Bulgaristan Kırcalı'nın Çepelce köyünde 1874 'te dünyaya geldi. Babası Ahmet Vasıf Efendi, annesi de Kayseri Dedeler köyünden buraya göçmüş Hürmüz Hanım’dı. İlkokulu Vize’de, ortaokulu da Edirne Askerî Rüşdiyesi’nde okudu.
Kendisi 11 yaşında iken babası öldü, annesi ve iki kız kardeşinin sorumluluğunu erken yaşta üstüne almak zorunda kaldı. Maddi durumları iyi değildi.
Annesini ve kardeşlerini geçindirebilmek için 17 yaşında, 1891’de Edirne Telgrafhanesinde çalıştı.
Genç Talat Rusçuk’ta yaşayan eniştesi İsmail Yürük’ten fikir olarak oldukça etkilenmişti. Edirne’de Abdülhamit’in baskıcı yönetimini devirmeye yönelik çalışmalara katıldı. Yurt dışından gizlice gönderilen gazete ve kitapçıkları okumaya, özgürlükçü fikirleri benimsemeye başladı. Edirne’de Hafız İbrahim Efendi ile de tanışması, onun Jön Türk hareketine ilgi duymasında ve Meşruti düşünceye sahip olmasında etkili oldu.
Hafız İbrahim iyi bir devrimci ve Abdülhamit diktasına karşı çalışan fedakar bir vatanseverdi. İhbar edildiler. 30 Temmuz 1896’da tutuklandılar.
Talat genç yaşta cezaevi ile tanıştı ve zindanlarda kaldı. 25 ay cezaevinde yattı. Cezaevindeki siyasi tutuklulardan Fransız Devrimine dair milliyetçi ve özgürlükçü fikirler edindi. Cezaevi onun düşünce ufkunu genişletti. Ardından 3 yıl Selanik’te kalebentliğe mahkum edildi ve İstanbul’a gitmesi yasaklandı.
Selanik’te Beyazkule yakınında, Kule Kahveleri semtinde, annesi ve kız kardeşiyle küçük bir ev tuttu. Zindana atılması ve kalebentliğe mahkum edilmesi onu sindirmedi. Daha da kamçıladı. Yılmayacak ve saraya karşı mücadele edecekti. Ne yapması gerektiğini bilmiyor ve Selanik’te kimseyi de tanımıyordu. Ama bir tek şey vardı kafasında;
Vatanın kurtuluşu için Meşruti devrim yapmak...
Siyasi sürgün olduğu için iş bulması kolay değildi. Ancak Abdülhamit’in de ilginç bir yönü vardı. Kalebentliğe veya sürgüne gönderdiği kişilere az da olsa maaş bağlardı. Selanik’e, kalebentliğe sürdüğü Talat Bey’e maaş bağlanmıştı.
Ancak Talat Bey “Ben sadakaya muhtaç değilim” diyerek maaşı reddetti. Kendisine iş bulması için devlete dilekçe verdi. Devlet de ona Selanik ve Manastır arasında seyyar Posta Memurluğu görevini verdi.
Tarih, 1898’i gösteriyordu.
Bu, cezaevinden çıkmış genç Talat Bey’in arayıp da bulamadığı bir şeydi. Bu sayede örgüt kuracak, bölge bölge dolaşabilecek, yasak yayın dedikleri Jöntürk dergilerini rahat rahat dağıtıp insanları örgütleyebilecekti. Selanik 3. Ordu’da genç subaylar ile öğretmenler ve aydınlarla da tanıştı.
1903’te Selanik Telgraf İdaresi başkâtibi oldu.
Talat Bey Selanik Hukuk Mektebi’ne devam etmeye başladı. Öte yandan da çalışıyordu. Selanik Hukuk Mektebi’ndeki gençlere de hürriyet fikirlerini yaydı. Onlara özgürlükçü dergiler dağıttı.
Selanik’te bir kavga çıktı posta müdürleri arasında. Talat Bey tanık olarak çağırıldı. O da bildiklerini doğru olarak anlattı. Başmüdür itiraz etti. “Talat Bey'in tanıklığı yüce mahkemeniz tarafından kabul edilmemesi gerekir. Çünkü kendisi hükümet ve Abdülhamit aleyhinde çalışan bir haindir” deyince kıyametler koptu.
Bu kez baş müdürün avukatı ayağa kalktı ve söz aldı:
-“Müvekkilim başmüdürün Talat Bey gibi namuslu ve hamiyetli bir vatan evladı hakkında saldırıda ve iftiralarda bulunması nedeniyle onun avukatlığından çekiliyorum” dedi.
Talat Bey artık Selanik’te tanınmaya başlanmıştı dürüst ve hamiyetli bir kişilik olarak.
Talat Beyin “istibdadı yıkma” çalışmaları sürerken 1906 yılının Temmuz ayının cuma gününde, Selanik’in Yalılar semtinin Baron Hirsch Hastanesi yakınındaki İsmail Canbulat’ın evinde 10 kişi gizlice bir toplantı yaptı. Toplayan Talat Bey idi
Artık örgüt çalışmalarına başlamışlardı
Tarih, 18 Ağustos 1906’yı gösterdiğinde Sultan Abdülhamit’in ağır bir hastalığa yakalandığı duyuldu. Bu haber üzerine, Talat Bey telaşlandı. On kişilik ekip gün aşırı toplanmaya başladı. Abdülhamit ölürse ve ölümünde kadar Meşrutiyet ilan edilemezse ülke dağılır, Osmanlı Devleti Avrupa devletleri tarafından paylaşılırdı. Kaygısı oydu. Bunun üzerine Talat Bey bir örgüt kurmalı ve bu paylaşıma karşı direnerek vatanı kurtarmalıydı. Toplantıları artırdı. Bir ay sonra, 1906 Eylülünde ‘Osmanlı Hürriyet ve Tevhid-i Millet Derneği’ni kurdular.
Ama mühür kısaca; “Osmanlı Hürriyet Derneği” olarak kazıldı.
