Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
48,1615
Dolar
Arrow
41,1780
İngiliz Sterlini
Arrow
55,6235
Altın
Arrow
4755,0000
BIST
Arrow
11.288

Ayakkabıları su alan bir ülke: Ahmet Uluçay

Ahmet Uluçay, 23 Aralık 2000 tarihli güncesine şöyle yazmıştı:

“Ayakkabılarım su alır diye, akşam yemekten sonra karda dışarı çıkmaya korktum. Doğru dürüst ayakkabım yok. 2,5 milyona aldığım Denizli işi bir çift ayakkabım var yalnızca.”

Bu satırları yazarken, üç yıl sonra gösterime girecek olan Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminin hazırlıkları içindeydi. O günlerde İstanbul’a gelip gidiyor, “ünlü” isimlerle tanışıyor, ödüller alıyor; Tepecik’teki evinde CNN Türk kendisiyle röportaj yapıyordu. Bütün bunlar olurken, akşam vakti karda dışarı çıkmaya korkacak kadar yoksuldu. Giyecek çizmeleri olmasa muhtemelen de çıkamayacaktı.

Ahmet Uluçay, 2 Aralık 1954’te Kütahya’nın Tavşanlı ilçesine bağlı Tepecik beldesinde dünyaya geldi. Aradan 54 yıl geçti; yine bir Aralık gününde hayata veda etti. Çocukluğundan beri sinemaya tutkuyla bağlıydı. Henüz 12 yaşındayken arkadaşı İsmail Mutlu ile bir film makinesi yapmaya giriştiler ve bunu başardılar. Tıpkı yıllar sonra çekeceği filmde olduğu gibi, bir ahırda köy halkına film gösterdiler. Ardından Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu’nu kurdular. Üç kişiydiler: Ahmet Uluçay, maden işçisi arkadaşı Şerif Akarsu ve kümes hayvancılığıyla uğraşan kadim dostu İsmail Mutlu.

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, gösterime girdiği andan itibaren izleyiciden tam not aldı. Büyük bir beğeniyle karşılandı. Şahsen benim de hayatımda izlediğim en iyi filmlerden biridir. Film, Türkiye’de ve yurt dışında yaklaşık kırk ödül kazandı. Böylesine büyük bir değerdi Ahmet Uluçay. Ne var ki, hayatından yokluk ve yoksulluk hiç eksik olmadı.

Bunu nereden mi biliyoruz? Sinema İçin Bunca Acıya Değer mi adlı güncesinde, yaşadıklarını gün gün kayda geçirmişti. Birazdan o notlardan bazılarını paylaşacağım. Ancak önce şunu söylemem gerekiyor: Ahmet Uluçay’ın yanından bile geçemeyecek isimler şan, şöhret ve para sahibi olurken; o, bir şekilde yalnız kaldı. Yoksulluk hayatından eksilmedi. Çünkü bu toplum, kıymetli olana, derinliğe ve birikime değil; bayağılığa, vasata ve ucuza teslim oldu. Ucuzu satın aldı. Belki de Uluçay pahalı geldi.

Bu, tek başına toplumsal bir analiz konusu olabilecek kadar derin bir mesele. Toplum ucuza yönelirken ve onu görünür kılarken, son kertede karşılaştığı siyasal, kültürel ve sosyolojik manzaranın farklı olması beklenemezdi. Türlü çiçeklerden oluşan bir bahçe görmek istiyorsanız, gücü bataklığa değil toprağa vermelisiniz.

Gelelim güncedeki notlara.

Uluçay, yoksulluk ve utanç ilişkisini şöyle anlatıyordu:

“Yoksulluk utanç da getirir. Hele bizim buralarda sosyal yarışı kaybettiğin an dışlanırsın. İnsanlar ahlaksızlığı bağışlayabiliyor ama acizliği asla. Çal, soy; yeter ki yoksul kalma. Yaşadığım yoksulluk utanç verici. Ayşe’den, çocuklardan ve bütün köyden utanıyorum. Bu yaşam katlanılır değil. Bu yaşam, insanı her aşamada rencide ediyor. Onca beceriksiz ve sümüklü insan, çoluk çocuğuyla hovardaca bir lüks içinde yaşıyor. Bu düzeni asla affetmeyeceğim.

