Geçtiğimiz hafta sonu ünlü felsefeci, yazar Hilmi Yavuz, Tarihçi Kitabevinde son yılların manşette kavramı Post-Truth’ un (Gerçek Ötesi) sosyal ve politik yönleri üzerine ilgiyle dinlediğim, aydınlatıcı bir konuşma yaptı. Anımsayalım. Post-Truth 2016 yılında ünlü Oxford Sözlüğünce Yılın Sözcüğü seçilmişti. Açıkça söyleyeyim. Piyasaya çıktığı ilk günden itibaren Post-Truth’u çok sevimsiz bulmuştum. Kanımca sözcüğün, daha doğrusu deyişin ardında yatan, yalanı, bir cambazlıkla, daha yutulur bir hale getirmekti. Ancak yine anımsayalım binlerce yıldır insanoğlunun temel ahlak kaynağı olan dinlerin yalanla oldukça ikircikli ilişkileri vardır. Örneğin yahudi/hristiyan ahlakının temel belgesi olan On Emir’de yalan, kimi kaynağa göre, o da ancak dokuzuncu emir olarak yer alır. Ancak kimine göreyse de, On Emir’de doğrudan yalanı yasaklama yoktur. Dokuzuncu emir esasta “Komşunun aleyhine yalancı şahitlik yapma” olup “Yalan söyleme” emri bundan yapılmış bir çıkarımdır. Dinimizde ise yalan “büyük günahlar” sınıfında yer alır, ancak, işi uzatmadan sonlayayım, dinimizde yalanın mübah olduğu durumlar da vardır.
Sayın Yavuz’ın konuşmasının en ilgimi çeken bölümü ise bir yakınmasıydı. Hoca, önce Post-Truth deyişinin Batı yazılı ve görsel basınının, sosyal medyasının çok ilgisini çektiğini belirtiyor, ancak bizde ise aynı deyişe pek yüz verilmediğinden yakınıyordu. Bizim yaşamımızda da Post Truth’ a uyacak çok olgu vardı ancak yazılı ve görsel basınımız dahil toplumunuz olan biteni Başımıza bu da mı gelecekti? Bunu da mı duyacaktık? yönünde sözlerle, daha doğrusu söylenmekle izliyordu. Hoca, bu duruma hem hayret ediyor hem de üzülüyordu. Konuşmasından sonra söz aldım ve özetle “Sayın hocam, şunun şurasında 100-150 yıllık bir Aydınlanma geçmişimiz var. Gerçek henüz bizim olmamış ki Gerçek - Ötesi bizim olsun dedim.” Sayın Yavuz, büyük bir olgunluk ve biraz da sabırla dediğimin geçerli bir tez olabileceğini belirtip beni sevindirdi.
Yazımın başlığındaki birinci olay, halen oluşum aşamasında ve gözüm arada bir açık televizyona kayarak izliyorum. Trump ABD başkanlık seçimini ezici bir arayla kazanmaya gidiyor. Hilmi Yavuz hocanın kulakları çınlasın. Konuşmasında toplumumuzdan beklediği, nasıl Amerikan toplumu ve basını zaman zaman Trump’ın söylediği yalanları zaman birimleri de koyarak açık seçik dile getiriyor, kendisine söylenen yalanları söylemesi, yazmasıydı. Yok, bunu benden beklemeyin. Kesinlikle Amerikan toplumu söylüyor ve yazıyor da ne oluyor demeyeceğim. Buna, baştan kendime saygım, engel.
Dün ve bugünün benim açımdan ikinci olayı ise önem bakımından ABD seçimlerinin doğal olarak çok gerisinde. Ancak genelde ülkem aydınının gerçekle ilişkisi, özelde de beni kabaca 20 yıl beni uğraştırmış bir olayla ilgili olması açılarından bence önemli. Bilim Akademisi Derneği Derneği eski başkanı Prof. Ali Alpar tüm dernek üyelerine dün bir not gönderip TÜBA (Türkiye Bilimler Akademisi) eski başkanı Prof. Engin Bermek’in 2015 yılında yayımlanan Türkiye’nin Bilim Akademisi Sınavı- Boğaziçi Yayınları başlıklı kitabı hakkında yayından yıllar sonra kaleme aldığı yazıyı açıkladı (sarkaç.org). Yazıda beni birebir ilgilendiren ise Doğramacı-Yazıcı davası bölümü. Bu bölümde önemli bir nesnel yanlışlık yanında vahim bir yorum saptırması var.
