TAŞ YERİNDE AĞIRDIR-165. UNUTMAYALIM, UNUTTURMAYALIM!
Menfaatin, kazancın, çıkarın bulunduğu yere fırsatçılar gecikmeden koşar.
Yüzyıllardır bu böyledir.
Kapitalizmden evrilen emperyalizm de son yüz elli yıldır, gücüne güç katmak için Dünya’nın altını üstüne getiriyor.
Yağmalıyor, talan ediyor, yasal ya da yasadışı yöntemlerle ülkelerin doğal ve tarihi değerlerini, insanların hayatını gaddarca çalıyor.
Kendi köksüz kültürünü zenginleştirmek, varlığını anlamlı göstermek için, bir zamanlar insanlığın yeşerdiği toprakların kültürü üzerine, bala saldıran sinekler gibi üşüşüyor!
***

(Eski Antep/Ayntab: Şehir ve Amerikan Hastanesi)
19.yüzyılın son çeyreği, Osmanlı topraklarında “arkeoloji” kılıfı adı altında yürütülen büyük bir kültürel yağmanın en yoğun dönemlerinden biriydi.
Aynı yıllarda, Bergama’da Alman mühendis Carl Humann öncülüğünde gerçekleştirilen ve Zeus Sunağı başta olmak üzere sayısız tarihi eserin Berlin’e taşınmasıyla/kaçırılmasıyla tarihe “Bergama Soygunu” olarak geçen olay, Osmanlı İmparatorluğun her köşesine sızmış Avrupalı devletlerin, özellikle Almanların iştahını kabartmıştı.
Bu iştahın yeni hedefi; Güneydoğu Anadolu’nun güney ucunda yer alan, binlerce yıllık uygarlık katmanlarını barındıran Antep’ti.
Gaziantep’in İslâhiye ilçesi çevresiydi.
Bu süreçte Osman Hamdi Bey’in yönettiği Osmanlı Müze-i Hümâyunu (Devlet Müzesi), bir yandan eski eserlerin korunması için yasal düzenlemeler yaparken, diğer yandan da bırakılan yasal boşluklar üzerinden, birilerine belki çıkar sağlayarak Almanya’ya, kaçakçılığa yol veren yeni kapılar açıyordu.
Bergama’dan Gaziantep-İslâhiye-Zincirli Höyüğe uzanan bu sömürgeci arkeoloji zincirinin kurulması, bu süreçte tanık olunan ilginç ve şaibeli ilişkiler, tarihi eserleri koruma amacıyla çıkarılmış 1884 Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi’nin gölgesinde şekillenmişti.
Osmanlının arkeoloji siyasetinin başında bulunanların açtığı kapılar Alman Devleti destekli kaçakçıların marifetiyle, kötü niyetli bir emperyal yağmaya dönüşmüştü.

(Gaziantep-İslâhiye-Zincirli Höyük: Bir yanı köy, bir yanı ören yeri)
***
Güneydoğu Anadolu’da, Gaziantep ilimizin güneybatısında yer alan İslahiye ilçemiz, denize yakın olmamakla birlikte buralara sokulan Akdeniz iklimine sahiptir. Üzüm bağları ve zeytin bahçeleriyle kaplıdır. Suriye’nin Halep topraklarının hemen kuzeyinde yer alır.
Sanki cennetin bir parçasıdır buraları!
Bugünkü metropol Gaziantep’in eski adı Antep/Ayntab’dır. Bu sözcük eski dillerden, Arapça (Sami) ya da Ermenice kökene sahip “su gözü, kaynak, güzel su, ya da kral toprağı” gibi anlamlar taşır.
Halkın, Fransız Emperyalizmine karşı Kurtuluş Savaşında gösterdiği direnç ve kahramanlıktan ötürü kente, daha Cumhuriyet Kurulmadan, 1921 yılında “TBMM” tarafından “Gazilik” unvanı verilmiştir.
“İslâhiye” ise, çevresinin tarihi çok eski, kendi yeni bir şehirdir.
