Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
48,1615
Dolar
Arrow
41,1780
İngiliz Sterlini
Arrow
55,6235
Altın
Arrow
4755,0000
BIST
Arrow
11.288

Görülmek için yaşamak: Dijital gösteri, yorgun toplum ve anneliğin sunumu

Dijital medyada bir bebeğin cinsiyetinin açıklanması, bir düğün pastasının kesilmesi ya da bir doğum günü kutlaması, paylaşılan mutlu bir an olmaktan çıktı. Özel anlar ve paylaşımlar profesyonel kameralarla çekilen drone’larla havadan kaydedilen birer içerik üretim sürecine dönüştü. Bu haliyle dijital sahne, gösterişçi tüketim ve performatif kimlik sunumunun merkezi haline geldi. İletişim akademisyeni Alice Marwick’in “mikro-ünlülük”le tanımladığı olgu çoktan aşıldı. Herkes kendince küçük bir ünlü. Gösterişli anlar paylaşılarak aslında platform ekonomisine katkıda bulunuluyor. Etkileşimli verilerle duygularımızdan yeni bir pazar kuruluyor.

Geçen gün sosyal medyada bir videoya denk geldim. Bir sünnet düğünü. Ama “şov”un merkezinde sünnet çocuğu yok. Anne, sırtında dev kanatlı bir kostümle, pırıltılar içinde yürüyor; abla abartılı bir balo kıyafetiyle sahnede ve baba takım elbisesiyle bir figüran. Sahne diyorum çünkü, o bir tören, bir kutlama değil, performanstı. Sünnet düğününün ana karakteri olması gereken erkek çocuk kenarda, merkezde ise rol çalan bir anne. Anne sosyal medyada paylaşılan videoda çocuğu üzerinden kendi görünürlüğünü, kimliğini inşa ediyordu. Dijital medyada bu ve bunun gibi yüzlerce küçük sahne var.  Bu tarz videolar aslında toplumsal bir ayna,  artık her şeyin görülmek ve gösterilmek için yaşandığının kanıtı. Kültür eleştirmeni Byung-Chul Han’ın “performans öznesi” burada sunuma harcanan yüzbinlerce lira, binlerce beğeniyle ete kemiğe bürünüyor.

Sosyolog Thorstein Veblen, 1899’da gösterişçi tüketimi, zenginler ve onlara özenenlerin statü aracı olarak tanımlar. Bugün “gösterişçi tüketim” dijitalleşerek cep telefonuna girdi. Herkes kendi küçük lükslerini sosyal medyada sahneliyor. “Ben de varım” demek isteyenler süsleyerek vitrinledikleri hikayelerini dijital medyada gözümüze sokuyor. Bu bağlamda toplumsal yoksulluk ve yoksunlukları gizlemek için bireysel gösteriş bir kalkana dönüşmüş durumda. Gösteriş, kredi kartı borçlarının, taksitlerin ve diğer eksikliklerin üzerini kapatan parlak bir illüzyonla sunuluyor. Filtreler, yalnızca yüzleri değil, yorgun gerçeği de yumuşatıyor. Ama bu “var olma” arzusu aslında bir kamuflaj. Bu yeni gösteriş biçimi eksikliğini gizleme çabasını satıyor.

Erving Goffman,  sosyolojik bakış açısıyla gündelik yaşamın kimlik sunumunda  “ön sahne” ve “arka sahne” ayrımı yapar. Artık “ön sahne” akıştaki Instagram, X paylaşımları, “arka sahne” ise yorgun, borçlu, kaygılı gerçek insanlar. İnsanlar artık “olmak” yerine görünüyorlar. Kimse “arka sahne”nin geri planına dönüp bakmak istemiyor. Performans hiç bitmiyor. Sosyolojik düşünmeyi öneren Zygmunt Bauman’ın kavramı olan “akışkan modernite” tam da burada devreye giriyor. Hayatlar artık sabit değil, “akışkan.” Bağlar yüzeysel, kimlikler geçici. Dolayısıyla performans dijital çağda yaşamın her alanında gösteriliyor. Bir paylaşım siliniyor, yerine çok kısa sürede yenisi konuluyor. Ama bu akış, özgürlük değil; yorgunluk getiriyor. Çünkü her gün yeniden “kendini göstermek” zorundasın. Ve bu sürekli yeniden gösterim ve gösteriş hali, Han’ın sözünü ettiği “performans toplumunda” insanı içten içe tüketiyor. Fakat Han’ın unuttuğu bir şey var: Bu yorgunluk, eşit dağılmıyor. Birileri gösterişle performans yaparken, birileri o performansı mümkün kılıyor. Birileri “kendini gösterişçi tüketimle gerçekleştirirken” birileri o sahnenin arka planını yorgun emeğiyle hazırlıyor, üretiyor.

