Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,3818
Dolar
Arrow
34,6450
İngiliz Sterlini
Arrow
43,5963
Altın
Arrow
2931,0000
BIST
Arrow
9.636

Ölümü paraya bağlamak

Takvim yaprakları 1867 yılını gösterirken Karl Maks, Kapital’in birinci cildine şu satırları yazmıştı: “Şimdi iki çeşit işçi çalıştırılıyor, birisi yetişkin makine işçileri, diğeri çoğu 11 ile 17 yaşlarında, tek işleri makineye kâğıt yaymak ya da basılı kâğıtları ortadan çekmek olan çocuklar. Bunlar, bu yorucu ve usandırıcı işi, özellikle Londra’da, haftanın birkaç gününde aralıksız 14, 15, 16 saat yaparlar ve sık sık da, sadece iki saatlik yemek ve uyku paydosu verilerek 36 saat çalışırlar.”

Geçtiğimiz günlerde İzmir'in Selçuk ilçesinde elektrikli sobanın devrilmesi sonucu çıkan yangında, en küçüğü 1, en büyüğü ise 5 yaşında olan beş çocuk yaşamını kaybettiğinde AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin gelen eleştiriler üzerine “her şeyi paraya bağlamayın” minvalinde sözler sarf etmişti.  

Hakikaten öyle miyidi peki? 

Ülke gerçeği bize bu noktada neler söylüyordu?

Çocukların babası hapisteydi, annesi çalışmaya gitmişti. Yoksulluk had safhadaydı. Ev demeye dilim varmayan o harabeye yetklililer gelmişti önceleri, “bu çağda böyle harabede yaşayan insanlar mı var hala” demişler miydi bilmiyorum? Bildiğim bu çağda bir yanda saraylar, plazalar, kuleler yükselirken, bir gecede bir aylık yemek harcamaları bir masaya bırakılırken, öte yandan insanlar kelimenin tam anlamıyla gıda yokluğu çekiyor, kiralarını dahi ödeyemiyor, geçelim kültürel ihtiyaçlarını asgari ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük çekiyordu. 

Şairin dediği gibi “uzay çağındaydı bir yanımız ve bir yanımız, ham çarık kıl çoraptaydı.” Yalnız devrin değil tüm dönemlerin de en temel çatışma alanlarından biri sınıfsal uçurumlardı; Özlem Hanım’ın adını anmak istemediği para sorunuydu. Üstelik bu rakamlarla, bolca örnekle karşımızdaydı. 

Gidilemeyen hastaneler, çıkılamayan çarşılar, alınamayan kıyafetler, ödenemeyen borçlar hep yoksulluğa, hep parasızlığa çıkıyordu. Evet mesele yalnız ülkemize mahsus değildi, egemen kapitalist düzenin kendisi eşitsizlik üzerine kuruluydu lakin bu gerçeği örtbas etmek de en hafif tabirle ayıptı. Bırakın herşeyi araç konvoylarının alıp başını gittiği yerde insanları harabalere mahkum etmek, ayıptır, yazıktır, günahtır.

DİSK 2024 Yoksulluk Araştırması ile devam edelim isterseniz.

Dört kişilik bir aile için açlık sınırı 20 bin TL’ye, yoksulluk sınırı 70 bin Tl’ye yaklaşmıştı. Tek başına yaşayan bir kişi için bile yoksulluk sınırı 33 bin lira sınırına yaklaşmıştı. Böyle bir ülkede ölümler dahil, psikolojik sorunlar dahil, şiddet ve kriminal olaylar dahil pek çok şeyi neye bağlayacaktık? Mevsim koşullarına mı? 

Soyadı ile bağdaşmayan bir ülke gerçekliği vardı Özlem hanımın karşısında, kelimenin tam anlamıyla ülke açlık ve yoksulluk içindeydi. Öğretmenleri asgari ücretin altında kölelik koşullarında çalıştırılıyor, memleketin neredeyse yarısı asgari ücret civarında bir ücretle yaşamaya gayret ediyordu. Hatırlayalım, asgari ücret 17 bin lira. Mahkemeler kira dosyaları ile dolup taşıyor, çünkü çoğu bu ücretlerle kiralarını ödeyemiyor. Dolayısıyla yer yer kavga ve çatışmalara tanık oluyoruz. 

Ne yapalım Özlem hanım bu davaları da paraya bağlamayalım, günlük sorunlar mı diyelim mesela? Öte yandan bağlamak kolay değil tabi: Bağlayınca sorumluluk almak gerekiyor çünkü, sorumlu olanların da hesap vermesi gerekiyor. 

