Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
48,1615
Dolar
Arrow
41,1780
İngiliz Sterlini
Arrow
55,6235
Altın
Arrow
4755,0000
BIST
Arrow
11.288

Dünya bunalımda, insanlar reçeteye mahkûm

Johann Hari, Kaybolan Bağlar: Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler adlı kitabında, bugün ABD’de her beş yetişkinden birinin psikiyatrik sorunlar nedeniyle en az bir ilaç kullandığını söylüyor. Orta yaşlı kadınlar arasında bu oran daha da çarpıcı: Neredeyse her dört kadından biri antidepresan kullanıyor. Bu tablo yalnızca ABD’ye özgü değil. Örneğin Fransa’da her üç kişiden biri antidepresanlar gibi yasal psikotropik ilaçlara başvuruyor. Hari’nin aktardığına göre Avrupa’da antidepresan kullanım oranında Birleşik Krallık başı çekiyor.

Dahası var. Batı ülkelerinin su kaynaklarını inceleyen bilim insanları, yapılan testlerde düzenli olarak antidepresan kalıntılarına rastlıyor. Bu durum, söz konusu ilaçları kullanan ve vücutlarından atan insan sayısının ne denli fazla olduğunu gösteriyor. Öyle ki, içme sularından bu maddeleri tamamen süzmek neredeyse imkânsız hale gelmiş durumda. İnsanlık adeta antidepresanların içinde yüzüyor.

Ancak tablo yalnızca bu verilerle sınırlı değil.

Birleşmiş Milletler’in son yıllarda yayımladığı bir rapora göre, dünya genelinde yaklaşık bir milyar insan bir tür ruhsal bozuklukla yaşıyor. Daha da çarpıcı olanı ise her yedi gençten birinin bu gruba dâhil olması. Gençlerin içinde bulunduğu duruma ilişkin bir diğer önemli veri Dünya Sağlık Örgütü’nden geliyor. Buna göre ruhsal hastalık yaşayan insanların büyük bir bölümü yeterli tedavi desteğine ulaşamıyor.

Örneğin dünya genelinde psikoz hastalarının %71’i ruh sağlığı hizmeti alamıyor. Yüksek gelirli ülkelerde psikoz hastalarının yaklaşık %70’inin tedavi edildiği bildirilirken, düşük gelirli ülkelerde bu oran yalnızca %12’de kalıyor. Depresyon açısından tablo daha da karanlık: Yüksek gelirli ülkelerde bile depresyon hastalarının yalnızca üçte biri resmi ruh sağlığı hizmeti alabiliyor. Asgari düzeyde yeterli tedavi oranının ise yüksek gelirli ülkelerde %23’ün altında, alt-orta gelirli ülkelerde ise %3’e kadar düştüğü tahmin ediliyor.

Dünya sanki derin bir bunalım içinde dönüyor. İnsanlar ilaçlara tutunuyor, antidepresanlarla ayakta kalmaya çalışıyor; tutunamadıkları noktada ise yaşamlarına son veriyor. Resmî rakamlara göre dünyada her yıl 700 binden fazla insan intihar ediyor.

Antidepresanlardan söz etmişken Türkiye’ye dair veriler de dikkat çekici. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) verilerine göre, Türkiye’de 2008–2020 yıllarını kapsayan 12 yıllık dönemde kişi başına düşen antidepresan kullanım miktarı %76 arttı. Aynı verilere göre Türkiye, Avrupa’da antidepresan ilaçlara en çok harcama yapan ülkeler arasında dördüncü sırada yer alıyor.

Ipsos’un Ekim 2024’te yayımladığı Dünya Ruh Sağlığı Monitörü Araştırması da tabloyu teyit eder nitelikte. 2021 yılında toplumun %19’u ruh sağlığını ülkenin en önemli sağlık sorunu olarak görürken, bu oran 2024’te %30’a yükselmiş durumda.

Belki de fırtına öncesi sessizlik çoktan aşıldı. Artık her üç kişiden biri yaklaşan fırtınanın işaretlerini veriyor. Ruh sağlığını; yani aklımızı, duygularımızı ve davranışlarımızı öne çıkarıyor, bu alanlardaki derin yaralardan söz ediyor.

Antidepresan kullanımındaki artışa ilişkin değerlendirmelerde bulunan İstinye Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ebru Şalcıoğlu, bu durumu şu sözlerle özetliyor:

“Antidepresan kullanımındaki bu sıçrama, toplumun kolektif olarak yaşadığı zorlanmayı yansıtıyor.”