İşte o günlerde Mustafa Kemal de sürgün gittiği Şam’dan Selanik’e gelmiş ve Harp Okulundan, ya da Harp Akademisinden bir çok yakın arkadaşının derneğe girdiğini görmüştü.
Enver Paşa, Cemal Paşa, Kazım Karabekir Paşa, Ali Fethi Okyar, Hafız Hakkı, Vehip Kaçı, Ali Fuat Ömer Naci ve daha niceleri, hepsi girmişti. 3’ncü Ordu Subaylarının daha niceleri. Bu subayların amaçları, Abdülhamit’i öldürmek değildi. “Anayasanın tekrar yürürlüğe nasıl konulacağı ve Meşrutiyetin ilanı için Sultan Hamit’i zorlayacak tedbirlerin nasıl alınacağı” idi.
Bütün toplantıları Talat bey yönetiyordu. Örgütün lideri oydu.
Posta memuru Talat Bey kurduğu örgütünü büyütmek istiyordu.
Fransa’da sürgünde olan İttihat ve Terakki Derneği liderlerinden Ahmet Rıza Bey ile temasa geçti. Prensipte dernek birleşimi için anlaştılar. Ahmet Rıza Bey bu birleşim için Paris’ten Selanik’e gizlice Dr.Nazım Bey’i gönderdi. Tarih 1907 Eylül’ü idi.
Dr.Nazım Bey, İbrahim Temo, İshak Sukuti Abdullah Cevdet ve Çerkez Reşit’in gibi Jöntürklerin 1889’da Tıp Fakültesinden okul ve birlikte Osmanlıyı kurtarmak için kurdukları İttihad-ı Osmani’den örgüt arkadaşıydı. Ateşli bir ittihatçıydı.
Ahmet Rıza Bey
Dr. Nazım Bey
Dr. Nazım Bey “Mehmet Hoca” kod adı ile Talat Bey ile buluştu ve çalışmalara birlikte başladı. Ancak Selanik Beyaz kule civarında sakallı bir vaziyette gezen Dr. Nazım Bey’i çocukluk arkadaşı Dr.Toledo görüp tanıyınca örgütün çalışmaları sekteye uğradı. Abdülhamit’e ihbar edilebilirlerdi.
Yakalanırsa da idam edilirdi. Zaten hakkında idam kararı vardı.
Bunun üzerine Dr.Nazım Bey durumu Talat Bey’e bildirdi. Talat Bey sinirlendi. ”Şimdi ben O’nun yuvasını yaparım” diyerek ertesi gün Dr. Toledo’nun ofisine gitti;
-“Sen Nazım’ı görmüşsün. Doğru mu doktor?” deyince Doktor heyecanlı bir ifadeyle gördüğünü söylüyordu. Ayrıca Nazım Bey’in hoca kıyafetinde olduğunu, elindeki şemsiye ile yüzünü saklamaya çalıştığını da sözlerine ekleyince Talat Bey silahını çıkartarak önündeki masanın üzerine koydu ve Dr.Toledo’nun sözünü aniden kesti;
-“Evet, Nazım gördüğün gibi Selanik’te ve tanınmamak için kıyafet değiştirerek dolaşıyor. Senden onu başka kimse tanımadı. Bir tek sen tanıdın. Eğer onun burada olduğu duyulur da, Nazım’a bir şey olursa” dedi, biraz bekledi ve iri gözleriyle önünde duran tabancasını işaret ederek;
-“şu tabanca ile beynini patlatırım” dedi.
Bu tehdit üzerine Dr.Toledo sapsarı kesildi. Elleri titremeye başladı.Talat Bey’in ellerine sarılarak yalvarmaya başladı;
-“Vallahi görmedim, billahi görmedim. Benim başka bir kimseye Nazım’dan söz ettiğimi duyarsanız öldürün beni” dedi.
Talât’tı bu. Böylesine netti.
Ve çok geçmeden Avrupa’da faaliyet gösteren İttihat ve Terakki Deneği ile Talat Bey’in kurduğu “Osmanlı Hürriyet Derneği” 27 Eylül 1907 günü imzalanan bir protokolle birleşti. Adı;
“Osmanlı İttihat ve Terakki Derneği” oldu.
Abdülhamit’in baskıcı ve duyarsız rejimine karşı çalışmalar daha da güçlenerek arttı.
Taraftar toplanmaya başlandı. Ancak faaliyetlerine karşı olanlar ve çalışmalarını sekteye uğratan Abdülhamit’in ajanları birer birer saf dışı bırakılıyordu. Talat Bey bu çalışmalar sonunda ihbar edildi.
Daha doğrusu Makedonya’da İttihat ve Terakki Örgütüne zarar verenler faili meçhul bir şekilde öldürülmeye başlanınca Talat Bey’den şüphelenildi. Ayrıca herkes tarafından anlaşılmıştı ki örneğin Abdülhamit’in has adamı Nazım Beyin vurulması, Saraya bir dosya ihbar götürmekte olan Manastır Müftüsünün Colombo otelinin önünde öldürülmesi İttihat ve Terakki örgütü fedailerinin ne kadar cesur olduğunu, bu olayların perde arkasında da Talat Bey’in olduğunu gösteriyordu.
Perde gerisinde o vardı.
Her şey onun emriyle oluyor, örgüt onun direktifleriyle eylemlerini planlıyordu. Ancak ispat edemiyorlardı. Hal böyle olunca Abdülhamit, 21 Kasım 1907 günü Talat’ı görevden aldı. İnzibat eşliğinde Anadolu’ya sürülmesine karar verdi. Ancak bu örgüt tarafından öğrenildi. Örgüt, Talat Bey’i kurtarmak için her çareye başvuracak ve inzibatlar arasından Talat Bey’i kaçıracaktı. Saray ile araları kritik bir noktaya geldi.
‘Ya devlet başa, ya kuzgun leşe’ denildi.