1865–1866’da Osmanlı’nın, Derviş Paşa ve Cevdet Paşa yönetiminde yürüttüğü, bölgedeki konar-göçer aşiretlerin iskânı ve düzenin “ıslahı” (iyileştirilmesi) sırasında kurulmuş ve buna izafeten yeni yerleşim “İslâhiye” adını almıştır.
Geriye doğru bakıldığında; çok eski çağlardan, erken Bakır Çağı’ndan (İ.Ö. 5500–5000) beri bu yörede yerleşimler olduğu; Tilmen, Gedikli ve Zincirli’deki höyüklerde (insan eliyle oluşturulduğu anlaşılan tepelerde) yapılan kazılardan anlaşılmaktadır.
Zaten bu bölge, İ.Ö. 10 bin yıllarında (yaklaşık 12 bin yıl önce) Tarım/Neolitik Devrim ile birlikte insanlığın avcı-toplayıcılıktan yerleşik yaşama geçtiği “Bereketli Hilal” bölgesinin bir parçasıdır.
Bu yöredeki ören yerlerinin en tanınanı, Gaziantep il merkezinin batısında, İslâhiye kentinin 10 km kuzeyinde bulunan Zincirli Höyük’tür.
“Zincirli” adı Osmanlı döneminde ortaya çıkmış.
Yakından geçen yol üzerindeki askerî bir kuyuda demir bir zincir bulunduğu; bu durumu, o kırsal bölgede alışılmadık bir şey olduğu için köy/höyük, “zincirli (zincirin var olduğu yer)” diye anılmaya başlanmış. (https://zincirli.uchicago.edu/site-and-setting/?utm)
Zincirli Höyük’teki arkeolojik bulgular, özellikle Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasından (İ.Ö. 12. yüzyıl başları) sonra Güneydoğu Anadolu’da “Karkamış”la birlikte parlayan Geç Hitit/Luvi Krallıkları’ndan “Sam’al” Krallığı’nın merkezinin burası olduğunu gösteriyor.
Zincirli Höyük, Kara Su (Aswad) Irmağı Vadisi’nin kuzey ucunda yer alır. Bu ırmak, Türkiye–Suriye sınırının bir kısmını oluşturur, Afrin Irmağı’yla birleşir ve Asi (Orontes) Nehri’ne katılır.
Sam’al, Amanos Dağları’nın Beyhan Geçidi'nin eteğindeki ovada, vadinin batı tarafında küçük bir bataklığın kenarındadır.
Bu konumuyla, bir diğer eski merkez kent Karkamış’tan verimli Çukurova’ya (Kilikya Ovası) ve oradan da Anadolu’nun batısına uzanan kadim ticaret yolları üzerindedir.

(Zincirli Höyük-Eski Sam’al)
***
Gaziantep çevresi İ.Ö.2.binyılda, önceleri Mısırlıların, ardından Hint-Aryan yöneticilerin kurduğu Mittani Krallarının egemenliğindeydi.
İ.Ö. 14. yüzyıldan itibaren ise Anadolu’nun büyük kısmına hâkim olan Hititlerin yönetimine girdi.
Hititlerin başkenti Hattuşa (bugünkü Çorum–Boğazköy) idi. Ünlü Hitit Kralı I. Şuppiluliuma’nın (ölümü İ.Ö. 1322) oğlu ve torunlarının döneminde, bugün Suriye sınırında kalan Karkamış, Mezopotamya’ya hâkim konumuyla, Hitit yönetimindeki çevrenin merkeziydi. Ancak bu bölgede Hitit halkı doğrudan yaşamıyordu.
Yörenin en eski halklarının Çukurova’da da yaşayan (bir Hint Avrupa dili konuşan) Luvi ve (bir Kafkas dili konuşan) Hurri toplulukları olduğu biliniyor.
Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra buralarda, tarihçiler tarafından “Geç Hitit Devletleri” olarak anılan yerel krallıklar ortaya çıktı.
Bunlardan biri de bugünkü İslâhiye yakınlarında, merkezi Sam’al (Zincirli Höyük) olan krallık idi.
İ.Ö. 920’ye kadar Hitit geleneğini sürdüren bir krallık olan Sam’al, o tarihten sonra güneyden gelen ve Arapların ataları sayılan Sami halklarından biri olan Aramilerin egemenliği altına girdi.