Şalcıoğlu’na göre pandemi sonrası dönemde ekonomik kriz, işsizlik, belirsizlik, göç ve doğal afetler gibi toplumsal koşullar; özellikle Türkiye’de kaygı, umutsuzluk ve depresyon gibi ruhsal sorunları daha görünür kıldı. Bu ortamda antidepresan kullanımındaki artış, bir yönüyle ruh sağlığına dair farkındalığın yükselmesi, damgalayıcı tutumların zayıflaması ve bireylerin yardım arayışına daha açık hale gelmesiyle ilişkili olabilir. Ancak madalyonun öteki yüzünde sistemsel sınırlılıklar bulunuyor. Süresi kısıtlı poliklinik muayenelerinde ilaç yazmak, çoğu zaman en hızlı müdahale biçimi haline geliyor. Birçok kişi terapiye değil, yalnızca reçeteye ulaşabiliyor.

Kaygı, umutsuzluk ve depresyon… Bu üç kelime bile insanın dünyasına girdiğinde, yaşamında kalıcı bir yer edindiğinde, son derece yakıcı sonuçlar doğurabiliyor. Bu sonuçlardan birine geçtiğimiz aylarda CHP Genel Başkan Yardımcısı Gamze Taşçıer dikkat çekmişti. Taşçıer’in paylaştığı verilere göre 2021–2024 yılları arasında 1301 kişi geçim sıkıntısı nedeniyle yaşamına son verdi. Zaman aralığı genişletildiğinde bu sayı çok daha ürkütücü boyutlara ulaşıyor. Nitekim 2023 yılında geçinemediği için intihar edenlerin sayısı 275 iken, bu rakam 2024’te 402’ye yükseldi. Yalnızca bir yılda %46’lık bir artış söz konusu.

Bir an için şu isimleri hatırlayalım: Çocuğunun eline ısınması için saç kurutma makinesi verip yan odada yaşamına son veren Emine Akçay’ı; belediye önünde kendini ateşe veren Nuh Mercimek’i; valilik binası önünde kendini yakan Adem Yarıcı’yı… Ardından Yavuz Polat, Mesut Babat, Tugay Adak, Samet Özer, Ünal Çetinkaya ve daha nicelerini. Tüm bu isimlerin ortak noktası, içinde yaşadıkları yokluk ve yoksulluk düzeni.

“Yokluk ve yoksulluk düzeni” diyorum; çünkü TÜRK-İŞ’in son açıklamasına göre dört kişilik bir ailenin yalnızca gıda harcaması aylık 28.412 TL’ye ulaşmış durumda. Yoksulluk sınırı ise 92.547 TL. Bekâr bir çalışanın aylık yaşam maliyeti 36.984 TL olarak hesaplanıyor. Buna karşılık asgari ücret 22 bin TL, emekli maaşı yaklaşık 15 bin TL düzeyinde. Milyonlarca kamu emekçisi ise yoksulluk sınırının altında bir gelirle yaşamaya çalışıyor.

Bu tablo, tam anlamıyla bir yokluk ve yoksulluk düzenine işaret ediyor.

Peki, bu düzen bize ne söylüyor?

En temel ihtiyaçlar bile karşılanamıyor. Kiralar ödenemiyor, faturalar aksıyor, pazara ya da markete çıkmak giderek zorlaşıyor. İnsanlar günü kurtarmakta dahi güçlük çekiyor. Tencereler kaynamıyor, umutlar sönüyor, gelecek belirsizleşiyor; umut yerini kaygı ve strese bırakıyor.

Böyle bir ortamda kimsenin kendini iyi hissetmesi, mutlu olması ya da geleceğe güvenle bakması mümkün değil. İnsan, ilişkisel bir varlık; içinde bulunduğu her toplumsal koşul onu doğrudan etkiliyor. Bunun sonuçlarını da yaşamın her alanında görüyoruz.

Peki, ne olacak? Ruh halimiz nasıl düzelecek? Ülke nereye gidiyor, dünya nasıl bir sınavdan geçiyor?

Bu soruların yanıtlarını aramak için Halk İçin Psikoterapi Derneği öncülerinden, psikiyatrist ve yazar Cemal Dindar ile konuştuk. Dindar, ülkenin ruh sağlığından küresel gidişata kadar pek çok konuda çarpıcı değerlendirmelerde bulundu.

Aydın Tonga: Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) verilerine göre Türkiye’de 2008-2020 yıllarını kapsayan son 12 yılda kişi başına antideprasan kullanım miktarı yüzde 76 arttı. Konu ile düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? Söz konusu artışın sebepleri ne olabilir?

Cemal Dindar: Bir önceki sağlık bakanı Fahrettin Koca açıkça demişti, Türkiye’de antidepresan kullanımı bir halk sağlığı sorunu haline geldi, diye. Sadece ülkemizde değil dünyada bu alan ilaç şirketlerinin belirleyici özne olduğu, bilimsel yöntemlerle değil de sermaye saldırganlığı ile biçimlenen bir alan… Bakırköy’de uzun yıllar klinik şefliği yapan Ali Babaoğlu söylemişti; “bizler (psikiyatristler) ilaç şirketlerinin ileri karakollarıyız.”