Kılıçlar çekildi ve Kut-ül Amare kahramanı Halil Kut bunun üzerine “Evlenmek bahanesiyle İstanbul’a gideyim. Beşiktaş’taki evimde saklanayım. Bir selamlık resmi geçidinde Abdülhamit’i 5-6 metreden vurayım. Örgütün İstanbul şubesi benim bu olayımdan faydalanıp Meşrutiyet ilan etsin” dedi.
Halil Bey, Enver Bey’in amcasıydı.
Gözü karaydı bunlar. Kimine göre deliydi. Kimine göre cesur. Kimine göre de maceraperest. Ama bir şey vardı ki, evet çok cesurdular, gözü kara idiler ve vatan için adeta deliriyorlardı. O yüzden Abdülhamit’miş, Paşaymış padişahmış tanımıyorlardı.
Onlara altın kadro deniliyordu.
Bu kadronun içinde Enver vardı Cemal vardı Kazım Karabekir vardı Yakup Cemil vardı. Ve elbette ki Mustafa Kemal de vardı. Ama Mustafa Kemal en farklı olanıydı.
Tek adam düzeni istemiyorlardı. Halkın da söz sahibi olabileceği bir devlet düzeni olmalıydı. Bunu istiyorlardı. Örgüt güçlüydü. Halil Kut ben Abdülhamit’i öldürürsem örgüt “Bana destek çıkar” diye düşünüyordu. Niye uğraşılıyordu ki, bir saray darbesi ile Abdülhamit devrilir ve olay kökünden halledilirdi. Tek bir mermi, her şeyi hallederdi.
Vatan kurtulurdu.
Vatan dedikleri Osmanlıydı. Kuzey Afrika idi. Balkanlar’dı Makedonya’ydı. Parçalanmak üzereydi. Ama Abdülhamit bunun için kılını kıpırdatmıyordu. 32 yıl boyunca Avrupa yakasından Anadolu yakasına geçmedi. Yıldız Sarayından sadece Cuma selamlığı için çıkardı.
Halil Kut bu fikrini İttihat ve Terakki’nin Genel Merkezine bir teklif yazısı ile önerdi. Talat Bey’e iletti. Onlar da İstanbul Şubesine sordular konuyu. Ancak örgütün İstanbul’daki adamları “Abdülhamit’in vurulması memleket için tehlike oluşturur. Ve İstanbul’da büyük karışıklıklara sebep olur” diyerek teklifi geri çevirdi.
Jandarmalar eşliğinde Anadolu’ya gönderilme esnasında arkadaşları tarafından kaçırılması önerisini de dikkate almadı Talât Bey. Kendi işini kendisi halledecekti. Doğruca 3’ncü Ordu Komutanı ve Makedonya Genel Valisi Hilmi Paşa’nın odasına gitti ve kapıdan içeri girer girmez sertçe söylendi.
“Görevimden alındığımı duydum doğru mu?” dedi.
Hilmi Paşa Talat Bey’i birden bire karşısında görünce şaşırdı. Ve oldukça da korkmuştu; “Evet” demekle yetindi. Ama Talat yine aynı sertlikle sözlerine devam etti;
“Devlet istediğini yapar. Bir memurun görevden alınması ve göreve atanması onun emrindedir. Şu dakikadan itibaren istifa ediyorum. Fakat bir şey öğrenmek istiyorum, beni Anadolu’ya sürecekmişsiniz. Şayet bu doğruysa Selanik’ten ayrılmayacağımı bilmenizi isterim. Eğer zorla gönderilmeye çalışırsanız, bu işin sonu sizin için iyi olmaz” dedi.
Ve kapıyı çarptı çıktı.
Talat Bey gayet cesur, davasına inanmış biriydi. Kolay değildi. Bir posta memuru bir Paşaya, bir Valiye hiç korkmadan posta koyuyordu.
Bunun üzerine Talat Bey’i Anadolu’ya süremediler. Hilmi Paşa Abdülhamit’e “Talat Bey’in sürülmesi galeyana sebep olur” gibisinden cevap vererek durumu idare etti. Ama Talat Bey görevinden alınmıştı. Arkadaşlarının da desteğiyle Selanik Özel Ticaret Mektebi’ne Müdür olarak atandı.
Daha yapacakları vardı.
Üstelik bu olay kendisini kamçılamış ve çalışmalarına hız vermişti.
Ve ne yapıp etti, İttihat ve Terakki Örgütünü Makedonya’da genişletti. Ve 3’ncü Ordu ile 2’nci Ordu subaylarının büyük çoğunluğunu örgüte kattı. Nazım Bey’in vurulmasından Enver Bey’in sorumlu tutulması sebebiyle Enver Bey Makedonya’da dağa çıktı ve Hürriyet Kahramanı unvanını aldı. Buna Ohri ve diğer şehirlerden birçok subayla birlikte Resneli Niyazi de katılınca Abdülhamit için bu hareket büyük bir tehdit oluşturdu.
Abdülhamit bu hareketin bastırılması için Makedonya dağlarını çok iyi bilen ve kendisine son derece sadık ve en has adamı olan Şemsi Paşa’yı görevlendirdi. Ancak Şemsi Paşa harekat başında Manastır’da operasyona hazırlanırken İttihatçılar tarafından vurulmuştu. Şemsi Paşa’yı vuran Üsteğmen Atıf idi ve silahını Şemsi Paşa’nın boynunda patlattığında şu cümleyi haykırmıştı;
“Ya ölüm, ya vatan”
İttihat ve Terakki Örgütünün kuralları katıydı. Silah ve Kuran üzerine yemin edilirdi. Kuralları koyan Talat Paşa’ydı. Üsteğmen Atıf, Şemsi Paşa’yı vuramasaydı, örgüt tarafından kendisi vurulacaktı.
Şemsi Paşa’nın öldürülmesi Abdülhamit’in elini kolunu bağladı. On binlerce kişi Anayasanın geri getirilmesi ve Meşrutiyetin ilanı için Saraya telgraf çekip, İstanbul’a yürümekle tehdit edince Abdülhamit geri adım attı.
Anayasayı kabul edeceğine ve Meşrutiyeti ilan edeceğine dair söz verdi.
