Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
42,9873
Dolar
Arrow
38,7724
İngiliz Sterlini
Arrow
51,1375
Altın
Arrow
4033,0000
BIST
Arrow
9.725

Kadın cinayetleri ve toplumsal yapı

“Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu”na göre Türkiye’de geçen yıl 394 kadın öldürülmüş. Cinayet mahallinde bulunan 166 kişi maalesef kadınların kocalarıymış. Oldukça korkutucu bir veri bu: Katilinizle birlikte yaşamak. 

Rakamlara göre her gün bir kadın öldürülüyor bu topraklarda, şiddete maruz kalıyor. Öte yandan dünyadaki durum da pek iç açıcı değil. Kadına yönelik baskının, şiddetin ve hatta cinayetlerin arkasına yatan yapısal sebepler var mı peki? Yazının kaleme alınma nedeni de esasta bu sorunun varlığı. Bakalım bu hususta karşımıza neler çıkacak?

Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımla konuşurken, konu kadın cinayetlerine geldi. Arkadaşım, erkeklerin bu konudaki duyarsızlığından, sessizliğinden haklı olarak yakındı. “Erkekler de kadınlar kadar seslerini yükseltseler o zaman cinayetleri daha anlamlı ve umut verici bir zeminde konuşabiliriz” mealinde sözler söyledi. Bir konuya dahil olma halimiz ve özne olarak o konuyla kurduğumuz ilişki biçimi önemli, ses verdiğiniz zemin en az sesin kendisi kadar anlamlı olabiliyor çünkü. Umarım bu konudaki sesler de günden güne büyüyerek toplumsal bir yarayı iyileştiremeye yönelik bir noktaya ulaşır.

Yukarıda kadın cinayetlerinin arkasında yatan toplumsal sebepleri sorgulamaya çalışacağımız ifade etmiştik. 

Başlayalım o halde.

OECD 2019 verilerine göre dünyada kadına şiddetin en yüksek olduğu ülke yüzde 85 ile Pakistan. Bu sıralamayı yüzde 78 ile Senagal ve devamında yüzde 67 Yemen ve yüzde 61 ile Afganistan izliyor. Bu ülkelerin ortak özellikleri ve sahip olduğu yapısal kabuller kadın cinayetleri hakkında bir fikir verebilir mi, düşünmek gerek. Muhakkak her bir ülke kendi içinde ayrıca ele alınmalı fakat bu topraklarla ilgili gördüğümüz ilk benzer durumlar ekonomik ve sosyal yapılarında ortaya çıkıyor: Bu ülkeler genel olarak yoksul ve Müslüman. O halde yoksulluğun ve dini geleneğin şiddet ile yaşattığı bağı bütün boyutlarıyla ve derin biçimde sorgulamak gerek. Bu arada yoksulluğa geniş bir yerden bakıyorum ben; yoksulluk aynı zamanda yoksunluğu da beraberinde getirebiliyor. Yoksulluk ve yoksunluk bir araya gelince sonuçları tahmin etmek kolay olmuyor.

 Bu veriye benzer bir istatistik de Küresel Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği verilerinde ortaya çıkıyor. Orada da saydığımız ülkeler sonlarda yer bulabiliyor kendine. Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği özetle haklara, kaynaklara, fırsatlara erişimi sorguluyor. Sonuç olarak kadınlar bu istatistiki verilerde erkeklere göre ne kadar geri bir noktadaysa, o ülkede Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği de öyle bir kötü bir sonuç yaratıyor. Ülkemizin durumu da bu anlamda vahim; Dünya Ekonomik Forumu 2024 Raporu’na göre Küresel Cinsiyet Eşitliği Uçurumu Raporu’na göre 146 ülke arasında 127. sıradayız.

Bu veri bizim için oldukça çarpıcı. 

Çünkü bu veriyle ülkemizde neredeyse her gün bir kadının öldürülmesini toplumsal, siyasal, kültürel değerler açısından daha gerçekçi bir zeminden sorgularız. Şöyle ki, konu burada bireysel alanın dışına taşarak, toplumsal yapıya dair tartışma alanı açıyor. Veriler ve şiddet ortamı birbirini tamamlıyorsa o halde ilişkisel ve yapısal bir analiz üzerinden meseleye dahil olmamız gerekir. O halde günlük konuşmalardan, makalelere ve yaşamın her alanında yürüyen bütün üretimlere dair durduğumuz taraf toplumsal varlık zemini olmalı. Hangi toplumsal yapı içerisinde bulunuyor, hangi toplumsal koşulların ürünü ve yansıması olarak var olmaya çalışıyoruz? Tartışmalara kılavuzluk edecek ışığın buralardan yansıyacağını düşünüyorum.

Nazım Usta bir şiirinde kadınlarla ilgili bu gerçekliği çok anlamlı biçimde dile getirir ve şöyle der: 

“Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen.

Ve soframızdaki yeri,

Öküzümüzden sonra gelen...”

Sofrada, söz de, siyasette, kürsüde, evde, iş yerinde kendine yer bulamayan, yersizleşen, akabinde değer görmeyen, değersizleşen bir kimlik olarak kadının şiddet ile karşı karşıya gelmesi bir tesadüf değil tüm bu süreçlerin bir sonucudur. Birbirini tamamlayan, gelenekten, toplumsal kabullerden, inanç ve kültür ablukasından güç alan sosyal olgular toplumsal yaşamı belirler hale gelir. Nihai olarak toplumsal yapı kimin lehine kurulduysa güç ve egemenlik dinamiğini o ele geçirir. Güç ne kadar zehirliyse yaşanan şiddet pratiği de o kadar büyük ve ne acı ki o kadar kanıksanır hale gelir. 

Bu arada yazımızın başında da dile getirdiğimiz üzere dünyanın hali de bu anlamda iyi değil. Bir çalışmaya göre Amerika’da kadına yönelik şiddet yüzde 36, Avrupa ülkelerinde ise yüzde 20 ila 30 aralığında. Bununla birlikte kadına yönelik şiddetin tek haneye düştüğü Kanada ve Şili gibi ülkeler burada bize başka bir yaşamın pratiğini gösteriyor, umut vadediyor. 

Toplumsal bir konuyu ele alırken elbette çok yönlü ve çok boyutlu bir yaklaşım üzerinden meseleyi anlamak ve gelinen aşamada çözümü de bu gerçeklik üzerinden inşa etmemiz gerekir.  Bu yanıyla kadın cinayetlerine neden olan her bir olgunun açığa çıkarılması ve görünür kılınması önemlidir. Fakat bütün bunların ötesinde gördüğümüz şu ki, kadınlara yönelik tarihsel yüklerin etkisi altında bir miras devraldık ve o miras henüz tüketilmedi. O halde yüzleşmemiz gereken başat olgu, geçmişin bağrında taşıdığı o zehrin yükünde saklıdır.