Aydın Tonga: Ipsos’un Ekim 2024’te yayımladığı Dünya Ruh Sağlığı Monitörü Araştırması da bu noktada çarpıcı bulgular ortaya koyuyor. Buna göre 2021’de toplumun %19’u ruh sağlığını ülkenin en önemli sağlık sorunu olarak görürken, bu oran 2024’te %30’a yükseldi.  Bu veri ile ilgili değerlendirmeniz ne olur?

Cemal Dindar: Toplumsal sistem ve yarattığı koşulların belirleyici biçimde ruhsal zorlanmalar yarattığının kanıtı bu ve benzeri veriler. Oysa anayol psikiyatri-psikoloji bu gerçeğe tam anlamıyla aymazdır. Dünyada en yüzeyde olan gerçek uzman gruplarınca görülmez kabul ediliyor; neoliberalizmin çöküşü dünya nüfusunun büyük çoğunluğu için katlanılması güç ruhsal sorunlar yaratıyor, insanlığı hastalandırıyor. 

Aydın Tonga: İşsizlik, yoksulluk, umutsuzluk gibi toplumsal sorunlarla, depresyon vb ruh hastalıkları arasında bir ilişki görüyor musunuz?

Cemal Dindar: Dolaysızca vardır. Psikiyatri ve onun Amerikancı tasnifi DSM sistemi bunları ikiyüzlü biçimde ‘uyum bozuklukları’ diye sınıflar.  İşin içine kuşaklararası ilişkileri, yeni kuşağın gelişim koşullarını katarsanız sorun bir uyum meselesi olmaktan epey uzaklaşır.

Aydın Tonga: Yoğun çalışma koşulları, kentleşme, eski geleneksel toplumsal ilişkilerin terk edilmesi vb koşullar insanların ruh sağlığı üzerinde nasıl bir etki yaratır?

Cemal Dindar: Kurumların yetersizliği, sosyokültürel destek düzeneklerinin dağılması, ne geniş ne çekirdek aile olamayıp bir tür geçiş haline kapanma… Ruhsal zorlukları üreten, biçimini bozan, çözüm olanaklarını kısıtlayan bir toplumsal - kültürel çerçeve yaratıyor. Ruhsal zorlanmaların anlamı, değeri değişiyor her şeyden önce…

Aydın Tonga: Mevcut ekonomik, siyasal ve kültürel yapı küresel düzeyde nasıl bir gelecek vadediyor? Geleceğin ruh halini nasıl görüyorsunuz?

Cemal Dindar: Dünyada bir geçiş dönemindeyiz belli ki… Gelecek de elbette verili değil, bunu insanlık yaratacak. Günümüzde insanlığın yaratıcı damarı epey hadım edilmiş görünüyor. Fakat tarihte daha zor dönemler de olmuştu… Umarız yaşayıp göreceğiz. Günümüzün sadece ruhsallıkta değil, insanın toplumsallığı, hatta bedeni ile ilişkisinde de bir kriz ortamı olduğu aşikar. Bir uygarlık krizi belli ki…

Aydın Tonga: Türkiye’deki psikolojik sağlık hizmetlerini yeterli görüyor musunuz? Konu ile öneri ve yaklaşımınız öğrenebilir miyiz?

Cemal Dindar: Yeterli olup olmamasından daha önemlisi toplumsal ihtiyaçlara uygun olmayan bir ruh sağlığı sistemi var. Bu alanda psikiyatri hegemonyası en büyük sorunlardan biri. Klinikçilik, barındırdığı tıbbi katılıkla ayrıca sorunlu… Biz Halk İçin Psikoterapi Derneği olarak psikodiyalektik anlayış doğrultusunda yeni bir paradigma öneriyoruz. Özellikle birey-grup karşıtlığını bağlayan uygulamaların daha etkin olduğunu görüyoruz. Ruh sağlığı alanında çok değerli bir bilgi birikmiş durumda… Bunu halk için yeniden yorumlayıp praksisini oluşturma uğraşısı içindeyiz.”

Sonuç olarak ne yapmalı, nereye bakmalı ve bu doğrultuda “insana” nasıl yaklaşmalıyız? Halk İçin Psikoterapi Derneği “manifestosunda” yer alan şu satırlar bu noktada bize yol gösterici olabilir. O satırları aktararak sözlerimi burada noktalamak istiyorum. 

Bakın ne söylüyor o satırlar: 

“İnsan olmanın belirleyici niteliğinin toplumsallık olduğunu, her birimizin doğanın içindeki acizliğimizi toplumsallığımızla aştığımızı, hatta insan ruhsallığının bireyde yoğunlaşmış toplumsallık olduğu hakikatini daha sık söylemeli, bunun böyle olduğunu gizleyen ve kendi sorumluluğunu büyük insanlığın acılarından aklamaya çalışan eşitsizlikçi toplumsal sistemlere karşı gruptaki bireyi ve bireydeki grubu, ruhsallıklarında savunmalıyız.”