Aramilerin gelişiyle yörede daha da çok kültürlü bir yapı oluştu.
Bu nedenle bazı Sam’al krallarının adları Luvice, bazılarının ise Aramicedir.
Uzun yıllar bağımsız bir devlet olarak kalan Sam’al, İ.Ö. 743’te bu kez Mezopotamya’nın yeni büyük gücü, bir başka Sami halkının kurduğu Asur Devletine bağlandı. İ.Ö. 723’te tamamen Asur’a katıldı.
Zincirli Höyük’te bulunan yazıtlarda kentin adı Asurca Sam’al, Aramice ise Bit Gabbar olarak geçer.
Karkamış ve Sam’al (Zincirli) Krallıkları, İ.Ö. 10–8. yüzyıllar arasında da farklı kültürlerin iç içe geçtiği yönetimler olarak tarih sahnesinde yer aldı.
Hitit İmparatorluğu bu dönemde fiziksel olarak ortadan kalkmış olsa da Hitit Devlet geleneği yerel krallıklarda yaşamaya devam etti.

(İ.Ö.1. yüzyıl başı. Geç Hitit/Luvi Devletleri. Karkamış ve Til Barsip/Sam’al)
***
Zincirli Höyük’te bulunan yazıtlarda Arami, Luvi ve Fenike (bugünkü Lübnan’da yaşamış Sami halkı) etkileri bir aradadır.
Arami kültürünün giderek ağır bastığı görülse de yörede Luvice kral adları ve Luvi hiyeroglifleriyle yazılmış taş yazıtlar da bulunmuştur. (Trevor Bryce, Ancient Syria, s.105)
İtalyan bilim insanı F. Guisfredi’ye göre, Sam’al gibi Orta Fırat havzasının güney bölgelerinde, İ.Ö. 2. binyılda Hitit egemenliği altında yaşayan topluluklarda Luvi unsurları varlığını sürdürmüştür. (F. Giusfredi, Sources for a Socio-Economic History of the Neo-Hittite States, s.29–36)
Sam’al yöneticilerinden Kilamuwa, I. ve II. Panamuwa gibi kralların adları Luvice’dir. Buna rağmen, kraliyet yazıtlarının çoğu Aramice kaydedilmiştir. (Annick Payne, Multilingual Inscriptions and Their Audiences, s.130)
Zincirli Höyük’ün 1 km güneybatısındaki Pancarlı Höyük’te bulunan bir taş yazıt, Luvi hiyeroglifleriyle (resimli yazılarıyla) yazılmıştır.
Adı Luvi kökenli Sam’al Kralı Kilamuwa’nın bu yazıtta Fenike dilinde şöyle dediği söylenir:
“Ben kralım, barış ve huzur getiriyorum; zengin ile fakir arasındaki uçurumu kaldırdım.” (https://www.islahiye.bel.tr/icerik/zincirlihoyuk)
Ne mutlu!
Darısı tüm insanlığın başına!

(Gaziantep soygununun küçük bir parçası: Zincirli Höyük/Sam’al’dan Almanya’ya götürülen/ kaçırılan eserlerden Kral Kilamuwa’nın kabartma resimli taştan Fenikece yazıtı. Pergamon/Berlin Müzesi /Hapishanesi)
***
Yüzyıllar önce bir krallık merkezi olan Sam’al’ın tarih sahnesine yeniden çıkışı, 19. yüzyıl sonunda Osman Hamdi Bey ve Alman arkeologlar sayesinde oldu.
1881 yılında, Müze-i Hümâyun Müdürü (Osmanlı Müzeler Müdürü) Alman Philipp Anton Dethier ölünce, yerine Osman Hamdi Bey getirildi.
Arkeolog olmamasına rağmen Osmanlı’da bu işi en iyi bilen kişi olduğu kabul ediliyordu.
Sakız Adası’ndan küçük yaşta İstanbul’a getirilen Rum asıllı Sadrazam İbrahim Ethem Paşa’nın oğluydu. Yurt dışında eğitim almış, Avrupa görgüsü olan, sanatçı kişiliğiyle tanınmış bir Osmanlı aydınıydı.