23 Temmuz 1908’de Hürriyet ilanı edildi. Artık örgüt gün yüzüne çıkmış, herkes üye olmak için sıraya girmiş ve Abdülhamit bile ittihatçıların başı olduğunu ifade olarak beyan etmişti.
Talat Bey örgütün lideriydi. Enver Bey de kahramanı.
Talat Bey İttihat ve Terakki’nin başı olarak Temmuz Devriminden sonra kendisini zindanlara atan Abdülhamit’e dokunmadı. Seçimler yapıldı. İttihat ve Terakki’den Edirne Milletvekili seçildi. Mecliste 2.Başkan oldu. Meclis Başkanı Ahmet Rıza Bey idi. Ancak işler iyi gitmiyordu. Devrimi kendisi ve arkadaşları yapmıştı ama yönetim başkasındaydı.
Davul onda tokmak başkasındaydı.
Bu düzensizlik neticesinde İstanbul’da muhalefet ve bazı basın yayın organları ile yazarlar kendisine karşı savaş açtılar.
Bir yıl dolmadan gericiler isyan etti. Abdülhamit ise bu isyancılara el altından destek verdi. Sonuçta 31 Mart ayaklanması patladı ve asker ve milletvekili öldüren gerici isyancılar Meclisi Mebusanı ele geçirdi.
Neyseki o an Selanik’te olan Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal’in önerisi ve zorlamasıyla bir Hareket Ordusu kuruldu ve İstanbul’a gericiler üzerine gönderildi.
Talat Bey de dağılan Meclisin Yeşilköy’de tekrar toplanmasını o sağladı ve ayaklanma bastırıldı.
Abdülhamit Selanik’e Alatini köşküne gönderildi.
Daha doğrusu sürüldü. Onun yerine V.Mehmet Reşat Padişah oldu.
V.Mehmet Reşat padişah olduktan sonra İstanbul’da meclisi Mebusan açıldı ve çalışmalarına başladı.
8 Ağustos 1909’da Hüseyin Hilmi Paşa kabinesinde İçişleri Bakanı oldu.
Ama ülkede sorunlar bitmiyordu. Balkan toplulukları isyan halindeydi. İç politikada karşılıklı çekişmeler, darbe mektupları ve tehditler Meclisin rahat çalışmasına imkan veriyordu. Göreve getirilen Başbakanlar eski ve yaşlı oldukları için bürokraside devrim yapamıyorlardı.
Öte yandan da İttihat ve Terakkiciler alışagelmiş komitacılık huylarından vaz geçmiyorlardı. Kafasına esen fedai, sırf muhalif diye adam vuruyor, temizlemek Talat Paşa’ya kalıyordu. Öte yandan faili meçhul cinayetler de artıyordu. Fatura Talat Bey’e kalıyordu. İşi oldukça zordu. Başbakan olmadıkları için yetersiz kalıyorlardı.
Tam bu noktada genç Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal devreye girdi. Kongrede İttihat ve Terakki’nin yapması gereken bazı önlemleri sıraladı; İttihat ve Terakki’nin yönetimi tam olarak ellerine almasını istedi. Orduyu yenilemek, Balkanlarda çıkacak savaşa hazırlıklı olunması ve ülkede siyasi ve sosyal reformlar yapılması gerektiğini söylüyordu Mustafa Kemal. Bunun için de İttihat ve Terakki komitacılık huyundan vaz geçecek, halka inecek ve partileşecek, subaylar ya askerlik mesleğini ya da siyaset mesleğini seçecekti. İkisi birden olmayacaktı. ‘Hürriyet kahramanı’ gibi bazı unvanlar kullanılmayacaktı. Bu sözleri kongrede kürsüden söyleyince ipler koptu. Mustafa Kemal şimşekleri üzerine topladı. İttihatçı yöneticiler tarafından ölümle tehdit edildi. Ve üyelikten çıkmasa da İttihatçılarla arasına mesafe koydu.
Hele hele yaklaşan Balkan Savaşını öngörerek askerlerin siyasetten uzaklaştırılmasını istemesi ve subayların bir an önce kışlasına dönerek dikkatlerini Balkan olaylarına vermesini istemesi onun İttihat ve Terakki yöneticileri ile yollarını ayırmasındaki en önemli nedendi.
Hal böyle olunca yurt içindeki olaylar arttı. Önü alınamayınca da Talat Bey 4 Şubat 1911 tarihinde istifa etti. Bunalmıştı. Kamuoyunu ve Basını memnun edememişti. Milletvekili olarak siyasi hayatına devam etti. 4 Şubat 1912 günü ise Sait Paşa kabinesinde Posta ve Telgraf Bakanı olarak göreve başladı. 17 Şubat’tan sonra da vekaleten İçişleri Bakanı oldu. Derken 1912’de Balkan Savaşı patladı.
Balkan Savaşında İçişleri Bakanı iken gönüllü er olarak orduya katıldı. Edirne'ye gitti.
Ancak “propaganda yapıyor” dedikoduları üzerine İstanbul’a geri döndü.
Balkan hezimetinden sonra artık Mustafa Kemal’in haklı olduğu ortaya çıktı.
Balkan Savaşlarında Osmanlı Devleti büyük bir hezimete uğramış, bütün topraklarını kaybetmişti. Edirne düşmüştü. Bulgar Ordusu Çatalca’ya kadar dayanmıştı.
İşte tam o sırada Trablusgarp’tan dönen Enver Bey Bulgarların Çatalca’da durdurulmasında önemli rol oynadı. Bulgarlarla ateşkes Antlaşması yapıldı.
Ateşkes sonunda Başbakan Kamil Paşa Londra Konferansı ile kendilerine önerilen Midye-Enez sınırını kabul edecekti.
Ancak Talat Bey ile Enver Bey bunu kabul etmiyorlardı.
