Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,3594
Dolar
Arrow
34,4660
İngiliz Sterlini
Arrow
43,6304
Altın
Arrow
2935,0000
BIST
Arrow
9.367

Kaybolan Türk Gençliği ve protein meselesi

Türklerin tarihi üzerine epeyce araştırma yapılıyor son zamanlarda.

Kimdirler, ne yer-ne içerler, kültür kod algoritması nasıl teşkil etmiştir, evrimsel süreçte neredeler ve nüfusları ne kadar gibi konular üzerine çalışmalar yapılıyor.

Özellikle, tarihçi, antropolog ve dil bilimci hocalarımız, Türkistan Bölgesine yani Asya’ya uzun seyahatler yapıyorlar.

Köklerimizi ve geçmişimizi arıyorlar.

Türk ırkı yoktur ama başka ırklar vardır diyenlere inat.

Soğuk savaş döneminde, 70 yıla yakın bir süre bizden ayrı kalan bölgelerde, Sovyet Devletinin çökmesinin ardından, kopan bağlarımızı, yeniden tesis etmeye çalışıyorlar. 

Milyonlarca Türk’ün yaşadığı bölgelerden, yıllarca haber alamamışız.

Sovyetler, bölgeyi tam bir pandemi kuralları ile yönetmiş.

Konuşmak yasak.

İletişim yasak.

Ziyaret yasak.

Köyün dışına çıkmak yasak.

Amerika’da öğrenciyken tanıştığım Karaçay Türkü bir abimiz, babasının ve amcasının çok yakın iki köyde yaşamasına rağmen, iletişimin ve seyahatin devlet iznine bağlı olması nedeniyle, ki izin veren de yok aslında, 50 yıl birbirlerinden habersiz yaşadıklarını söylemişti.

Yani sadece biz haber almamakla kalmamışız, aynı dağın yamacındaki ve ardındaki köyler de birbirinden habersiz kalmış.

Neyse asıl konumuza gelelim.

Türkler, Osmanlı döneminde sipahi ve atlı sipahi olarak, asker ve gıda deposu olarak epeyce görev yapmışlar.

Nüfuslarını her ne kadar arttırmak istemişlerse de, bitmek bilmeyen savaşlar neticesinde bir türlü başarılı olamamışlar.

Hem de, savaşarak aldıkları topraklarını koruyamamışlar.

Hatta bir ara nüfusları 13 milyona kadar düşmüş.

İnsanlarını kaybettiği gibi, Birinci Dünya savaşı ardından yapılan mübadele sonrası, mallarını-mülklerini ve de en verimli topraklarını da kaybetmişler.

Açlık ve hastalıkla mücadele etmek zorunda kalmışlar.

Gençlerini ve topraklarını savaşta kaybetmiş, yarısı sakat, diğer yarısı da hasta bir millet, mucize eseri hayatta kalmayı başarmış.

Midesi sırtına yapışmış, uyuz, frengi, cüzzamla mücadele eden bir millet, 100 yıl sonra, tam ayağa kalkacakken, bu sefer de pensilvanyalıların hançeri ile sırt üstü mindere vuruldu.

Neyse ki tam nefesi kesilmek üzereyken ve tarih sahnesinde yok olacakken tekrar ayağa kalkmasını bildi.

Bildiğiniz ya da birçoklarınızın hala bilmediği ve hala kavrayamadığı ve de asla kavrayamayacağı gibi, FETÖ PROJESİ Anadolu’yu ve de özellikle Marmara havzasını TÜRKSÜZLEŞTİRME projesiydi.

Dönemin Bizans tapularını yürürlüğe koyma projesiydi.

Tapu iptal davalarıyla, Türklerin tapuları anında geçersiz sayılacaktı.

Çoğu papazın kilisesine aktarılacaktı.

Üst kullanım hakkı gereği, tapu metrekareleri netten değil bürüt alandan inşaat birim fiyatları ile çarpılarak ortaya çıkacak bedeller mukabilinde istimlak edilecekti. 

Ne de severlermiş bizi.

Netten değil de bürütten ödeme yapacaklarmış.

Ardından da Türkler, Küçük Asya’dan sürülecekti. 

Yani yüzyıllardır yaşadığı şehrinden sürülürken, mağdur edilmeyecekti zavallı Türkler.

İnşaatları için harcadıkları kum-çakıl-çimento parası, ellerine sayılarak sepetleneceklerdi Dersaadet’ten.

Kimdi Türk’ü mindere sırt üstü vurmaya çalışan?

Elenor, Teodor, Heraktios, Agutus, Konstantin miydi?

Yoksa Ahmet, Mehmet, Ayşe, Ömer, Osman, Nuray, Sedat, Yusuf, Yücel miydi?

Bildiğiniz gibi, 1850’li yıllarda Anadolu’da epeyce misyoner okulu vardı.

Bu okullar 3 bölgeye ayrılan noktadan “Anadolu’nun Türksüzleştirilmesi” çalışmalarını yapıyordu.

Birincisi; Batı Türkiye Misyonu Bölgesi: Trabzon’dan Mersin’e çekilecek bir doğrunun batısında kalan bölgeleri kapsar. Bu misyonun 1870 yılındaki istasyonları İstanbul, Merzifon, İzmit, Kayseri, Bursa, Manisa, Sivas’tı. Misyon merkezi İstanbul’du.