Bir süre Paris’te yaşayan Hamdi Bey’in ilk ve ikinci eşlerinin adı da Marie idi. Çok kültürlü bir ortamda yetiştiği ve yaşadığı görülüyor.
Saray, Padişah II.Abdülhamit tarafından tanınan, güvenilen bir aile idi eski Sadrazam Sakızlı İbrahim Ethem Paşanın sülalesi.
Ressam, hukukçu, müzeci ve aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin çeşitli kademelerinde çalışmış bir bürokrat olan Hamdi Beyin ağabeyi Mustafa Bey İstanbul Gümrük Müdürü, küçük kardeşleri Halil Ethem Bey müzeci, İsmail Galip Bey ise Osmanlıda nümizmatik (eski para, sikke bilimi) alanında öncüydü.
Ailecek Osmanlı Devleti’nin hizmetindeydiler. Aynı zamanda çok nüfuslu yerlerdeydiler.
Halil Ethem Bey Alabanda ve Sidamara (Aydın), Hamdi Beyin tek oğlu Mimar Ethem Bey Tralles (Aydın) antik kentlerinde tarihi eser kazıları yapmıştı.
Osman Hamdi Bey, Müze Müdürlüğüne gelir gelmez 1883–1884 yıllarında büyük hevesle, önemli tarihi kalıntıların bulunduğunu öğrendiğini Nemrut Dağı (Adıyaman-Kahta ilçesi) ve Sayda’da (bugünkü Lübnan’da) kazılar başlattı.
Sayda'da ortaya çıkardığı “İskender Lahdi” adı verilen işlemeli mermer mezarla dünya çapında tanındı.
Payitahta getirilen bu muhteşem tarihi eser şimdi İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergileniyor.

(Osman Hamdi Bey)
***
Osmanlı Devleti Müzeler Müdürü Osman Hamdi Bey, 27 Nisan 1883’te Ermeni heykeltıraş Osgan Efendi ile birlikte, İskenderun üzerinden Nemrut Dağı ve çevresinde tarihî eser araştırmak için bölgeye gitti.
Bu gezi Osman Hamdi Beyin dostu olduğu anlaşılan Pergamon/Bergama tarihi eser soygununun yaratıcısı Alman Carl Humann’ın daveti ve organizasyonuyla yapılıyordu.
Bergama antik kentinde karanlık işler çeviren mühendis Carl Humann bu geziye katılmak üzere 30 Nisan'da yola çıkmıştı.
Yanında Alman arkeologlar, Otto Puchstein ve Felix von Luschan vardı. (Oğuz Satır ve Ali Çifçi: The “Worthless Stones” of Zincirli: Osman Hamdi Bey and the German Excavations of 1888–1902. Dergi Park, s.215 dip1).
Dönüşte, çevrede tarihi kalıntı bulunduğu duyumları üzerine, Hamdi Bey buluştuğu Alman ekiple; von Luschan ve Puchstein ile birlikte Gaziantep–İslâhiye yakınlarındaki Zincirli Köyüne yöneldi. Carl Humann ise bir başka ören yeri, Sakçagözü’nde (Nurdağ-Gaziantep) kaldı.
Zincirli’de büyük bir höyük ve taş yapılar topluluğu ile karşılaşıldı.
Ortalık, üzerlerinde resimli kabartmalar ve yazılar bulunan taş levhalarla (ortostatlarla) kaplı duvarlar ve işlenmiş taşlarla doluydu. Bir kısmı yerinde, bir kısmı yıkılmış haldeydi.
Ortostatlar (taş levhalar), o dönemde sur kapıları ve iç kale yapılarının alt duvar sıralarına çakılıp yan yana dizilen süslemeli büyük taş bloklardı, yani bir kentin mimari düzeninin parçasıydı.
Önemli bir arkeolojik alanla karşılaşmıştı Hamdi Bey.
Ekip hemen kazıya girişti.