İttihatçılar bir toplantı yaptılar. Enver Bey ve arkadaşları zor kullanarak hükûmeti devirecekti. Buna, “kan dökülmeyecek” vaadi ile Talat Bey de ikna edildi. 23 Ocak 1913 günü Enver Bey'in başı çektiği bir Bâb-ı Âli Baskını gerçekleşti. Başbakanlık binası basıldı. Baskın sırasında Harbiye Nazırı Nâzım Paşa, Yakup Cemil tarafından Talat Bey’in gözü önünde vurularak öldürüldü. Talat Bey şok oldu. İtiraz etti. Bunun böyle olmaması gerektiğini söyledi. Ancak baskın gerçekleşmişti.
Enver Bey Başbakan Kamil Paşa'ya zorla istifasını imzalattı ve padişaha onaylattı. Mahmut Şevket Paşa’yı da Başbakan olması için ikna etti.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1908 Temmuz Devriminden beridir bir türlü eline alamadığı yönetimi, yani iktidarı bir askerî darbe ile 5 yıl sonra ele geçirdi.
Mustafa Kemal başından beridir İttihat ve Terakki’nin yönetimi eline almasını ve ülkenin tek elden yönetilmesini istiyordu ama, ‘iktidarı ele alma’ bu şekilde olmamalıydı. Yönetimi ele geçirmek darbeyle olmamalıydı. Seçimle olmalıydı. Ali Fethi ile birlikte Bolayır’dan mektup yazarak uyarmıştı.
Ancak söz dinletememişti.
Yönetimi ele geçiren İttihat ve Terakki Midye-Enez hattını tanımadı. Gerekirse savaşmak istediğini Bulgarlara bildirdi.
Aynı yılın 11 Haziranında bir şey oldu.
Başbakan Mahmut Şevket Paşa kimliği belirsiz kişiler tarafından Nazım Bey’in intikamını almak amacıyla vuruldu. Öldürüldü.
Başbakan, Sait Halim Paşa oldu.
Temmuz ayına gelindiğinde ise Osmanlıdan ayrılan ve topraklarını genişleten Balkan ülkeleri Birbirine düştüler. Daha doğrusu diğerleri ‘daha çok toprak kazandı’ diye ayı anda Bulgarların üzerine yürüdüler. Bu fırsatı iyi değerlendiren Osmanlı Devleti 22 Temmuz 1913'te Edirne'ye girdi ve geri aldı.
Aslında Edirne’ye ilk giren Yarbay Mustafa Kemal’di ama sarayın damadı ve ‘Hürriyet Kahramanı’ olması dolayısıyla Yarbay Enver Bey basında parlatıldı.
Bu zafer payesi ona verildi.
Yurt genelinde kahramanlığı daha da artan Yarbay Enver Bey ise Edirne’nin geri alınışından sonra Balkanlarda kaybettiğimiz toprakların tamamını olmasa da bir kısmını geri almak hayaline kapılarak Savunma Bakanı olmak istedi.
Kendisi henüz yarbaydı ve rütbece bu mümkün değildi.
Ama o ısrarcıydı. Önce Başbakan Sait Halim Paşa’ya niyetini söyledi, o kabul etmeyerek işi Talat Bey’e havale edince Talat Bey zor durumda kaldı.
Devreye fedailer girdi ve Talat Bey’e bu öneri yarı tehditle kabul ettirildi. Enver Bey önce Albay, sonra da bir ay geçmeden Paşa yapıldı. Savunma Bakanı Ahmet İzzet Paşa istifa ettirildi ve Savunma Bakanı Enver Paşa oldu.
Başbakan Sait Halim Paşa’ydı ama o da bir İttihatçıydı ve İttihatçılar yönetimi tam olarak ele geçirmişlerdi. Artık devletin kaderi Talat ve Enver Paşa’da idi.
Ancak Birinci Dünya Savaşı yaklaşıyordu. Bunu fark ediyorlardı. Ne var ki Balkan Savaşları sonunda ordu yıpranmış ve zayıflamıştı. Talat ve Enver Paşalar hemen orduyu yenileme ve toparlama sürecine girdiler. Balkan Savaşlarındaki başarısız Paşaları ve subayları emekliye sevk ederek genç ve yurtsever subayları iş başına getirdiler.
Ordu yapısı içerisindeki başarısız ve hatta devlete ihanet eden Alaylı subayları tasfiye ederek belirli bir disiplinden ve bilgi süzgecinden geçmiş Harp Okullu subayların önünü açtılar.
Bu, çok doğru ve çok başarılı bir karardı.
Dünya savaşının kaçınılmaz olduğunu fark eden Talat ve Enver Paşa’lar İngiltere ve Fransa ile uzlaşmak için girişimde bulundular. Ancak özellikle İngiltere Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasından yana karar verdiklerinden bu girişimi reddetti.
Bu nedenle Osmanlı Devleti mecburen Almanya ile ittifak kurdu. Ve Almanya’dan askeri yardım aldı.
Talat ve Enver Paşaların yönettiği Osmanlı Devleti 2 Ağustos 1914 günü de Almanya ile gizli bir ittifak antlaşması yaparak savaşa Almanya’nın yanında girmeyi kabul etti ve 30 Ekim 1914’te de Dünya savaşına katıldı.
Artık Talat Paşa’yı zor günler bekliyordu.
Tam o günlerde Emperyalistlerin kışkırtmasıyla ve Ermeniler Doğu Anadolu’da bir devlet kurma çalışması içerisine girdiler. Osmanlı Devletinin savaştan galip çıkamayacağını ve parçalanacağını düşünüyorlardı çünkü.
Ermenilerin ileri gelenleri Talat Paşa ile görüşmek istediler. O da onları Beyoğlu’ndaki eski Emek Sinemasının olduğu yer olan Cercle d'Orient, yani Serkildoryan’da kabul etti.
Ermeni ileri gelenleri emellerini açıkladılar. Osmanlıdan ayrılmak istediklerini, doğuda ayrı bir devlet kuracaklarını söylediler.
Oskan Mardikyan -“Yapmayın” dedi Talat Paşa. “Kaç senedir Osmanlı Devleti bak sizi paşa yaptı. Milletvekili yaptı, Bakan yaptı” dedi.
