Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
37,3825
Dolar
Arrow
36,0438
İngiliz Sterlini
Arrow
44,8984
Altın
Arrow
3357,0000
BIST
Arrow
9.779

Maraş katliamının arkasındaki o ses

2019 yılının Nisan Ayı idi. Alevi kimliği ile kimi zaman örtük biçimde hedef gösterilen Kemal Kılıçdaroğlu sözleşmeli er Yener Kırıkçı'nın cenaze törenine katılmak üzere Ankara Çubuk’a gelmişti. O gün neredeyse kendi de öldürülecekti; üzerine taşlar atıldı, yanına kadar gelen birisi yüzüne yumruk attı, en sonunda bir eve sığınmak zorunda kaldı. Lakin sığındığı evi de “yakmak” istediler. Hepimiz duyduk o sesi: “yakın o evi” diye bağırıyordu.

Ses oldukça ürkütücüydü. Daha korkunç olansa o sesin memleket topraklarına yabancı olmamasıydı. Alevilere dönük bir hasımlık vardı, yer yer düşmanca bir söyleme dönüşüyordu bu söylem ve hatta katliama.

2 Temmuz’da Sivas’ta göğe yükselen dumanlar bu katliamın örneklerinden biriydi. Pir Sultan’ı anmak için Sivas’ta bulunan insanlar sığındıkları otelde diri diri yakılmak istendi. Şairleri ve yazarları ile onlarca can katledildi. O gün otel önünde şöyle konuşmuştu Yaşar Kemal: “İnsanlığın yüzüne çıkıp bugün ne söyleceğiz? Utançtan başka neyimiz kaldı elimizde?” Utanmak bile bir erdemdi, çünkü utanmayanlarla doluydu memleket. Zira o gün otel önünde toplanıp oteli ateşe verenleri ve bu katliamı neredeyse keyifle seyredenleri savunan avukatlar mahkemede“ otel önünde toplananların yakmak gibi bir niyeti yoktu” diye konuştular Oysa görüntüler vardı her şeyden önce. Ve o görüntülerde otel yanarken birileri “çok iyi görünüyor buradan, harika oldu” diyordu. Bir diğer ses şöyle kana buluyordu sözlerini: “cehennem ateşi, kafirlerin yanacağı ateş.” Saatlerce devam etti bu sesler, sanki Sivas’ın ve devletin eli kolu bağlanmış yangını hep birlikte izliyorlardı.

12 Eylül darbesine daha iki yıl vardı. Aylardan Aralık’tı. 19 Aralık. O gün akşam Kahramanmaraş’taki Çiçek Sinemasına bir ses bombası atıldı. Akabinde bir gurup “Kanımız aksa da zafer İslâmın” ve “Müslüman Türkiye” sloganlarıyla CHP binasına saldırdı. Ertesi gün Alevilerin devamlı gittiği bir kıraathane bombalandı. 21 Aralık’ta iki TÖB-DER üyesi öğretmen öldürüldü. 22 Aralık’ta, bu iki öğretmenin cenazesini taşıyanlara “komünistlerin, Alevilerin cenaze namazı kılınmaz” diye tahrik edilen kalabalık saldırdı. Saatler korku ve dehşeti gösteriyordu Kahramanmaraş’ta. Dakikalar geçtikçe bu dehşet daha da büyüyecekti. Ve işte o dakikalarda yine bir ses yükseldi. Bağlarbaşı camii imamı Mustafa Yıldız’ın sesiydi bu. Şöyle diyordu:

“Bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır; bütün din kardeşlerimiz komünistlere, dinsizlere karşı ayaklanmalıdır, çevremizdeki Alevileri ve CHP’li Sünni imansızları temizleyeceğiz.” Öyle de oldu, imamın dediği gibi yaptılar. Bir anda Alevilerin ve solcuların ikamet ettiği mahalleler adeta kuşatıldı. Yüzlerce ev ve işyeri kundaklandı. Dört bir yan ölüm kokuyordu. Dönemin sağlık bakanı Mete Tan sonrasında şöyle diyecekti: "Hastaneye getirilen ölülerden elli ikisini inceledim. Bunlardan üç tanesi sopayla öldürülmüş, diğer ölüler mermilerle... Boğularak öldürülenlerin olduğunu söylediler. Yetmişlik yaşlıları, üç yaşında bebekleri vurmuşlardı. Bir cehennem âleminden geldim." Tam bir hafta sürdü bu cehennem. Ve yine sanki elikolu bağlanmıştı memleketin. 

Aktardığım üzere 78’in Aralık ayında yaşanmıştı bunlar, sanki aynı yılın Eylül ayında Sivas’ın Alibaba mahallesinde benzer olaylar yaşanmamış gibi. Orada da ‘Komünistler, Kızılbaşlar kardeşlerimizi öldürdü’, ‘Müslüman yok mu?’, ‘Allah’ını seven bizimle gelsin!’, ‘Kanımız aksa da zafer İslam’ın’ sesleri yükselmiş ve sonrasında da 9 kişi öldürülüp, yüzlerce kişi yaralanmıştı. Çorum’da darbenin hemen öncesinde Mayıs-Temmuz ayları arasında yaşanan olaylarda da benzer sesler yükselmiş ve orada da onlarca kişi öldürülmüştü. 