Performans toplumunda aslında bizi kim yoruyor?

Han’a göre modern insan, dış baskıların değil, kendi mükemmeliyet arzusunun kölesidir. Ama mükemmellik arzusu, ihtiyaç olmayan tüketimi güzelleyen ve onun üzerine kurulan ekonomik düzenin taleplerini yerine getirmekten geliyor. Han’ın felsefi bir yaklaşımla yumuşattığı  “yorgun özne” çoğunlukla iyi eğitimli, şehirli, özgür, beyaz yakalı işçi figürü. Derinden bakıldığında kendi performansına zincirlenmiş bir figür. Ama Türkiye’de yorgunluk çok daha somut. Gece vardiyasında çalışan işçinin, ayakta durmaktan bayılan kasiyerin, siparişe yetişmeye çalışan kuryenin, kira yetiştiremeyen memurun yorgunluğu mükemmel olma arzusundan kaynaklanmıyor. O yorgunluk, ne estetik ne de felsefi. Bu yüzden Han’ın kavramları, sınıfsal bağlamdan koparıldığında, liberal bir teselliye dönüşüyor: Herkes “Evet hepimiz çok yorulduk” diyor, ama kimse “bizi temelde kim yoruyor?” diye sormuyor. Kısacası yorgunluğun temeli psikolojik değil; toplumsal bir gerçekliğe ve maddi temellere dayanıyor. Dolayısıyla sünnet düğünündeki anne figürü de toplumsal çelişkilerin sembolü. Bir yandan sistemin dayattığı “iyi anne” imajını sahneliyor, diğer yandan kendi görünürlüğünü ve varlığını çocuğu üzerinden kuruyor. Annenin emeği, sevgisi, kimliği ise artık gösterişli bir performansa dönüşmüş durumda.

Gösterişin toplumsallığı bu çağda eşitsizliği estetik bir perdeyle gizliyor. Han, Goffman, Bauman, Veblen, Marwick hepsi bize bir şeyler anlatıyor. Yorgun toplumda kimi Veblen’in “gösterişçi tüketimi”yle, kimi Goffman’ın “kimlik sunumu”yla nefes alıyor. Bauman’ın “akışkan modernite”sinde yüzüyor; sürekli değişiyor, hiçbir yere tutunamıyor. Marwick’in “mikro-ünlülük” dünyasında herkes ünlü, ama kimse özgür değil. Ve yine Han’ın “performans toplumu”nda kendini göstermek için kendini tüketen, ama hala gülümsemek zorunda olan bir insanlık hali. Gösterişli yorgunluktaki asıl trajedi ise şu: Bu yorgunluk, herkes için aynı değil. Evet, hepimiz yorgunuz. Ama bu yorgunluk eşit değil. Anne, çocuğunun sünnetinde kanat takıyor; çünkü sistem, ona “sen değerini, varlığını çocuğun üzerinden göster” diyor. Ve kadın, sistemin diliyle parlıyor, kanatlanıyor. Oysa o gösterişli kanatlar, mutluluğa, refaha, dayanışmaya uçurmuyor.

Gösterişin bu kadar yaygınlaşması tam da eşitsizliğin bu kadar derinleştiği bir dönemde tesadüf olamaz. Gösteriş, yorgunluğun ve performansın estetize edilmeye çalışılan bir hali iken, kimlik algoritmaların ürettiği bir illüzyon haline gelmişken, biz dijital medyada bu yaldızlı yorgunluğun içinde ve görünmez emeğin üstünde geziniyoruz. Belki de artık paylaşmamak, görünmemek en güçlü performans. Çünkü bu çağda gerçek insan, ne parlayan ekranda, ne piyasada parlatılan yorgunluk ve performans felsefelerinde. Gerçek insan hala sessizce direnen o filtresiz yüzde. Yorgun ama sahici, toplumsal kaygıları olan tek başına kanatlanmanın insanlığa mutluluk getirmeyeceğini bilen “biz de varız” diyen insanlarda. Ve belki de dijital çağda ilk direniş, bu yanıltıcı dijital sahnede bireysel gösterişlerle parlamamak, performans yapmamak, algoritmik gösteriye katılmamaktır.