“Dışişleri Bakanı, Ermeni. Posta Telgraf Bakanı, Ermeni. Oskan Efendi. Hallaçyan Efendi, Ticaret ve Bayındırlık akanı. Ermeni. Size Osmanlı Devleti kardeş gibi muamele ediyor. Rahatsınız. Evinizde, şeyinizde. Vazgeçin” dedi.
Adeta yalvarmıştı.
Ermeniler haklısınız dediler. Ama giderken bu kez muhtariyet istediler. Talat Paşa onu da kabul etmedi. “Aklınızdan çıkarın” dedi. “Vermem” dedi. “Siz Türkiye’den katiyyen muhtariyet alamazsınız” dedi. “Ben ne isem sen de osun. Ben milletvekili isem sen de milletvekilisin. Ben gazeteciysem, sen de gazetecisin. Fakat yer vermek asla” dedi.
Ama dinletemedi.
Ermeni olayları ve isyanları yurt genelinde başlamıştı. Aslında bu isyanlar daha önce de vardı. Ama özellikle Doğuda birden hızlanmıştı. Erzurum Kars Ardahan... Çarlık Rusya kışkırtıyordu. Fransızlar, İngilizler. Ermenilerin Doğu Anadolu’da bir devlet kurmalarını istiyordu.
Hal böyle olunca Ermeni milliyetçiler söz dinlemediler.
Taşnak ve Hınçak cemiyetine güvendiler. Harekete geçtiler.
Osmanlı savaşa girmişti. Karşılarında İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusya vardı. Ancak bir sorun vardı. Örneğin Ruslarla savaşılırken cephe gerisinde Ruslar Ermenileri silahlandırıp arkadan vurma olayları yaşanmaya başlamıştı. Talat Paşa’nın deyimiyle “Dünya savaşı Osmanlı Devletinin varlık ve yokluk meselesiydi, böylesine büyük savaşta ordularının hareket serbestisini ihlal eden, arkada isyanlar çıkararak memleketin selametini, ordunun güvenliğini tehlikeye düşüren hareketlere müsamaha edilememesi” gerekirdi. Osmanlı Devleti buna çare düşünürken 1915 yılı Mayısında Almanların fikri olan tehcir uygulamasına başlandı.
Yurt içindeki Ermeniler sınır boylarına sürüldü.
İşte bu tehcirin faturası İttihat ve Terakki’nin önde gelenleri olması ile üç kişiye çıkartıldı. Talat, Enver ve Cemal Paşalar.
Tehcir uygulaması sadece bununla kalmadı. Emperyalistler bu üç paşayı Ermenilere karşı soykırım yapmakla suçladılar. Avrupa basını bilinçli olarak bu kişilere saldırdı.
Bu olaylar yaşanırken ve I.Dünya Savaşı sürerken Talat Paşa 4 Şubat 1917 günü Başbakan oldu.
Zor bir dönemdi. Çok zor bir dönemdi.
Gazete dağıtıcılığıyla başlayan mücadelesi, onu Başbakanlığa kadar yükseltmiş, dünün posta memuru, şimdi devletin başında geçmişti.
Talât Paşa iyi bir örgütçüydü. Abdülhamit’in monarşi rejimine karşı 1908’de yapılan Temmuz devriminin öncülerindendi. Talat Paşa demokrasinin gelişimi için mücadele etti. Ancak iktidarı eline alması kolay olmadı. Kimi zaman milletvekili, kimi zaman bakan oldu, kimi zaman kenarda durdu.
Fakat bu zaman zarfında İmparatorluk oldukça küçüldü. Kuzey Afrika toprakları ve Trablusgarp elden çıktı. Balkanlar kaybedildi, Mezopotamya ve Arap kıtası büyük oranda elden çıktı. Talat Paşa I.Dünya savaşına girdiğimizde ülkenin birliği ve bütünlüğü için çalıştı. Çanakkale savaşlarında cepheyi gezdi, askerlere moral verdi. Saraylarda yalılarda oturmadı. Zaten saraylılara karşıydı. Sade bir evde yaşadı. Talat Paşa Başbakan olunca da Sadrazamlık konutunda oturmadı, kendi sade evinde oturdu. Paraya hiç tamah etmedi. Son derece dürüst ve namusluydu.
İçişleri Bakanıyken bile fırından ekmek alır, kolunun arasına koyar evine yürüyerek giderdi. Başbakan olunca “Paşa” unvanı veriliyordu mecburen. Ancak o da içine sinmedi. “Kahveye gittiğimde bir paşa olarak nasıl otururum” dedi. Böylesine mütevaziydi.
Bakanlığı sırasında yurt içi ve yurt dışı görevlerinde kullandığı harcırahın artan kısmını “Ben hakkım olmayan parayı almam” diyerek iade edince memur şaşırmış ve ne yapacağını bilememişti. Belli ki memur ilk defa böyle bir durumla karşılaşıyordu.
Kişisel çıkarlarına düşkün değildi. Bir gün Padişah Talat Bey’in evi olmadığını öğrendi. Kendisine;
-Senin evin yok, bir ev al. Ben de yardım ederim dedi. Koskoca Başbakanın evi olmaz mıydı? Yoktu işte. Olmamıştı. Kirada oturuyor ve kirasını da cebinden ödüyordu. Talat Bey Padişahın huzurundan çıktıktan sonra Padişahın Özel Kalem Müdürünü çağırdı;
-“Padişahımız bana böyle bir teklifte bulundu. Para yardımı almak benim prensibime uymaz. Şayet bu fikrinde ısrar edecek olursa kendisini gücendirmeden engel olunmasını sizden rica ederim” dedi.
Almadı.
Dava arkadaşlarının evli olmasını istemezdi. Çünkü evli olan kişinin görevini tam yapamayacağını düşünürdü. ”Devrimci insan, geride kimseyi düşünmemelidir. Adımlarını tereddütle atar” derdi. Ama yine de arkadaşlarına kıyamazdı. Evlenmek isteyen arkadaşlarını siyaset bittikten sonra ortada kalmasınlar diye zengin aile kızlarıyla evlendirmeye gayret ederdi. Ama kendisi Balkan Savaşlarından canşırah göçüp gelmiş, mağdur ve fakir bir aile kızı olan Hayriye Hanım ile evlendi.
