği öne çıkarır.
Dünya Bankası, sağladığı kredilerde şeffaflık ve yolsuzlukla mücadeleyi zorunlu kılar.
Birleşmiş Milletler, 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları çerçevesinde ekonomi, toplum ve çevreyi bir bütün olarak ele alır; uzun vadeli planlamayı teşvik eder.
Avrupa Birliği, aday ülkelerden mali disiplin, bağımsız yargı ve kurumsal reformlar talep eder.
Bu uluslararası normlar, popülist politikalara hareket alanı bırakmazken; rasyonel, şeffaf ve kurumsal reformlar için hem dış baskı hem de güçlü bir meşruiyet zemini yaratmaktadır.
TARİHSEL DÖNEMLERDE RASYONALİZM VE POPÜLİZM ÖRNEKLERİ
Osmanlı'da Reformlar ve Gelenekle Yüzleşme
Türkiye tarihi, rasyonalist ve popülist politikaların hem başarı hem de başarısızlık örnekleriyle doludur. Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş dönemlerinde yönetim, kanunnameler, vergi düzeni ve askeri teşkilat gibi unsurlarla disiplinli ve rasyonalist bir yapıya dayanıyordu. Ancak 17. yüzyıldan itibaren artan askerî harcamalar, rüşvet ve iltimas, mali dengeleri bozdu; “ganimet” ve “cülus bahşişi” gibi popülist uygulamalar ise ekonomiyi zayıflattı.
Son üç yüzyıl, bu çöküşe karşı reform arayışlarının tarihi oldu. Lale Devri’nde başlayan yenilikler, III. Selim’in Nizam-ı Cedid hareketiyle kurumsal bir nitelik kazandı, II. Mahmud döneminde merkezileşme hızlandı. Tanzimat ve Islahat Fermanları ise mali disiplin, liyakat ve hukukun üstünlüğünü hedefleyen rasyonalist adımlardı. “Vatandaşlık” ve “eşitlik” gibi modern ilkeler gündeme gelse de güçlü bir kurumsallaşma sağlanamadı; meclis ve anayasa girişimleri de siyasi meşruiyet krizleri nedeniyle işlevsiz kaldı.
Bu dönemde popülizm, özellikle II. Abdülhamid’in sansür ve gözetim politikalarında kendini gösterdi. Devlet aklı, halkla sağlıklı bir ilişki kurmak yerine, “koruma” gerekçesiyle özgür tartışmayı sınırlamayı tercih etti.
Cumhuriyet ve Atatürk Dönemi: Akılcı Devletin İnşası
Cumhuriyet’in kuruluşu, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde hayata geçirilen köklü rasyonalist dönüşümün en parlak örneğidir. Atılan adımlar, kısa vadeli popülerlikten çok, ülkenin geleceğini inşa etmeye odaklanmıştır. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, Latin alfabesine geçiş gibi reformlar, halkın anlık tepkilerine rağmen modernleşme hedefiyle uygulanmıştır.
Ekonomide de benzer bir anlayış hâkim olmuş; İzmir İktisat Kongresi, devletçilik ilkesi ve dış borçların planlı ödenmesi sayesinde Türkiye, 1929 Dünya Buhranı’nın yıkıcı etkilerinden büyük ölçüde korunmuştur. Cumhuriyet yalnızca bir rejim değişikliği değil, devlet aklının rasyonelleşmesi açısından da bir devrimdir.
Atatürk’ün reformları sembolik değil, yapısal ve kurumsal niteliktedir. Halifeliğin kaldırılması, medeni kanunun kabulü, eğitimin sekülerleştirilmesi ve kadınlara siyasi hakların tanınması, toplumun uzun vadeli kalkınma hedeflerine göre şekillendirilmiştir. Onun “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözü de bu anlayışın özünü yansıtır.
Bu dönemde planlı kalkınma, kurumsallaşma, liyakat esaslı bürokrasi ve geleceği önceleyen halkçılık anlayışıyla kamu yönetimi, Türkiye tarihinde rasyonalizmin zirvesine ulaşmıştır.
ÇOK PARTİLİ DÖNEMDEN GÜNÜMÜZE: RASYONEL YÖNETİMİN GERİ ÇEKİLİŞİ
Demokrat Parti ve Seçim Popülizminin Başlangıcı
