Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
37,9216
Dolar
Arrow
34,0763
İngiliz Sterlini
Arrow
45,0830
Altın
Arrow
2804,0000
BIST
Arrow
9.774

Unutulmuş bir Ortadoğu trajedisi

'Mesele, İsrail-Filistin olunca, hiçbir şey göründüğü şekliyle bir anlam ifade etmez”

Cumartesi günü sabaha karşı Hamas'ın İsrail'e yönelik başlattığı saldırıyla Ortadoğu bir kez daha kan gölüne döndü.

Hamas militanları Gazze'den sızmış, aralarında bir generalin de bulunduğu çok sayıda askeri esir almış, bir karakolu ele geçirmiş, drone saldırılarıyla İsrail'in ünlü Merkava tanklarını bile imha etmişlerdi!

Hedefleri arasında İsrailli siviller de vardı.

Saldırıya ilişkin görüntülerin sosyal medyaya düşmesiyle dünya adeta dehşet içinde kaldı.

Hamas'ın saldırısından 24 saat sonra çatışmalara Lübnan Hizbullahı da dahil oldu.

Ne yazık ki, çatışmaların bölgesel bir savaşa dönüşme ihtimali artıyor.

Ortadoğu'yla, İsrail-Filistin meselesiyle az çok ilgilenen kim varsa, bölgede ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor. 

Akıllardaki soru işaretleri ise giderek artıyor:

Dünyanın efsanevi istihbarat örgütü Mossad, böylesine kapsamlı bir saldırıyı nasıl olur da önceden haber alamadı,

Hamas'ın saldırısı, İsrail'in aşırı sağcı koalisyonunun lideri Netanyahu'nun ekmeğine yağ mı sürecek yoksa İsrail halkı bu saldırının faturasını kendisine çıkarıp Netanyahu'yu ilk seçimde alaşağı mı edecek,

Hamas'a desteğini açıklayan İran'ın amacı ne; ABD, İsrail'e yapılan saldırıyı gerekçe gösterip İran'ı mı hedef tahtasına oturtacak,

Kafkaslardaki gelişmelerle, Hamas'ın saldırısı arasında bir bağ var mı; bölgede stratejik olarak zemin kaybeden İran, Hamas üzerinden “şah” çekip, yeni bir oyun kurmaya mı çalışıyor,

Amaç, Arap ülkelerinin Hamas'ın arkasında hizalanmasını sağlayıp, İsrail'in Suudi Arabistan, BAE ve Mısır ile yakınlaşmasının önüne mi geçmek?

Dünden bu yana TV'lerdeki tartışma programlarında bu ve benzeri sorulara cevap aranıyor!

Benim aklıma ise BM'nin Lübnan'daki eski Sözcüsü Timur Göksel'in, yazının başlığındaki cümlesi geldi. 

Timur Göksel, Lübnan özelinde Ortadoğu ile ilgilenen gazeteciler açısından çok önemli bir isimdi. 

Lübnan'ın o akıllara seza karmaşık toplumsal ve siyasal yapısını, örgütleri en ince ayrıntısına kadar bilirdi. 

Bölge siyasetini, İsrail-Filistin meselesini, uluslararası aktörlerin tutum ve tavırlarını çok iyi analiz eder, olayların perde arkasına ilişkin son derece isabetli değerlendirmeler yapar, pek fazla kimsenin ulaşamayacağı mahrem bilgileri, kendisiyle konuşan gazetecilerle çekinmeden paylaşırdı.

Maalesef küresel salgında hayatını kaybetti.

Ben kendisini, 2006 yılında İsrail'in Lübnan'a düzenlediği ve Şii Hizbullah'ın 33 gün direnerek Vahabi el Kaide'nin bile takdirine mazhar olduğu Yaz Yağmurları operasyonunu izlemek için gittiğim Beyrut'ta tanımıştım.

Röportaj için masaya oturduğumuzda ilk cümlesi, “Mesele, İsrail-Filistin meselesi olunca, hemen hiçbir şey göründüğü şekliyle bir anlam ifade etmez” demişti.