İkincisi; Merkezi Türkiye Misyonu Bölgesi: Sivas-Mersin-Halep arasında oluşturulacak üçgenin içerisinde kalan alanı kapsar. Antep, Halep, Adana, Antakya, ve Maraş bu misyonun 1870 yılındaki istasyonlarıydı. Merkezi Antep’di.

Üçüncüsü de Doğu Türkiye Misyonu Bölgesi: Önceki iki misyonun doğusunda kalan bölgeleri kapsar. Merkezi Harput’tu. Harput, Bitlis, Erzurum, Mardin istasyonlardı.

Bu okullar birinci dünya savaşında üstüne düşen vazifeyi fazlasıyla yaptılar ama netice tehcirle sonuçlandı.

Biz de savaşı kaybettik.

Kuvva-i Milliye’nin kurulmasına kadar beklemek zorunda kaldık.

Türkler zaten az kalmışlardı.

Savaştan ve mübadeleden yorgun, hepi topu 13 milyon kadar.

Savaş artığı Türkler, ya hastalıktan ya da açlıktan ölmek üzereydi.

Diğer yandan, bu kadar Amerikan okulu olmasına rağmen,  Türkler çocuklarını gayr-i müslümlerin okullarına göndermiyorlardı.

Mesafeli ve uzak duruyorlardı, ecnebi okullarına.

Eski anıları, gavurun pek de lehlerine bir iş yapmadıkları üzerine kurulu olduğu için, ürküyorlardı.

Kendi okulları da yok denecek kadar azdı.

O okullara, sadece Ermeniler gibi müslüman olmayan azınlık çocukları gidiyordu. 

Zaten, istiklal savaşında Kuva-i Milliye’ye karşı çıkan yerli gavurlar, bu okulların ürünüydü.

İngiliz derin devletinin dehlizlerinde yetiştirilen bu gençler, İngiliz İslam Teali ve İngiliz Muhipleri Cemiyeti olarak karşımıza çıktılar.

Türklük bilincini tıraşlayarak, siyasal islamcılık şapkasıyla yapacaklardı, silahla ve bilekle yapamadıklarını.

Türkler, her ne hikmetse, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün gayretleri ile hayatta kalmayı başardı.

Devrimlerle birlikte hastalıklar tedavi edildi, bataklıklar kurutuldu, tarım alanları açıldı, gıda sorunu çözüldü, demiryolları yapıldı, okullar açıldı.

Zaten ecnebi okullara çocuklarını göndermeyen Türk Ahali, eğitim için modern okullara kavuştu.

Zamanla sanayisini de kuran Modern Türkiye, artık nüfusunu da arttırmalıydı.

Yol yapması da gerekiyordu.

19 Ocak 1925 tarihinde 542 sayılı “Yol Mükellefiyeti” kanunu çıkarttı ve 1952’ye kadar bu kanun yürürlükte kaldı..

Ülke topraklarında oturan 18-60 yaş arasındaki bütün erkekleri, yol yükümlülüğüne tabi tuttu.

Yani yol yapımında çalışacaklardı. 

Ancak, sakatlıklarını raporla belgeleyebilenler, öğrenciler ve silah altında bulunan ordu ve jandarma mensupları bu yükümlülükten muaftı.

Ya da 6 çocuk yapacaktı.

Seç beğen al.

Böylece nüfus epeyce arttı.

Vergi vermekten hiç hoşlanmayan ve çalışmak istemeyen Türkler, yeni kanunu çok sevdi.

Nüfus, 1945 de 18 milyona,

1950 de 20 milyona,

1980 de 45 milyona,

2000 de 65 milyona ulaştı.

Şimdi de 85 milyona ulaştı diyorlar.

Nüfus artınca, devlet gençlerin hepsine eğitim ve barınma olanağı sunamadı. Özellikle kırsalda, kalabalık aileler ve fakirlikle birlikte sorun daha da büyüdü.

Fukaralık aileleri zor süreçlere soktu.

Çocuklar beslenemedi ve proteinsiz zihinler başkasının kılıcını sallamaya aday oldu.

İstihbarat örgütleri hemen bu boşluğu doldurdu.

Ama bu sefer daha dikkatliydiler.

100 YIL ÖNCEKİ HATAYI TEKRAR YAPMAK İSTEMEDİLER

1850 yılında kurdukları misyoner okullarının yenisi ve aynısını ve fakat müslüman olanını 1950’de tekrar kurmaya başladılar.

Ha bu arada, bu okulları Anadolu’ya kurarken, Güya Atatürkçü, Güya, Atatürk’ün Yakın Arkadaşı, Güya Modern Türkiye’nin Neferi ve de Güya Seküler işbirlikçilerin desteğini belirtelim ve de parantezi kapatalım. 

Çünkü gavur bunu taaaaa 100 yıl önce not etmişti.

Türkler gayri müslümlerin okullarına çocuk göndermiyordu.

Açlıktan ölse de göndermiyordu.

O zaman ne yapmalıydı.

Müslüman görünümlü gavur okulu kurulmalıydı.

Yani dışı müslüman ama içi gavur olacaktı.

Bu okullarda yetiştirdikleri gençler, hem anatomik, hem de zihinsel açıdan” tıpkı basım” gibi üretildi.

Görüntüsünden, konuşma tarzına, ses tonuna, saç şekline, omurilik yapısına, giyim şekline, anatomik yapısına kadar neredeyse aynıydılar.

Vur deyince vuruyorlar, öl deyince ölüyorlardı.

Hedef de cennetti.

Yersen. 

15 Temmuz biraz da buydu.