Hatırlayalım 2012 yılında Adana’da Emine Akçay,tavandanki salıncak demirine ip bağlayarak intihar etmişti. Onu, çocuğunun ağlama sesi üzerine yukarı çıkıp eve giren komşusu görmüştü. Söylenenlere göre aile büyük yoksulluk içinde yaşıyordu. İntihardan dört saat önce oduncuya giden Emine Akçay cebindeki son altı lirayla odun almak istemişti. Oduncu "Bacım bu paraya odun mu olur?" dese de Akçay’ın ısrarı üzerine oduncu para almadan 10 kilo odun vermişti kendisine. Sonra eve geldi Emine Akçay, yağmur nedeniyle odunları yakamadığı için, saç kurutma makinesini çalıştırıp oğlunun eline verdi, kendisi de diğer odaya gidip canına kıydı. 

Komşularına göre ailenin ekonomik durumu çok kötüydü. Emine Akçay’ın eşi Hüseyin Açay’un iş yeri bir yıl önce kapanmıştı. Emine hanım da tarım işçiliği yapıyordu ama o da hamilelik ve doğum nedeniyle bir süredir çalışamıyordu. Akabinde Hüseyin Akçay Osmaniye’nin Düziçi ilçesinde bir iş bulmuş ve oraya gitmişti, henüz iki ay olmuştu. Lakin biriken çok borç vardı, alacaklılar kapıdaydı, sekiz aydır kira ödenemiyordu. Bu arada eş Hüseyin Akçay’ın içinde bulunduğu başka problemler de yok değildi. Lakin bu yoksulluk gerçeğini ortadan kaldırmıyordu.

İşte tavanlara asılan o iplerin, yanan evlerdeki ölü bedenlerin böyle hikayeleri vardı. Yaşananalar gerçekti; görmek için bunları yaşamak gerekmiyordu sanırım. Evet paraya, sınıfa, kapitalizme, Zarifoğlu’nun deyişiyle “etimizle, kemiğimizle” nefret ettiğimiz bu çağa bağlıyorduk biz yaşananları.

Yoksulluğun getirdiği ölümler elbette münferit örneklerle de sınırlı değil. Bunu görmek için yarından tezi yok Kaymakamlıkların sosyal yardım birimlerine gidin, bakın bakalım öğleden sonraya sıra kalıyor mu? Belediyelerin ilgili birimlerine gidin; sadece AVM’lere değil şehrin çeperlerindeki yoksul hanelere gidin. 

Kapitalizm de zaten herkes yoksul olmuyor, lakin AVM’lerle, geleceği ipotek altına alınmış hanelerle, kredilerle, magazin ve futbol endüstrileriyle yoksulluğun üstünü örtüyor sistem. Mahareti açık, onu teslim edelim.

Dedim ya yoksullluğun yarattığı intiharlar münferit değil. Kaldı ki, yalnızca günü kurtarmak, nefes alıp vermek de yaşamak anlamına gelmiyor. Tabi insana layık gördüğünüz yaşamak düzeni bu değilse. Geçen sene CHP Sakarya Milletvekili Ayça Taşkent, açıkladı: AKP iktidarı boyunca, son 20 yılda geçim sıkıntısı nedeniyle 5 bin 712 kişi yaşamına son vermişti. Sahi Özlem hanım, hiç duymamış mıdır bu rakamları, olan biteni? 

Öyle bir hale geldi ki memleket; yoksulluk sınırının altında yaşayan milyonlarca insan yalnızca bir ev almak, yani barınma hakkına erişebilmek için ömrünü veriyor. Bir ömre bir ev; çoğu insan belki buna bile erişemeyecek. Bu adı konulmmaış ekonomik bir şiddettir. Öz yurdunda, sığınacak toprak bulamamaktır. Bu elbette Türkiye’ye mahsus bir durum değil ama Türkiye de bu gerçekliğin içinde. 

Uzaya araç görmekte zorlanmayan kapitalistler, gözlerinin önündeki milyarlarca yoksulu görmüyor. 

Görmek istemiyor. Sayın Özlem Zengin’e hatırlatmak isterim, şairin dediği gibi;

"Kapalı kaynar tencerem bilinmez,

Et mi pişer, dert mi pişer." 

Milyonlarca evde artık dert pişiyor, meselenin bağı da, düğümü de burada gizli.