Ayrıntılarına hiç girmeden anlatayım, 1998 yılında TÜBA Bilim Etiği Komitesi olarak esasında herkesin iyi bilip de söylemekten çekindiği, yıllar önce Uğur Mumcu’nun açığa çıkardığı Doğramacı-Spock aşırmasını (intihalini) TÜBA’nın resmen açıklamasını istemiştik. Yine çok özetle, TÜBA yönetimi Doğramacı’dan korktu ve bunu yapmadı. Daha sonra ben olayı basına açıkladım. Doğramacı beni basın yoluyla ona intihalci demekle hakaret etmekle suçlayarak, bana manevi tazminat davası açtı. Dava süresince TÜBA yönetimi davayla pek ilgilenmedi. Davayı kaybettim ve Doğramacı’ya tazminat ödedim. Sonra da davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşıdım ve 2014’te aynı mahkeme aleyhime açılan hakaret davasını haksız buldu, ülkemin beni yanlış olarak tazminat ödemeye mahkum ettiğine hükmetti. Sonuç olarak Doğramacı’ya ödediğim devletim tarafından, bana, geri ödendi (Bir Aşırma, Hasan Yazıcı, İletişim Yayınları, 2. Baskı, 2024).
Sayın Alpar’ın yazısındaki önemli yanlış ne? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Doğramacı’nın aşırmasını tescillemedi. Sadece benim aynı aşırmayı dillendirmekten alıkonamayacağımı hükme bağladı. Kararlarının bir yerinde de “Ancak Yazıcı’nın ülkesinde yargının neye aşırma dediğini de pek anlayamadık.” mealinde bir görüş bildirdi.
Peki söz ettiğim yorum saptırması ne? Sayın Alpar yazısında dava sürecinde, TÜBA’dan umudu kestikten sonra mücadeleyi tek başıma yürüttüğümü, eksik olmasın, belirttikten sonra dava sürecini de oldukça ayrıntılı anlatarak aynen şöyle diyor: “Bu olay bilim ve yayın etiği konusunda kamuoyunda bir farkındalık yarattı. Hâlâ üniversite sistemimizde her düzeyde akademik ahlâk ihlalleri yaygın olarak sürüyor. Birçok yönetici bu olayları görmezden geliyor, hatta kendileri de yapıyorlar.”
Burada büyük bir Post-Truth olgusu var diyorum. Demek ülkemde bilim etiğinin giderek yozlaşmasından zamanın işini bilir, duruma göre pozisyon alan TÜBA’sı değil de gerçeği dile getiren bir yerde esas sorumlu. Nasıl mı, belki de gerçeği dile getirenin başına gelenler yozlaşma sorumlularına cesaret veriyor. Söz konusu olayda TÜBA biraz daha düzgün davransaydı, sayın Alpar’ın doğru olarak gözlediği yozlaşmanın, en azından, belki de bir nebze olsun önlenebileceği neden bir türlü aklımıza gelemiyor?
Çok Okunanlar
Gelinim Mutfakta kim elendi? 10 bileziği kim aldı? 22 Kasım 2024 puan durumu
Netenyahu'yu tutuklayacak ülkeler belli oldu!
Lüks araba markası Jaguar logosunu neden değiştirdi? Yeni logosu ne oldu?
21 Kasım 2024 reyting sonuçları: Perşembe günü hangi yapım birinci oldu?
Mauro Icardi’nin Greeicy ile kulis paylaşımı Nara’yı çileden çıkardı
İsmi Fenerbahçe ile anılıyordu: Al Nassr'da flaş Talisca gelişmesi
23 Kasım 2024 günlük burç yorumu
Ağır hasarlı araçlar trafikten çekilecek
BEDAŞ açıkladı... İstanbul'da elektrik kesintisi
Samsun’da intihar eden Kavaklı ile aynı mülakata giren genç 12punto’ya konuştu