Talat Bey, halktan birisinin de Başbakan olabileceğini yaptığı devrimle gösterebilen büyük bir teşkilatçı, gerçek bir devrimciydi.
Başbakan olduktan sonra Talat Paşa I.Dünya Savaşı yükünü adeta kucağında buldu. Onun o saatten sonra yapacağı çok fazla bir şey yoktu.
Almanlarla birlikte Osmanlı Devleti yenilmişti. Avrupa’da Fransa/Almanya cephesi Fransa lehine çökünce savaş bitti. Dünya Savaşına İttihatçı yönetimi ve kararı ile giren Osmanlı politikası, İttihat ve Terakki politikasıyla birlikte iflas etmiş, yenilmişti. 31 Temmuz 1918'de bir teslimiyet belgesi olan Mondros Mütarekesi imzalandı.
Ve hemen ardından İttihatçılık suç sayıldı. Oysa fazla değil, 10 sene önce herkes ittihatçı olmak istiyor, kahramanların adına türküler söyleniyordu. Abdülhamit bile üye olmasa da İttihatçı olduğunu(benimsediğini) bizzat Talat Paşa’nın yüzüne söylemişti.
Ama şimdi her şey tersine dönmüştü.
‘Çok hata yaptık. Ülke sevgimiz o kadar kuvvetliydi ki, bir takım riskleri milli endişelerle göze aldık. Sonra da ipin ucunu kaçırdık” Bu sözler bizzat Talat Paşa’ya aitti.
Vatanseverliklerine diyecek yoktu.
Eriyip giden Osmanlı İmparatorluğunu bir devrim ile kurtarmak için yola çıktılar, Vatan hırsı, birbirlerine silah çekecek kadar keskindi. Onlara, fedailer de denildi. Devrimi 1908 yılında başarmışlardı. Anayasayı tekrar ilan ettiler. Meşruti Meclisi açarak o dönemin koşullarında kısmi demokrasiyi tekrar getirdiler. Mithat Paşa’dan sonra, Türk Parlamenter tarihine büyük katkı verdiler. Türk toplumunda atılım yaptılar. Matbaa gelişti. Basın, gazete özgürleşti. Türk Milleti kabuğunu kırmış, kozasından sıyrılmıştı. Türk kadını az da olsa nefes aldı. Türk insanı Milli bir bilince ulaştı. Önceden Türk olmak hakir görülürken, bir gurur kaynağı olmaya başlandı. Halkın kültür ve eğitim seviyesi arttı. Orduda da bir devrim yapıldı. Balkan Savaşlarının sorumluları olan eski hantal alaylı subaylar tasfiye edildi. Yerine yeni, genç ve cesur subaylar atandı. Bu genç subaylar Trablus’ta, Çanakkale’de, Kutül Amare’de, Doğu cephesinde oldukça büyük deneyimler ve başarılar kazandılar. Dövüşmeyi ve savaşmayı öğrendiler. Osmanlı Ordusu Birinci dünya Savaşını Almanlar yüzünden kaybetti. Yoksa Çanakkale’de, Kutül Amare’de Kafkas cephesinde kazandı.
Savaşların tarihini yazan İngiliz Yazar Alan Moorehead; “Avrupa’nın birbirine düşmüş meclislerinde kendi lehine fırsat kollamaya çalışan ürkek ve tereddüt içerisindeki Osmanlı artık yerini dimdik adeta mağrur ve kendine güvenen şahsiyete bırakmıştır” dedi.
Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşaların yaptığı çalışmalar Cumhuriyete giden bir yol ve Kurtuluş Savaşına uzatılan bir mücadeleydi.
Belki de o dönem yaşanması gerekti.
Evet, bir devrim yaptılar ama devrimden sonrasını başaramadılar. İç politikada devletin yönetimini istedikleri gibi ellerine alamadılar. Farklı Milletlerden oluşan Meclisi koruyamadılar. İç isyanlar, darbeler ve cinayetler onları yıprattı. Balkan devletlerin birleşip bize saldıracağını göremediler. Dünya siyasetini ve dengesini iyi okuyamadılar. Dünya savaşında girmekte acele ettiler ve Almanlara güvendiler. Bu da onların sonunu getirdi.
Talat Paşa gitmek istemedi aslında.
1 Kasım 1918 gümü saat 11;00’da İttihat ve Terakki’nin son kongresini yaptı. Yaklaşık, 120 kişi katıldı. Talat Paşa divana başkanlık etti. 1908’den beridir 10 yıllık örgütün hesabını verdi. Kongre, bir matem havası içinde geçti. Ve örgütün feshine, kurulacak Teceddüt Partisi üzerinden çalışmalara devam edilmesine ve İttihat ve Terakki Partisinin devamı sayılmasına karar verdiler.
Son günlerde Enver, Cemal ve Talat Paşaların Galata köprüsündeki sokak lambalarına asılacağı dedikodusunu yayıldı. Hatta Amerika ve İngiltere savaş suçluları için mahkeme kuracak, yargıçları Hürriyet ve İtilaf Partisi belirleyecekti. Bu, asılmak demekti. O yüzden yurt dışına gitmeye karar verdiler. Ama Talat Paşa zor ikna oldu. Aynı kıtlıkta, aynı kara ekmeği yediği milletinden ayrılmak istemiyordu. Arkadaşları bu kaçış için Mekke’den Medine’ye yapılan “hicret” örneğini vererek ikna ettiler. Talat Paşa Başbakan Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği mektupta “Memleket yabancı işgalinden kurtulduğunda Millete hesap vermek için tekrar geleceğini ve cezasını seve seve çekeceğini” söyledi.
Kasım gecesi bir Alman torpidosuyla Enver ve Cemal paşalarla birlikte Sivastopol üzerinden yurt dışına, oradan da Berlin’e gittiler.