Sekiz kabartma toprak altından gün yüzüne çıkarıldı. (Oğuz Satır & Ali Çifçi, The “Worthless Stones” of Zincirli, Dergi Park)
Peki bu çıkarılan eserler ve yapılacak kazılarla bulunması olası eserler ne olacaktı?
Artık Osmanlı Devleti adına Hamdi Bey ve beraberindeki Alman heyeti ve dolayısıyla Bergama soyguncusu Carl Humann Zincirli’deki eserlerin varlığından haberdardı.
Bergama talanın da mimarı olan Carl Humann bu yeni keşif için adeta “kurdun körpe kuzuyu görmesi” gibi heveslenmişti.
Pek iştahlı olduğu kısa bir zaman sonra atacağı adımlardan görülecekti!

(Bergama ve Gaziantep soyguncusu Carl Humnn)
***
19.yüzyıl sonlarında Osmanlı toprakları, tarihi eser sevdalısı görünen ve “arkeolog” kılığında dolaşan Avrupalı ajanlar tarafından adeta yağmalanıyordu.
Bu durumu önlemek için Osmanlı Devleti, 1869’da Padişah Abdülaziz döneminde bir Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi (Eki Eserler Yasası) çıkarılarak tarihi eserlerin yurt dışına götürülmesini yasaklandı.
Bu yıllarda Alman Mühendis Carl Humann Bergama’dan birçok eseri yasa dışı bir şekilde Berlin’e kaçırmış, açıkça çalmıştı.
Almanya’nın baskısıyla, 1874’te, o zamanlar Osmanlı Müzeler Müdürü olan Alman P.A. Dethier’in hazırladığı yeni Nizamname, yeni düzenleme 1869’da konulan yasağı gevşetti.
Ama gene de bu kolaylaştırma uygulanmadı, eserlerin yurt dışına çıkarılmasına kesinlikle izin verilmedi.
Abdülaziz’in öldürülmesinden sonra Sultan II.Abdülhamit’in başa geçmesinin ardından başlayan 1877-78 Osmanlı Rus savaşındaki (93 Harbi) yenilgi sonucunda, Payitaht İstanbul’un Rusların eline düşme ortamını Alman Emperyalizmi fırsat olarak değerlendirdi.
Bu olayla birlikte Osmanlı Devleti Alman etkisine daha da açık hale gelmişti. Her yönüyle Alman Emperyalizminin kollarındaydı artık.
Alacak, daha çoğunu isteyecekti. Karnı doyar mu hiç Emperyalizmin!
Böylece Alman Devletinin maşası Carl Humann, Bergama’dan binlerce eseri Berlin’e kaçırabildi.
Osmanlı Müzeler Müdürü P.A.Deither yerine 1881’de Osman Hamdi Bey geçince, gayrı resmi ve şaibeli resmi izinlerle süren Bergama soygunu ayyuka çıkmış olmalı ki Osmanlı Devleti yeni bir düzenleme yapma ihtiyacı duydu.
Tabii ki ülkenin bu duruma karşı çıkan yurtseverleri de vardı!
Bu yağmanın ardından Osmanlı Devleti, 1884’te Osman Hamdi Bey’in öncülüğünde yeni ve daha sert bir Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi çıkarmak istedi, çıkardı.
Bu yasanın hazırlık sürecinde hem Maarif Nezareti (Eğitim Bakanlığı), hem Şûrâ-yı Devlet (Danıştay), hem de Adliye Nezareti temsilcileri yer aldı.
Kayıtlara geçen bilgilere göre: Osman Hamdi Bey, Müze-i Hümâyun Müdürü olarak Nizamname taslağını hazırlayan ve savunan baş isimdi.
Maarif Nazırı (Eğitim Bakanı) Mahmud Celâleddin Paşa, Nizamnamenin yürürlüğe girmesi için imza yetkisini kullanan devlet adamıydı.
Ayrıca, dönemin Sadrazamı Mehmet Said Paşa’nın (1884’te görevdeydi) onayıyla yeni Nizamname yürürlüğe girdi.

(Sadrazam Mehmet Said Paşa)
***
13 Şubat 1884’te çıkarılan bu üçüncü Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi, tarihi eser kaçakçılığına karşı önlemleri sıkılaştırıyordu.