Bana verdiği mesaj açıktı:

- Burada görev yaptığın süre içinde gördüklerini değil, gördüklerinin arkasında dönen dolapları anlamaya çalış. Yoksa, sen de buradaki güç odaklarının kendi çıkarı için kullandığı bir gazeteci olursun.

Bu cümle üzerine şu tespiti yapmak gerekiyor: Ortadoğu'da küresel egemenlerin farklı noktalarda uç veren, farklı çıkarlarına hizmet eden hesapları yatıyor.

Provokasyonlar, çoğu zaman meşru bir araç olarak değerlendiriliyor; insanlık adına utanç verici, kan ve gözyaşıyla harmanlanmış kara propaganda malzemeleri üreten eylemler “vakayı adiye” olarak görülüyor.

Böyle uzunca bir girizgahtan sonra bir gazetecilik anısıyla yukarıdaki cümleleri ete kemiğe büründürelim.

ABD, 2001 yılında Afganistan'ı, 2003 yılında Irak'ı işgal etmiş, Büyük Ortadoğu Projesi'yle bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek için elinden geleni ardına koymuyordu. 

Kimlik siyaseti ile bölge ülkelerinin siyasi yapılarındaki dinsel, mezhepsel ve etnik çizgiler kalınlaştırılıyor, bunun sonucu olarak da siyasal İslam giderek güç kazanıyordu. ABD'li stratejik oyun kurucuların siyasal İslam'ın, “Radikal İslam'ın panzehiri” olduğu gibi son derece mantık dışı bir yaklaşımı vardı!

Siyasal İslam'ın öncülüğünü ise İhvan-ı Müslimin yapıyordu.

Birkaç yıl sonra Arap Baharı, bölge ülkelerinde iktidar için İhvan-ı Müslimin'e büyük bir fırsat verecekti.

Sözün özü, bölge ülkeleri ABD politikalarının sonuçlarıyla giderek daha yüzleşiyordu.

Kaçınılmaz olarak bu rüzgâr Filistin'i de etkisi altına almıştı ve 2006 yılının yaz aylarında Filistin kaynamaya başlamıştı.

Seçimler yapılmış, El Fetih ve İhvancı Hamas, ortaklaşa hükümet kurmuş ancak aralarındaki siyasi çekişme Filistin'i tabiri caiz ise barut fıçısına çevirmişti.

İsrail'in ablukası ve baskısı, ekonomik zorluklar Gazze'deki Filistinlileri soluksuz bırakıyordu. Bu durum, Hamas'a olan desteği artırıyordu.

Hamas bir yandan hükümetteki gücünü korumak istiyor diğer yandan tabanını daha fazla tahkim ederek, Filistin'de tek söz sahibi olmayı amaçlıyordu.

Sonuçta, bir yıl önce varılan ateşkes anlaşmasına bağlı kalacağını açıkladı.

Türkiye'deki AKP iktidarının desteği de arkasındaydı.

Hamas uluslararası toplumda meşruiyet sağlayabilmek için İsrail'e karşı temkinli hareket ediyordu. 

Ancak, İzzeddin El Kassam Tugayları ve Halk Direniş Komitelerine bağlı militanlar rahat durmuyor, küçük küçük saldırılarla İsrail'i taciz ediyorlardı.

Yani bir anlamda İsrail'i Gazze'ye yönelik bir operasyon yapmasına meşru gerekçe hazırlıyorlardı.

Hamas zor durumda kaldı. Hükümetteydi ve sorumluluk taşıyordu.

Üstelik, İçişleri Bakanı da Hamaslıydı!

Bu provokasyonlarla amaçlanan ne olabilirdi?

İsrail'in vereceği tepki ile Filistin halkını daha da radikalleştirmek mi yoksa işin içine mesela Lübnan'ı da mı katmak istiyorlardı?

Birileri Filistinlilerin kanı üzerinden Lübnan siyasetini dizayn etmeye mi çalışıyordu?

İsrail'in can düşmanı İran ve İran'ın desteklediği Hizbullah bu planlamanın içinde yer alıyor muydu?

Hizbullah'ın meşru bir gerekçeyle İsrail'i vurarak zor duruma düşürmesi, Lübnan Hizbullahı'nı yani İran'ı ister istemez bölge siyasetinde ön plana çıkaracak ve önemli bir güç devşirmesine imkân sağlayacaktı.