1946’da çok partili hayata geçiş, demokratikleşme için önemli bir adım olsa da, kamu yönetiminde popülist dinamikleri güçlendirdi. 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, uzun süredir biriken halk taleplerini hızla karşılamaya yöneldi. Özellikle kırsal kesime hitap eden yüksek tarım destekleri ve yol–köprü gibi kısa vadeli projeler, seçim başarısı getirdi; ancak bütçe açıklarını artırarak dış borçlanmayı hızlandırdı.
Mali disiplinin zayıflamasıyla kamu harcamaları yükseldi, enflasyonist baskılar oluştu. 1950’lerin sonlarında bu politikalar, kronik ekonomik sorunların temelini attı. İlerleyen yıllarda popülist vaatler ve mali sorumsuzluklar yeni krizlere zemin hazırladı.
Demokrat Parti dönemi, popülizmin seçmen desteği kazanmak için sistemli biçimde kullanıldığı ilk örnek olarak tarihe geçti. Bu dönemde rasyonalizmden uzaklaşma, Bütçe açıklarının büyümesi ve dış borçlanmanın hızlanması, Mali disiplinin zayıflaması, Enflasyonist baskıların artması, Kronik ekonomik sorunların temellerinin atılması ve Popülizmin, siyasi destek için kalıcı bir araç haline gelmesi gibi sonuçlar yaratmıştır.
1980 Sonrası: Liberal Rasyonalizm mi, Taktiksel Popülizm mi?
1980 darbesinin ardından uygulanan liberal iktisat politikaları, ilk bakışta rasyonel yönetim ilkelerine yakın görünse de, kurumsal zeminde yetersiz kaldı. 1983’te iktidara gelen ANAP, dışa açılma, serbest piyasa ve ihracat odaklı büyümeyi destekledi; ancak devlet planlamasının zayıflaması ve yapısal reformların ertelenmesi, kalıcı bir reform kültürü oluşmasını engelledi.
1990’larda, koalisyon hükümetlerinin zayıflığı ve siyasi istikrarsızlık, popülist politikaları zirveye taşıdı. Mali disiplin çöktü, kamu açıkları rekor seviyelere ulaştı, banka hortumlamaları ve kayıt dışı ekonomi devlet aklının işlevsizleştiğini gösterdi. Bu tablo, 2001 krizinin temelini attı.
Turgut Özal’ın politikaları, ekonomik rasyonalizmi destekleyen unsurlar barındırsa da, popülist taleplerle verilen ödünler, rasyonalizm ile popülizm arasındaki gerilimi derinleştirerek ekonomik ve kurumsal kırılganlıkları artırdı. 1980 ve 1990’larda rasyonel politikalardan uzaklaşma; Devlet planlamasının zayıflaması, Yapısal reformların ertelenmesi, Mali disiplinin çökmesi ve kamu açıklarının büyümesi, Bankacılık krizleri, kayıt dışı ekonomi ve yolsuzluk ve 2001 krizine zemin hazırlayan kırılganlıkların artmasına sebep olmuştur.
2001 Krizi ve Reform Rasyonalizmi
2001 ekonomik krizi, ertelenen yapısal sorunların bir anda patlak verdiği tarihî bir dönüm noktası oldu. IMF gözetiminde uygulanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, bankacılık sistemini yeniden yapılandırdı; Merkez Bankası’na bağımsızlık kazandırıldı, mali disiplin tesis edildi ve Sayıştay ile denetim mekanizmaları güçlendirildi.
Kısa sürede enflasyon düştü, büyüme hızlandı ve yatırımcı güveni arttı. Bu dönem, bağımsız kurumlara dayalı rasyonel ekonomi politikalarının öne çıktığı nadir bir süreç oldu. Ancak bu kazanımların ne kadar kırılgan olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıktı. 2001 krizi sonrasında rasyonel politikalara dönülmesi sonucunda; Bankacılık sisteminin yeniden yapılandırılması, Merkez Bankası bağımsızlığının güçlendirilmesi, Mali disiplinin sağlanması, Enflasyonun düşmesi ve ekonomik büyümenin hızlanması, Yatırımcı güveninin artması sağlanırken kazanımların kırılganlığı ve sürdürülebilirlik sorunu yaşanmıştır.
Günümüz Türkiye'sinde Yönetim İkilemi: Rasyonaliteye Rağmen Popülizm