Nizamnamenin hükümleri açıktı:
1.Madde: “Osmanlı ülkesindeki bütün eski eserler devlet malıdır”.
2.Madde: “Ruhsatsız kazı yasaktır; kazı yapmak isteyenler Müze-i Hümâyun’dan izin almak zorundadır.”
3/6. Maddeler: “Kazılar sırasında bulunan eserlerin tamamı Müze-i Hümâyun’a aittir”.
8. madde ve devamında, özellikle 9–10. Maddelerle de bu yasaklar güçlendiriliyordu.
Bu hükümler tarihi eserlerin gerçekten korunacağına dair insana bir güven duygusu veriyordu ancak madde sıralamasında sona doğru gidildikçe, önceki yasakların etkisi azalıyordu.
Özellikle 32. madde tam anlamıyla evlere şenlikti, bu hüküm her türlü şaibeye açıktı.
:
“Kazılarda çıkan bütün âsâr-ı atîka devlete aittir. Ancak Müze-i Hümâyun Müdürü uygun görürse, bunların bir kısmını kazı yapana armağan edebilir.”
“Eğer kazılarda aynı türden çok sayıda benzer eser bulunursa, bunların bir kısmı kazı heyetine bırakılabilir, yani yurt dışına çıkarılabilir.” deniyordu.
Bunun ölçüsü neydi ki?
Karar vericinin keyfine kalmıştı iş!
Yani nizamname, ilke olarak bütün buluntuları Osmanlı mülkiyetine bağlamıştı; fakat pratikte “fazla” veya “benzeri” olan eserlerin kazı heyetine verilmesine izin veriyordu.
Üstelik Müze Müdürüne ((yani Osman Hamdi Bey’e) olağanüstü yasal yetki tanınıyor, istediği eserleri yabancılara verme hakkı doğuyordu.
Bu durum, özellikle güçlü devletlerin temsilcisi olan yabancı arkeoloji heyetlerinin “fazla/tekrar” gerekçesiyle çok sayıda eseri alabilmelerine kapı aralamıştı.
Aynı nizamname, kazılara izin verildiğinde buluntuların Müze-i Hümâyun’un gözetiminde “taksim” (partaj) yoluyla paylaşılmasını da mümkün kılıyordu.
Yani “yasal” olarak kazı heyetine belirli bir pay veriliyor, kalan eserler İstanbul’a gönderiliyordu.
Nasıl mı işliyordu bu sistem?
Müze-i Hümâyun memurları kazı alanına gönderiliyor, bulunan eserler tespit ve tasnif ediliyordu.
Ardından eserler İstanbul’a ya da kazı alanına en yakın iskeleye taşınıyor ve orada paylaştırma yapılıyordu.
Nizamname gereğince aynı tipten çok sayıda örnek varsa, bir kısmı kazı heyetine verilebiliyor; eşsiz, yazıtlı veya tarihî önemi yüksek parçalar Devlete ayrılıyordu.
“Benzeri var”, “fazla” ya da “ikincil önemde” gerekçeleriyle birçok eser yabancı heyetlere bırakılıyordu.
Bırakıldı da!
Kâğıt üzerinde yasal görünen bu sistem, uygulamada büyük bir haksızlık yaratıyor, yeni bir tür kaçakçılık ortamı ortaya çıkıyordu.
Osmanlı bürokrasisi ve Müze-i Hümâyun çoğu zaman Alman, Fransız ve İngiliz heyetlerinin baskısına (!) boyun eğiyordu.
Örneğin, Zincirli kazılarında çok sayıda orthostat ve aslan heykeli Berlin’e götürülmüş; yalnızca bir kısmı İstanbul’a bırakılmıştı.
Bu yüzden, araştırmacı Yaşar Yılmaz, bu paylaştırmaları “meşru bir izin değil, sömürgeci koşullarda yapılmış bir yağma” olarak nitelendiriyor. (Yaşar Yılmaz, “Osman Hamdi Bey’in Öteki Yüzü”, Korpus Yayınları, s. 5–7).

