Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
41,1306
Dolar
Arrow
37,9898
İngiliz Sterlini
Arrow
49,1971
Altın
Arrow
3768,0000
BIST
Arrow
9.659

Adaleti yok sayanlar dinleri nasıl öldürdü?

Kuşkusuz inanmanın güvenle doğrudan bir ilişkisi var. Güven duyduğunuz insanların sözlerine inanır, onların söylediklerini önemser, söylemlerine odaklanırsınız. Tersi durumda inanç zedelenir, yara alır, anlamını kaybeder, istikametini yitirir.

Tarih boyunca sosyal bir olgu olarak var olan din, inancın da bir tezahürü olarak karşımıza çıkar. Bu yanıyla dinde de aranan önemli değerlerden biri güvendir. Tıpkı adalet gibi. Bağlısı olduğumuz dinin adil değerler taşımasını ve yine bağlılarının güvenilir insanlar olmasını isteriz. Dinler, kendi içinde ne kadar adil, adaleti savunur ayrı bir tartışma konusu ama hiç kimse dini için tersini savunmaz ya da öyle düşünmez. O vakit din ya adildir ya da olmalıdır.!

Öte yandan şunu da biliyoruz ki; dinin içine doğduğu ekonomik, toplumsal ve kültürel koşullar ve bu koşulların aktörleri tarihsel süreç içerisinde dini bir biçimde etkiler ve bu etkileşim sürecinde dinin bağlıları arasında da bir ayrışma ortaya çıkar. Kim, dine nereden bakıyor, hangi sureyi, ayeti nasıl okuyorsa din biraz da ona dönüşür, okunan yere göre yeniden yazılır. Bu bağlamda din tek olsa da, mezhepleri, ekolleri, cemaatleri tek olmamıştır hiçbir zaman. Bu neredeyse bütün dinler için böyledir. Zira din yaşamın içinde sınıfsal koşullara, üzerinde inşa edilen toplumsal yapıya, imtiyazlara, yaşamın konforuna uymalı, yoksa o uyum, uydurulmalıdır. 

Örneğin birileri için oruç sadece yemekten ibaret olabilirken Ali Şeriati için kul hakkı davasıdır. Orucu sadece yemekten ibaret görenlerle kul hakkı davası olarak tanımlayanlar pek tabi olarak ruhen ve fikren de yaşamda farklı değerleri savunacaklardır.

Buradan nereye varıyoruz peki?

Yazımızın başına dönersek inanç ve din; güven, adalet zemininde yükselir, ruhu ve bağlıları itibariyle bu değerlere ihtiyaç duyar dedik. Zira hem maneviyatın korunması hem de anlamlı bir yaşam inşa edebilmek için bu zaruri ve elzem bir ihtiyaçtır. Fakat bu ihtiyaç kendiliğinden karşılanmaz, kitap Hz.Ali’nin dediği gibi kendiliğinden konuşmaz onu insanlar konuşturur. İşte bu konuşma sürecinde aktörler ayrışır. Ali Şeriati bir yerde durur, sarayı, serveti, kişisel zenginlikleri savunan ve hatta kendisi de buradan sektörel bir inanç adacığı oluşturan Cübbeli bir yerde. 

Tam bu noktada şunu ifade etmek gerekir ki; inanç neredeyse her devirde ve dönemde bağlıları tarafından belirli gelenekler ışığında yeniden üretilir. İslam inancı bağlamında söylersek, saraya karşı adaleti, dayanışmayı, tevazayu savunan Ebu Zer çizgisi bir yerde durur sarayın efendisi Muaviye başka bir yerde. Bu iki çizgi, külliyatı, mevzileri, kabullenişleri ve itirazları ile iki farklı din pratiği yaratır. Gelinen aşamadaysa insanlar artık kitaba değil çizgilere bakar, o çizgilerin söyledikleri üzerinden dinlerini konuştururlar. Tıpkı vakti zamanında Kufe ve Şam’ın ayrılması, Kerbela ve Yezid çizgisinin çok farklı iki yerden dini konuşturmaları gibi. “Yezid, dinin içinde miydi peki” diyebilirsiniz, öyle ya da değildi sonuç olarak Kerbela günü önce namaz kılıp sonra kılıç kuşandı Yezid askerleri. 

Geldiğimiz yer şurası şimdi: Dinde adalet, bağlılarında güvenilir ilişkiler sürdüren insanlar arıyoruz. Zira adaletin olmadığı, insanların güvenilirliklerini kaybettiği bir yerde kutsallık nefes alamaz hale gelir. Nefessiz kaldığı yerde de ölür; şeklen yaşayabilir belki, mabetlerde, ritüellerde, kitapların arasında yaşıyor gözükebilir, yaşayan ölüdür diyelim o zaman. Ve ekleyelim: bugün dinlerin çoğu bir yanılsama olarak vardır, hayatla bağı yoktur, ölü olarak yaşamaya çalışırlar. Failleri de bağlılardır.  Ne diyordu Nietzsche’e: “Tanrı öldü. Tanrıdan geriye bir ölü kaldı. Ve onu biz öldürdük.”

Tanrı’yı ya da dini kimler öldürdü peki? 

Yukarıda failler olarak bu soruya yanıt verdik ama biraz açmak gerekiyor. Sözünü ettiğimiz bu failler dinlerini muktedirlerin, egemenlerin emrine sunarak, paranın, gücün, iktidarın peşine takılıp, kimi zaman bunlar için fetva, kimi zaman dini metin yazarak, dini güç sahipleri için konuşturup ona göre mevzi alarak dinlerini öldürdüler. Zira böylesi bir yerde bağlılığın kaynağı Tanrı değil bahsettiğimiz aktörler olur. Ona göre söylem şekillenir, ona göre dini konuşturur ya da sustururlar. 

Din adına ortaya çıkan parti, cemaat ya da gruplar yapar bunu. Failler bunlardır; bir din bağlısı için en az din kadar örgütlü yapılar da önemlidir. Nitekim bunlar din için bir katil ya da yoldaş olabilir. Onu izlediği çizgi, oturduğu sofra, fotoğraf karesine girdiği kadraj belirler. İspat oradadır, netice de.

Dine dair konuşmuşken Nisa 135’i anımsayalım isterseniz.  Şöyle der ayet: “Ey iman edenler! Kendinizin veya anne babanızın ve akrabanızın aleyhine bile olsa adaleti ayakta tutun, Allah için şahitlik eden kimseler olun. (İnsanlar) zengin olsunlar, yoksul olsunlar Allah onlara sizden daha yakındır. Öyleyse siz hislerinize uyup adaletten ayrılmayın.” 

Şimdi gerek ülkemiz ölçeğinde gerekse de dünyadaki güncel gelişmeleri hatırlayın ve Müslümanların bu ayetle dolayısıyla adaletle olan ilişkisini düşünün, dine olan bağlılıklarını gözden geçirin ve lütfen şu soruyu sorun: Ayet böylesine açık bir dille yazılmışken bu ilkeyi yok sayan Müslümanlar ne kadar Müslüman, onların inandığı din nasıl bir dindir? Ve elbet bu Müslümanlar başka dine inanıyorsa ayetin işaret ettiği İslam artık ölü değil midir? Lütfen sorun.