Bu süreçte “siyasi iş döngüsü” (political business cycle) denilen tablo belirginleşti: Seçim öncelerinde harcamalar hızla arttı, bütçe açıkları büyüdü. Kamu bankaları aracılığıyla kredi genişlemesi, kısa vadede tüketimi artırsa da enflasyon ve kur krizlerini tetikledi.
Ayrıca, vergi afları ve borç yapılandırmaları, mali disiplini zayıflatarak vergi bilincini aşındırdı. Merkez Bankası bağımsızlığına müdahaleler, para politikasını bilimsel temelden kopardı. Faiz–enflasyon ilişkisi yanlış yorumlandı, teknik analiz yerine siyasi söylemler öne çıktı.
Sonuçta, yüksek ve kalıcı enflasyon, eriyen rezervler, yatırımcı güveninde kayıplar ve ekonomik öngörülemezlik öne çıktı. 2000’li yıllardan itibaren kamu yönetiminde popülizm, rasyonel ilkelerin yerini giderek daha fazla almaya başladı.
2002’den itibaren nispeten sağlanan siyasi istikrar, kamu yönetiminde popülist eğilimlerin güçlenmesine zemin hazırladı. Seçim dönemlerinde uzun vadeli istikrar yerine kısa vadeli memnuniyet önceliklendirildi; kamu harcamaları arttı, emekli, çiftçi ve öğrencilere yönelik nakdi destekler siyasi araç haline geldi. 2000’ler ve sonrasında rasyonel poltikalardan uzaklaşma sonucunda; Seçim dönemlerinde artan kamu harcamaları ve büyüyen bütçe açıkları, Kamu bankaları üzerinden kredi genişlemesi, enflasyon ve kur krizleri, Vergi afları ve borç yapılandırmaları, mali disiplinin zayıflaması, Merkez Bankası bağımsızlığına müdahaleler, Yatırımcı güveninde kayıplar ve ekonomik öngörülemezlik ve Kalıcı yüksek enflasyon ve kırılganlık
RASYONALİTEYE DÖNÜŞ: TÜRKİYE'NİN EKONOMİK GELECEĞİ İÇİN BİR MECBURİYET
Türkiye bugün kritik bir yol ayrımında. Bir yanda kısa vadeli siyasi kazanımlar uğruna sürdürülen popülist politikaların yarattığı yüksek enflasyon, cari açık ve kırılgan ekonomi; diğer yanda kalıcı refahın kapısını aralayacak cesur yapısal reformlar.
Seçenek net: Ya günü kurtarmak için geleceği ipotek altına alacağız, ya da zor ama doğru olanı seçip rasyonel akla döneceğiz. Çözüm bellidir:
Kamu Maliyesinde Disiplin: İsrafın önlenmesi, bütçe açığının kontrolü, vergi adaletinin sağlanması.
Bağımsız Merkez Bankası: Para politikalarında bilimsel ve öngörülebilir karar alma.
Adil ve Etkin Vergi Sistemi: Kayıt dışı ekonominin küçültülmesi, tabanın genişletilmesi.
Liyakatli Kadrolar ve Güçlü Kurumlar: Siyasi sadakate değil, ehliyete dayalı atamalar.
Bağımsız Yargı: Hukukun üstünlüğü ve yatırımcı güveni için tarafsız adalet.
Üretim ve Eğitim Reformu: Katma değerli üretime geçiş, nitelikli insan gücü yetiştirme.
Ar-Ge ve Teknoloji Yatırımları: Yenilikçi ekonomi ve küresel rekabet gücü.
Sosyal Güvenlikte Sürdürülebilirlik: Erken emeklilik ve popülist sübvansiyonların mali yükünün azaltılması.
Evet, reformlar sancılıdır. Erken emeklilik düzenlemeleri, sübvansiyonların kısılması, israfın önlenmesi ve kayıt dışılıkla mücadele ilk etapta hoşnutsuzluk yaratacaktır. Ama unutmayalım: Geçici memnuniyetler uğruna ertelenen her karar, yarın daha ağır bir fatura olarak karşımıza çıkacaktır.
Türkiye’nin ikinci yüzyılında ihtiyaç duyduğu şey, alkışları değil, aklı önceleyen bir yönetim anlayışıdır. Çünkü tarih defalarca gösterdi: Popülizm kriz getirir, rasyonalizm ise refah.
Rasyonel yönetim, yalnızca bugünü değil yarını da düşünür. Bu, sürdürülebilir kalkınma anlayışının temelidir. Popülizm ise günü kurtarma uğruna gelecek nesillerin kaynaklarını ve refahını göz ardı eder.
İYİ UYGULAMA ÖRNEKLERİ VE KÜRESEL DERSLER
Dünya bize aslında çok net bir şey söylüyor: Rasyonel yönetim yükseltir, popülizm çökertir. Bakın örneklere…