Nuri Bilge (Ceylan) benim hep şikâyet ettiğimi söylüyor. Benim bir günlük yaşamımı öğleye kadar götürebilecek mi, bakalım?”

Burada kısa bir parantez açmak gerekiyor. 2026 yılında uygulanacak asgari ücret 28.075 TL olarak belirlendi. Büyük şehirlerde bu parayla ancak kira ödenebiliyor; o da her semtte değil. Geriye ne kalıyor: Gıda, giyim, sağlık, ısınma, ulaşım…Bunların hiçbiri karşılanamıyor.. Adı konulmamış bir ölüm ilanı gibi. Üstelik bu rakam, hâlihazırda açıklanan açlık sınırının da altında.

Ne diyordu Uluçay: “Bu yaşam katlanılır değil. Bu yaşam, insanı her aşamada rencide ediyor.”

Tam da öyle. Bu yaşam ve bu rakamlar; onurlu, haysiyetli ve adil bir toplum yapısından çok uzak. Asgari ücret yalnızca bir sayı değildir; bir toplumun vicdanını, siyasetini, ekonomik düzenini, maskelerini ve çürümüşlüğünü de ele verir. Nereye gittiğimizi görmek istiyorsak, her yıl açıklanan asgari ücrete bakmamız yeterlidir.

Parantezi kapatıp devam edelim.

Dediğimiz gibi Ahmet Uluçay bu toplum için pahalıydı. Bu yüzden toplum ucuzluğu seçti. O da bunun farkındaydı ve bu yüzden dertliydi. Güncesinde şöyle diyordu:

“Adam gibi bir ülkede yaşamış olsaydım, şimdiye kadar her biri uluslararası ödüller almış en az beş filmim olurdu. Oysa hırsızlığın servet, namussuzluğun ödül, başarının ceza olduğu garip bir ülke burası.”

İnsan, en çok da yara aldığı yerin hakikatini bilir. Böyle anlarda kelimeler, insanın vücut bulmuş hâline dönüşür. Uluçay’ın sözlerindeki acı, isyan ve ağırlık işte buradan gelir. 2001 yılında güncesine düştüğü şu not da bunu açıkça gösteriyor:

“Tepeden tırnağa, doğudan batıya tımarhane gibi bir ülke… Ekonomik krizden önce bir haysiyet ve insanlık krizi yaşadığımızın kimse farkında değil. Utanıyorum.”

Bu sözleri başka türlü yorumlamak mümkün değil. Uluçay konuşmuyor; yaşadıklarından yola çıkarak haykırıyordu.

Kendi ifadeleriyle bu “hain ve kalleş yeryüzünde”, dertli ama tutkulu bir hayat yaşadı Ahmet Uluçay. Kamyon şoförlüğünden sinemanın dev basamaklarına gürültüsüz, sessiz adımlarla çıktı. Kısa filmlerinden yazılarına kadar, hayatın tam ortasından konuştu. Lafı eğip bükmeden; bir yere yaslanmadan, bir yere sırtını dayamadan, yalnızca hakikati söyledi.

İyi ki de söyledi.

Bundan on altı yıl önce, yine bir Aralık gününde hayata veda etti. Ardında büyük laflar, kalabalık cenazeler, şatafatlı törenler değil; bir avuç film, bir defter dolusu günce ve incinmiş bir vicdan bıraktı. Üniversite yıllarımdan beri filmlerini takip eden bir seyircisi olarak yılı onsuz uğurlamak istemedim. 

Çünkü bazı insanlar öldükten sonra daha çok konuşur; bazılarıysa yaşarken kimsenin duymadığı sözleriyle, öldükten sonra bile susmaz. Ahmet Uluçay ikincilerden.