(Osman Hamdi Bey önderliğinde çıkarılan 1884 Nizamnamesinde, tarihi eserlerini Müze Müdürü (Osman Hamdi Bey) tasarrufunda yabancılara verilebileceğini bildiren 32.Madde)
***
Bu bağlamda, 1884 Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi’nin inşasında; yasakların sertleştirilmesi ve gevşetilmesinde başat aktörün Osman Hamdi Bey olduğu görülüyor.
Eserlerin mülkiyetini devlete bağlayan hükümlerin ve yurt dışına çıkarılma izinlerinin, 32. Maddenin verdiği olanakla, onun girişimi/öncülüğü ile gerçekleştirildiği açıktır.
Hamdi Beyin, aldığını bir kalemde veren sözde koruyucu (!) bir yasanın çıkması için Osmanlı Devleti’ni ikna ettiği anlaşılıyor.
Bu uygunsuz durum böylece 1884 Asarı Atika Nizamnamesinin, kaçakçılığa olanak sağlayan 32. Maddesinin içinde giydiriliyordu.
Böylece Osmanlı Müzeler Müdürü olan Osman Hamdi Bey, istediği eserleri Maarif Nezareti’nin ve Padişah’ın onayıyla verebiliyordu ve verdi de.
Devlet kademesinde bu işlerin başındaki “bilgili ve kültürlü” kişinin değerlendirmesine kim karşı çıkabilirdi ki?
Bu ortamın oluşmasında, Alman Emperyalizminin ve özellikle İmparator III. Friedrich’in baskısı belirleyici olmuştu.
Bir de Hamdi Bey’le, Bergama kaçakçılığından Gaziantep soygunculuğuna “terfi eden” Alman mühendis Carl Humann’ın yakın dostluğu vardı.
II. Abdülhamid’in bu konudaki sessizliği dikkat çekicidir.
Ya Alman Devleti’nin yoğun baskısı altındaydı ya da bu konuda görevlendirdiği Osman Hamdi Bey’e fazla güveniyordu koca Osmanlı Sultanı!
Bu durumda Hamdi Bey’in, tarihi eserlerin yurt dışına çıkarılmasında yeterli titizliği göstermemesi kuşkusuz göz ardı edilemez.
Üstelik Osmanlı Devleti’nde bu işlerden anladığı varsayılan en yetkili kişi, koca devletin bu konudaki karar mercii neredeyse oydu.
1884’te çıkarılan yasa, görünürde eserlerin yurt dışına çıkarılmasını yasaklamıştı ama bırakılan bu kocaman açık kapı sayesinde eserlerimiz durmaksızın dışarı taşınıyordu.
Talan sürüyordu.

(Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit ve Prusya Kralı Alman İmparatoru III. Friedrich)
***
Peki, bütün bunlar çerçevesinde Gaziantep’te neler yaşandı?
Bergama’daki şaibeli, çoğu zaman resmen yasadışı tarihi eser kaçakçılığının benzeri, yasal bir kılıfa uydurmaya çalışılarak ama gizlenemeyerek Gaziantep’te de tekrarlandı.
1883–84 yıllarında Osman Hamdi Bey’in Alman kaçakçı Carl Humann ve bir Alman heyetiyle birlikte Nemrut Dağı’na yaptığı gezi sırasında, Zincirli (Sam’al) çevresinde bulduğu ve kazıdan çıkardığı eserler, daha önce görülmemiş bir biçimde dikkat çekiciydi.
Hem sanatsal açıdan göz alıcı hem de tarihin karanlıkta kalan bir dönemine ışık tutan eşsiz kalıntılardı.
Helen ya da Roma dönemine değil, çok daha eskiye, Hitit Çağı’nın sonrasındaki karanlık, tarihi ve izi bilinmeyen yüzyıllara aitti.
Bu süreçte Carl Humann Bergama’daki soygunu yönetiyor ve sürdürüyor, Alman Emperyalizminin “arkeolog” görünümlü diğer ajanları Anadolu’daki tarihi mirası tümüyle ele geçirmeye hazırlanıyordu.