Fotoğrafın bütününe baktığımızda münferit bir durumla karşı karşıya olmadığımızı söyleyebiliriz. Zira yaşanan katliamların arkasında Alevilere dönük hep bir nefret söylemi bulunmaktadır. Yani namlular hedefini önceden belirlemiş, kurşunlar da namluya sürülmüş sadece uygun zaman beklenmiştir sanki. Maalesef durum böyledir.

Bu yanıyla özellikle selefi/cihatçı yapıların Aleviliği bir nefret söylemiyle zihinlerine kodladıklarını, bu merkezin çeperinde yer alan yapıların da bundan etkilendiklerini ifade edebiliriz. Hiç şüphesiz bu durumun tarihsel bir arka planı ve geçmişi de var. Özellikle Yavuz Sultan Selim döneminde Safevilerle yapılan savaş ve akabinde gelişen süreçler Alevileri, dönemin ifadesiyle kızılbaşları ayrıca hedef haline getirmiş ve bu inanç sahiplerinin sapkın olduğu fetvalara yansımış ve dahi öldürülmelerinin caiz olduğu söylenmiştir. Ebu Suud, İbn Kemal ve Müftü Hamza gibi isimlerin bu yönde kaleme aldıkları fetvalar kayıtlara çoktan geçmiş ve bu kayıtlarda açıkça Kızılbaş ifadesi kullanılarak öldürülmelerinden bahsedilmiştir. Dolayısıyla o günden bugüne miras kalan bir toplumsal bellek ve iz vardır. Sosyolojik olarak baktığımızda da Aleviliğin bir kimlik olarak toplum içinde adeta gizlenmesi, daha düne kadar insanların “Aleviyim” demekten çekinmesi bile bu durumun göstergesi olarak okunabilir. Unutmayalım bugün geldiğimiz noktada bile Cemevleri ibadethane olarak kabul görmüyor.. 

Yine bir internet sitesinde “Şeyhülislam Ebu Suud Efendi, Alevilerin katline neden fetva verdi” sorusuna şöyle yanıt verilebiliyor: 

“Alevilerin/Kızılbaşların zahiren kitap ve sünnete ters düşen bazı söz ve davranışlarından ötürü, Ebusuud’un onlara karşı bakışı negatiftir. Bu bakış açısı yalnız Kızılbaşlara karşı özel bir husumetten ziyade, kendisinin sıkı sıkıya bağlı olduğu ve kendi anlayışına göre, İslami hükümlere ters düştüğünü düşündüğünden kaynaklanmıştır.”

Burada kısa iki hatırlatmayla “İslam hukukuna” sıkı sıkıya bağlı olduğu vurgulanan Ebusuud’u anımsamak ve onun zihnindeki dünyayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Buna göre Yunus’un yazdığı bir şiir nedeniyle onun küfre düştüğünü söyleyen meşhur Şeyhülislam,  “Hallac-ı Mansur’un davası doğrudur diyene Hallac’a yapılan yapılır” fetvasının da sahibidir. Peki ne yapılmıştır Hallac’a? Önce kırbaçlanır, sonrasında burnu, kolları ve ayakları kesilir. Tabiri caizse lime lime edilir bedeni. Nihai olarak başı kesilir ve Dicle nehri üzerindeki köprüye dikilir. Gövdesi ise yakılır, külleri nehrin sularına savrulur. Ebussud bir yanıyla budur işte.. 

Maraş’a geri dönersek 1978 yılının kanlı Aralık günlerinin aralanması elbette pek çok etkeni birlikte okumakla mümkün olacaktır. Bu yanıyla anılan şehirde solcu ve Alevilere yönelik bu toplu kıyım komplike bir saldırının sonrasında tezahür etmiştir. Bir yazının sınırlarını aşacak biçimde başlı başına bir kitap konusudur bu durum. 

Maraş katliamı 46 yıl önce bugünlerde gerçekleşti. Ben  Alevilere yönelik algının bu kıyımları gerçekleştirmede önemli bir etken oluşturduğunu düşünüyorum. Zira Osmanlıdan bu yana fetvalarla, fermanlarla, kapalı kapılar arkasındaki toplantılarla zehirlenen çocuklar büyüdüğünde, yeri vakti geldiğinde o zehrin de etkisiyle sanatçısını, yazarını ve hatta komşusunu dahi yakmak istemiş ve nihayetinde katletmiştir.

Malatya’dan Çorum’a, Maraş’tan, Sivas’a düşman gördüğünü bir anda kafir, komünist, kızılbaş söylemleriyle yanındakine fısıldayan sonrada bunu toplu bir linçe dönüştüren bir sesten bahsediyorum. Maraş Katliamının Arkasında yatan seslerden biri de budur işte.