Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
48,1615
Dolar
Arrow
41,1780
İngiliz Sterlini
Arrow
55,6235
Altın
Arrow
4755,0000
BIST
Arrow
11.288

İnsan sömürüsü ekonomiyi kurtarır mı?

Kapitalist ekonomik yapılar sistematik olarak ikili yapılardır; varsıllar ve yoksullardan oluşur! Orta direk söylemi ise, saf kapitalizmin değil, genetiği değiştirilerek sosyal politikaların uygulandığı kapitalist dokularda geçici durumdur. Nitekim, neoliberal politikalarla saf kapitalizme dönüldükçe, ileri ve geri ülkelerde farklı olarak hemen her ülke tipik ikili yapıya doğru eğilim göstermektedir. Gerçek kapitalizmi şu veciz ifadeyle(!) ana  akım iktisat öğretisi liderlerinden Paul Samuelson’un formülü şöyledir: hafif işsizlik ve hafif enflasyon ekonomik işleyiş ya da ilerleyiş için elzemdir. Bu zatın söylediği asında bir toplumsal yapının tarifidir. Şöyle ki, kapitalist toplumlarda insan değil, sermaye başattır, sermaye de insana mutluluk sağlayarak değil, sömürerek kendi bünyesini besler, büyütür. Rahmetli Samuelson üstadın sistemin reklamı adına ifadesine ilave etmediği şudur ki, sermaye devamlı büyürken, “Her sermaye, kendi mezar kazıyıcıları olarak, bir gün krizle mahvolmaya mahkumdur!”

Bugün neden böylesi insanın içini burkan bir konu ile karşınızdayım. Sebep çok açık değil mi, emekçiler ayakta, emekliler ayakta, esnaf ayakta, küçük sermaye de kendisini kurtaramamakta, o da ayakta! Anlaşılan toplumu sürükleyen sermaye kesimi ve onunla üretime girmiş tüm kesimler ayaklarının altından kayan zemin üzerinde feryat etmektedir. Fakat, ilginç olan şudur ki, toplum ayakta iken, yirmi küsur yıldır işbaşındaki iktidar tüm mecalsizlik işaretlerine rağmen bırakın ayakta olmayı, bir de anayasayı değiştirmeye kalkmaktadır. İşte bu sebeple, biraz meselelerimizi bu açıdan irdeleyelim diye bugün böyle bir yazı kaleme almaya çalıştım. Yazıyı hakkıyla bugün bitiremezsem, haftaya sohbetimize devam edebiliriz.    

Samuelson’un ifadesini ilk bakışta tam bir sömürü modeli olarak görmek abestir, çünkü zaten kapitalist üretim modeli özünde bir sömürü abidesidir. Emek üzerindeki sömürü ile üstat Samuelson’un veciz ifadesi(!) arasındaki ilişkiyi şimdi bu bağlamda irdeleyelim. Önce hafif işsizlik konusuna bakalım. Bir kere gerçek üstat Marx’ın da ‘yedek işçi ordusu’ ifadesiyle işaret ettiği üzere, işsizlik gerekiyor ki, emekçiler ücret taleplerinde çok arsızlaşmadan, daha bir edep içinde davransınlar! Fakat aşırı işsizlik de sistem için zararlıdır, çünkü aşırı işsizlik hem toplumu huzursuz eder, hem de iç piyasada satın alma gücü zayıflatarak sermayenin artık değeri gerçekleştirme arzusunun tatminini engeller. 

Hafif enflasyona gelince; enflasyon paranın, dolayısıyla ücretin satın alama gücünü zayıflattığı için, emekçiye para yanılsaması, patrona ise kâr/kazanç artışı olarak yansır. Şöyle ki, ücret artışlarının olduğu bir ortamda emekçiler ve genelde halk para yanılsaması yaşar. Diğer bir deyişle ücreti ya da geliri artan bir emekçi ya da bir vatandaş durumunun iyileştiği zehabına kapılır ve görece zenginleşme algısına kapılır ve mutlu olur. Oysa gelir ya da ücret artışının enflasyonun gerçekleşmesi paranın satın alma değeri düşmüş olduğundan zenginleşme değil, fakirleşme yaşanır. Sağlanan gelir ya da ücret artışının enflasyon oranında olması dahi bireyde zenginleşme oluşturmadan, ancak geçmiş satın alma düzeyinin korunmasına hizmet eder. Kısacası, enflasyon, emekçi ile patron, halk ile hükümet arasında çok önemli bir finansal aldatıcı işlevi görerek, patrona yarar, hükümete de bütçe kolaylığı sağlayabilir. Hafif enflasyon fiilen alınan parasal ücret ile ücretin satın alma gücünün arasındaki farkı emek aleyhine ve patron lehine açtığı halde, yüksek enflasyon patronu da vurur. O nedenle işsizlikte de, enflasyonda da aşırılığa kaçmamak gerekir ki, toplumsal huzur bozulmadan işler yürütülebilsin. 

Türkiye’de TÜİK’in tüm baskılamalarına rağmen olağanüstü enflasyon yaşıyoruz. Buna karşın gerek emekçilerin ücretleri, gerek emeklilerin gelirleri, gerekse genel halkın gelirleri aynı hızda artmamaktadır. Böylesi yaşanan sürecin net anlamı, büyüyen sermaye ile bir kesimin varsıllaşmasının yarattığı ekonomik sıkıntıların dar ve sabit gelirliler üzerine yıkılmasındır.

Peki, nasıl oluyor da siyasi kadro halktan az çok yeterli oyu alabiliyor? Mevcut siyasetin genel görünümüne baktığımızda, adaletin, akademinin eğitim kurumlarının, medyanın baskılanması, hatta muhalefeti baskılanması yoluyla adeta parlamentonun çalıştırılmadığı bir ortamda sistem götürülmeye çalışılıyor. Denebilir ki, genel halkın adalet mekanizması ile doğrudan bir ilgisi yoktur ya da sık değildir. Akademiye baktığımızda, parti devletinin doğal sonucu olarak, bu kez da karşımıza tüm kurumda susturucu işlevi ile yükümlü parti akademisi oluşturulmaya çalışılırken, kadro dışı kalmama ya da keyfi olarak atılma riski ile karşılaşmama adına akademide tam anlamıyla huzurlu bir sükûnet ortamı sürmektedir. Gençlerimiz ise, telefon aşkı ya da tik-tok hokkabazlığı ile yarınını yemektedir. 

Peki, yazıyı bağlama adına ne söylemek istediğimi açıklamam gerekirse, hiç kimseyi ya da kurumu töhmet altında bırakmadan şu noktanın açık edilmesi gerekir ki, hükümet etmek halkın ağzına bal çalarak ya da dincilik, gericilik ve cahillikle uyutarak iktidarın devamının sağlanması becerisi değildir. Hükümet etmek, iktidar süresinde devleti ele geçirerek içte geri sanayi, dışta emperyalistler adına ülkenin sömürü cenderesine atılmasını perdeleme becerisi değildir. Evet, bunlar da teknik yönleri ile hizmettir, fakat bunlar halkı yüceltici değil, çökertici niteliktedir. Halka gerçek hizmet, yoksulluk ortamı oluşturup, kitleleri beş kuruşa muhtaç edip, parti aracılığı ile oy satın almak değildir. Şimdi sorun şudur: acaba böylesi şekillenen hükümet etme şekli kapitalizmin gereği midir, yoksa belirli bir siyasi felsefenin yönetime yansıyan yoğurt yeme biçimi midir? Bu konuyu tartışmak üzere, hoşça kalın, değerli dostlar.