Bu amaçla, 10 Haziran 1887’de Berlin’de “Orient-Comité” (Doğu Komitesi) adlı bir örgüt kuruldu.
Komitenin kurucuları arasında Mısır eserleri yağmacısı Adolf Erman (1854–1937), Bergama hırsızları Alexander Conze (1831–1914) ve Ernst Curtius (1814–1896) ile Eberhard Schrader (1836–1904) bulunuyordu. Daha sonra antropolog ve arkeolog Felix von Luschan da bu gruba katıldı.
Von Luschan, Osman Hamdi Bey ve Carl Humann’la birlikte Nemrut gezisinde yer almış, Hamdi Bey’le Zincirli Höyük’te bulunmuş ve buradaki antik eserleri bizzat görmüş ve değerlerini anlamıştı.
Berlin Müzeleri’nin de önerisiyle “Orient-Comité” adlı bu Alman arkeolojik kaçakçılık örgütü, Zincirli Höyük ve Sakçagözü’ndeki Anadolu’nun kültür varlıklarını Almanya’ya kaçırmak için yapılacak kazıları finanse etmeye karar verdi.
(Oğuz Satır & Ali Çifçi, The “Worthless Stones” of Zincirli: Osman Hamdi Bey and the German Excavations of 1888–1902, DergiPark, s. 228.)
Ve böylece Berlin, Gaziantep’in tarihî eserlerine bir aç kurt gibi saldırdı.
Bu süreçte 1884 Nizamnâmesi yürürlükteydi; görünürde tarihi eser kaçakçılığı yasaktı.
Ancak hangi eserlerin dışarı çıkarılabileceğine dair son söz, yine Osman Hamdi Bey’in takdirindeydi.
Böylece Gaziantep’te kazı yapmak, eser çıkarmak ve bunları verilebilecek onayla yurt dışına göndermek için hiçbir engel kalmamıştı.
Kaçakçılık serüveni yeni başlıyordu.
Ne acıdır ki bu olaylarda, Türk Arkeolojisinde devrim yaptığı düşünülen, Türk müzeciliğinin kurucusu kabul edilen Osman Hamdi Bey hiç de masum değildi!

(Zincirli/Sam’al’da iç kale kapısından sökülüp Almanya’ya götürülen/kaçırılan, bazalt taşından aslan başı. İ.Ö.8.yüzyıl. Berlin Pergamon Müzesi/Hapishanesi)
***
1920’de Fransız Emperyalizmine karşı Şahin Bey öncülüğünde Kuvayı Millicilerin savunduğu Antep; bu direnişten 35 yıl önce, 1884’de bu kez de Alman Emperyalizminin saldırısı altına girmişti.
Anadolu’nun bereketli topraklarına geçmişte de durmadan üşüştü, şimdi de üşüşüyor Emperyalizm.
Kültür varlıklarına, altınına, gümüşüne, kıymetli madenlerine!
Orta ve Güney Doğu Anadolu’da böyle durumlar için söylenen bir atasözü vardır.
“Bala sinek üşer, yağlı kapıya herkes koşar.”
Nimetin, kazancın ya da çıkarın olduğu yerde nasıl sinekler bala, kediler de yağ kokusuna üşüşürse; güç ve servetin çevresine de çıkarcıların fırsat tutkusu toplanır.
Bergama’dan Zincirli’ye uzanan hikâye de tam budur.
Nasıl soymuşlar, soyuyorlar bu ülkeyi!
Devamı bir dahaki yazıda!
Sefa Taşkın
02.11.2025
Bergama/İzmir
Çok Okunanlar
AKP'yi sadece o yaş grubu destekliyor!
ORC'nin İstanbul ve Ankara anketinde çarpıcı sonuç!
Ağızlarından bal (!) damlıyor...
Anayasa hesapları değişti: AKP’ye 3 milletvekili daha katılacak!
Gebze çöküyor
1 Kasım, aydınlanma devrimleri ve karşı devrim
Eski polis av tüfeği ile katliam yaptı
Gaziantep soygunu- 1... Bala sinek üşer!
PKK'lı teröristlere şartlı af formülü geliyor
Atatürk neden çocuk yapmadı?