• Güney Kore, birkaç on yıl içinde eğitim ve teknoloji yatırımlarıyla yoksulluktan küresel teknoloji devi haline geldi.
• Almanya, “borç freni” kuralını anayasaya yazarak mali disiplini sarsılmaz hale getirdi.
• İskandinav ülkeleri, şeffaf yönetim ve sosyal devlet anlayışıyla refahı sürdürülebilir kıldı.
• Şili, vergi ve sosyal güvenlik reformlarıyla Latin Amerika’nın istikrar sembolü oldu.
• Singapur, liyakatli kadroları ve düşük yolsuzluk oranıyla dünyanın örnek aldığı bir başarı hikâyesi yazdı.
Peki ya tersi?
• Venezuela ve Arjantin, popülizmin cazibesine kapılıp hiperenflasyonla çöküşe sürüklendi.
• Yunanistan, kontrolsüz borçlanmanın bedelini ağır bir krizle ödedi.
Tablo ortada: Akla yaslanan ülkeler refah içinde ilerlerken, popülizmin peşine düşenler kriz ve kaosa mahkûm oluyor.
Türkiye için ders açıktır: Ya aklın yolunu seçeceğiz ya da alkışların gölgesinde geleceğimizi heba edeceğiz.
SONUÇ: AKIL KAZANIRSA UMUT YEŞERİR
Türkiye, tarih boyunca akıl ve alkış arasında gidip gelen bir yönetim serüveninin aktörü oldu. Bugün yaşanan ekonomik kırılganlıklar, popülizmin ağır faturasını açıkça gösteriyor. Oysa tarih de dünya örnekleri de bize aynı gerçeği söylüyor: Kalıcı refah, şeffaf kurumlar, mali disiplin ve liyakatli kadrolarla mümkündür. Türkiye’nin ikinci yüzyılında ihtiyaç olan, günü kurtaran alkışlar değil; yarını inşa edecek rasyonel akıldır.
Devlet yönetimi her zaman bir tercih meselesidir. Osmanlı, geciken reformların bedelini çöküşle öderken; Cumhuriyet’in kuruluşunda yoksulluk ve savaş yorgunluğu içindeki bir toplum bile akıl, bilim ve planlamanın rehberliğinde büyük bir dönüşüm yaşayabildi. Atatürk’ün inkılaplarının hâlâ saygıyla anılması, aklın alkışın önüne geçirilmesinin en güçlü kanıtıdır.
Türkiye için artık ertelenmiş kararları cesaretle hayata geçirmenin zamanı gelmiştir. Kamu yönetimi liyakate dayanmalı, kurumlar bilgiyle donatılmalı, kararlar şeffaf biçimde alınmalı ve toplum bu sürecin hem paydaşı hem de denetleyicisi olmalıdır. Çünkü her medeniyet sıçraması, rasyonel bir devrimle başlar.
Popülist politikalar kısa vadede “can simidi” gibi görünse de uzun vadede mali yük ve kurumsal zafiyetler yaratır. Oysa bilimsel verilere dayalı, uzun vadeli faydaları gözeten yapısal reformlar Türkiye’yi daha güçlü, adil ve müreffeh bir geleceğe taşıyacaktır. Bu reformlar yalnızca ekonomik göstergeleri düzeltmekle kalmaz; toplumsal güveni ve adaleti de pekiştirir.
Türkiye’nin ikinci yüzyılında ihtiyaç duyulan, günü kurtaran popülist vaatler değil; yarını inşa edecek rasyonel akıldır. Tarih defalarca gösterdi: Popülizm kriz ve belirsizlik getirir, rasyonalizm ise kalıcı refah ve toplumsal güven. Eğer cesaretle aklın yolunu seçersek, Türkiye’nin ikinci yüzyılı sadece ekonomik değil, aynı zamanda adaletin, güvenin ve umudun yüzyılı olacaktır.
Refahın anahtarı alkışta değil, akıldadır. Alkış biter kriz bırakır; akıl kalır refah yaratır!
Çok Okunanlar

Sizi yine kim 'Kandırdı'?!

Özgür Özel, Kemal Bey geri dönmek isterse ne yapacaksınız? sorusuna yanıt verdi

CHP İl Binasına geleceğini açıklayan Gürsel Tekin için flaş iddia

AKP kulislerinde CHP endişesi

Kayyum kararı sonrası ilk anket...

Hayatını kaybeden Nihal Candan'ın babasından itiraf: Bilseydim izin vermezdim

İrem'in iki bacağını, şoförsüz tır koparmış

Akıl ve alkış arasında Türkiye: Popülizmin bedeli, rasyonalizmin umudu

Görev süresinin sonuna yaklaşırken Ali Erbaş'a piyango

İktidar cephesinde seçim planları