Talat Paşa Hardenberg Strasse’de 4 numaralı bir ev kiraladı. Orada eşi Hayriye Hanım ile birlikte mütevazi bir hayat sürüyor, ama memleketi burnunda tütüyordu.
Tam karşısındaki 37 numaralı daireyi ise Solomon Telleryan isimli genç bir Ermeni kiralamıştı. Talat Paşa’yı gizlice takip ediyor ve gözetim altında tutuyordu.
Talat Paşa ise tüm bunlardan habersiz kendisini ziyarete gelen dostlarıyla sohbet ediyor, memleketi nasıl özlediğini sık sık dile getiriyordu.
Bir dostu kendisini ziyarete gelmişti. Sohbet ediyorlardı. Talat Paşa anılara daldı;
-"Selanik'teyken” dedi bir an durdu ve devam etti; ” ikide bir sürgün cezasına çarpılan Bulgar komitacılarıyla karşılaşırdık. Bunlar vatanlarından ayrılmadan evvel, jandarma nezaretinde iken törenle rıhtımın üzerinde toplanır ve içlerinden birisinin verdiği işaretle hep birden eğilip toprağı öperlerdi” dedi.
-“Bu, onlar için vatana dönüş umudunun bir ifadesiydi; öptüğümüz toprak bizimdir, buraya yine geleceğiz… demek istiyorlardı” dedi.
Durdu, düşündü, bir iç çekerek devam etti;
-”Bir gün ben de vatana dönersem, bilir misiniz ne yapacağım?” deyince arkadaşı;
-"Her halde siz de onlar gibi toprağı öpeceksiniz..." diye karşılık verdi. Talat Paşa hüzünlenmişti. Ve gözleri dolarak şu cevabı vermişti:
-" Ben öpmekle doyamam ki... Yiyeceğim vatan toprağını yiyeceğim..”
Talat Paşa çok cesurdu, tehlike nedir bilmezdi.
Eşi Hayriye Hanım’ın ifadesiyle etrafında kim bilir, ne maksatla kimler dolaşıyor, ‘dikkat et’, dedikleri zamanlarda bile aldırmaz, çantasını koluna alınca, fırlar tek başına giderdi.
Evinin karşısındaki daireyi kiralayan Solomon Telleryan ise Berlin'de daha önce iki kere Talat Paşa’nın karşısına çıkmış, Paşa'yla göz göze gelmiş. Fakat Paşa o kadar pervasız, sakin, hatta gülümseyerek bakıyormuş ki, adam avuçladığı silahını çıkarmaya cesaret edememişti.
Ve sonunda: “Ben Talat Paşa’ya baka baka silahımı çekemeyeceğim, ancak arkasından vurabilirim” demişti.
Talat Paşa Berlin'de öldürüleceği sanki içine doğmuştu. Anılarını yazıyor, Mustafa Kemal Paşa ile mektuplaşıyordu.
Sık sık karısı Hayriye Hanım'a:
-"Beni bir gün sokakta vuracaklar. Alnımdan kanlar akarak yere serileceğim. Yatakta ölmek nasip olmayacak. Ama ziyanı yok, varsın vursunlar, vatan benim ölümümle bir şey kaybetmez. Bir Talat gider, bin Talat gelir” derdi.
Talat Paşa Berlin’de tehditler almaya başladı. Ancak, Alman polisinden yine koruma istemedi Talat Paşa. “Ne kadar korursanız boşuna…Vurmaya karar veren vuracaktır, nitekim ben de hayatımda vurmak istediğim herkesi vurdurttum” demişti.
Bu kadar da açık sözlüydü.
15 Mart 1921 günü her zamanki gibi erkenden kalktı. Saat ona kadar çalıştı ve eşine dönerek;
"Haydi Hayriye, seninle biraz dolaşalım. Hava almış olursun..." dedi. Fakat mutfakta yemek pişirmekte olan karısı; “Ben çıkmayayım, hem yorgunum, hem de ateşte yemek var” diye gelmek istemedi.
Talât Paşa evinden çıktı ve tek başına yürümeye başladı. Dalgın ve düşünceliydi. Aynı sokaktaki 17 numaralı evin önüne geldi. Birkaç adım daha attı ki, arkasından biri;
"Talat! Talat!.." diye bağırdı.
Talat Paşa kendisine seslenen adamı görmek için geriye döndü ve... Ermeni komitacısı Solomon Telleyran tetiğe bastı.
Talat Paşa namludan çıkan iki kurşunla yere yığıldı. O an hayatını kaybetmişti.
İran’ın Selmas şehrinde doğan Katil Solomon Telleyran 24 yaşında üniversite öğrencisi ve gözü dönmüş bir Taşnak komitacısıydı. Solomon Telleyran Alman polislerince yakalanmış, mahkemeye sevk edilmiş ancak Alman mahkemesi katil Telleyran'ı beraat etmişti.
Tehcir fikrinin baş sorumlusu ve emredicisi olan Almanya, tehcirden dolayı katledilen Talat Paşa’nın katilini kendi mahkemelerinde affetmişti.
Maalesef ihanet kurşundan daha ağırdı.
Talât Paşa'nın şehit haberi Mustafa Kemal Atatürk'e ulaştığında, büyük bir üzüntü ile şunları söylemişti:
-“Vatan büyük bir evladını, Devrim, büyük bir teşkilatçısını kaybetti.' Talât Paşayı rahmetle anıyorum”
Çok Okunanlar

Kemal Kılıçdaroğlu'na yönelik dikkat çeken manşet: 'Bölen oldunuz'

KILIÇDAROĞLU

Eray Karadeniz'den yeni skandal

Ankara'dan dikkat çeken Mansur Yavaş kulisi

Kılıçdaroğlu'nun özel kalem müdürü 'partiyi dizayn edeceğiz' telefonu almış

Benfica - Chelsea maçı tatil edildi

Talât Paşa kimdir...

Mutlak Butlancı Kılıçdaroğlu

Narin Güran, amcasının evine hiç ulaşmadı mı?

Kılıçdaroğlu'na anket şoku: Seçmen de unuttu!