Bu, İran'ın bölgedeki etkisini çok daha fazla artırması demekti.

Bu, İsrail için bir kabus senaryosuydu.

9 Haziran'da zar zor ayakta duran ateşkes sona erdi.

İsrail'in Gazze'de bir plaja saldırdı ve çok sayıda sivil Filistinli hayatını kaybetti. 16 aylık bitmişti. Çatışmalar hızlandı. 24 Haziran'da Mossad, Hamas üyesi olduğunu iddia ettikleri Usame ve Mustafa Muamar'ı Gazze şeridinde tutukladı.

25 Haziran'da ipler koptu.

Filistinli militanlar misilleme yaptı. Kerem Şalom kontrol noktasına baskın düzenlediler ve Gilad Şalid isimli bir İsrail askerini rehin aldılar. 

İsrail açısından bir askerinin esir düşmesi kabul edilemezdi.

Bu, İsrail'e istediği fırsatı vermiş oldu.  

Başbakan Ehud Olmert, saldırıdan Filistin Hükümeti'ni sorumlu tuttu.

28 Haziran'da İsrail, “Yaz Yağmurları” operasyonunu başlattı. Önce yolları, köprüleri vurdu. Hamas'ın hareket kabiliyetinin ortadan kaldırılması amaçlanıyordu. Gazze'deki tek elektrik santrali hedef alındı. İlk günün sonunda Gazze'de 700 bin kişi elektriksiz ve susuz kaldı, insani kriz baş gösterdi.

İsrail, Filistin Başbakanı İsmail Haniye'nin ofisi de bombalandı.

12 Temmuz'da Hizbullah sahneye çıktı.

Burada kısa bir parantez açalım:

Lübnan'ın tam bir dinsel, mezhepsel ve etnik mozaik olmasına karşın Şiiler ne toplumsal ne de siyasal olarak ülkede belirleyici olmamışlardı. Ta ki, İran destekli Hizbullah güçlenene kadar. 

80'li yılların ortasından itibaren İran, Şii hilali politikasını tahkim edebilmek için Hizbullah'ı güçlendirmeye başlamış ve bunun üzerinden Lübnan siyasetini etkiler duruma gelmişti.

Lübnanlı Şiiler, bir anlamda Şii siyasal İslamının temeli olan ve siyasetin din kurallarına göre uygulanmasını isteyen "velayeti fakih" yaklaşımına yakın durmuyorlardı. Yani, velayeti fakih kurumunun teorisini yapan İran'daki "Kum Mevzisini" takip etmiyorlardı. Bu nedendendir ki, velayeti fakihçi olmayan Lübnanlı Şii lider Büyük Ayetullah Muhammed Hüseyin Fadallah, Tahran için tabiri caiz ise dış kapının dış mandalıydı!

İran, o dönem Hizbullah lideri Hasan Nasrallah'ı parlatıyordu.

Kaldı ki, günümüz akademik literatürüyle bir benzerlik kurarsak, Ordinaryüs Profesöre denk düşen Büyük Ayetullah sıfatı taşıyan Fadallah'ın yanında yardımcı doçentliği bile haiz olmayacak Hücetullah sıfatına sahip Nasrallah'ın esamisinin okunmaması gerekiyordu.

Ama İran için dini sıfatlar gerektiğinde göz ardı edilebiliyordu. 

Yeter ki, kendi borusunu bölgede öttürecek birileri olsun!

Parantezi kapatalım ve devam edelim...

Hizbullah militanları, İsrail'in kuzeyinde bir devriye aracına saldırı düzenledi, iki İsrail askerini kaçırdı. 

Ardından askerleri teslim etmek için cezaevlerinde bulunan Filistinli bazı tutukluların serbest bırakılmasını istediler.

İsrail, zaman kaybetmeden 2000 yılında çekildiği Lübnan’a asker soktu.

1996’dan sonraki en şiddetli hava ve deniz saldırısını başlattı. 

Önce alt yapıyı hedef aldı.

Yolları, köprüleri, viyadükleri yerle bir etti. 

Ana yolların, köprülerin, viyadüklerin yıkılması günlük hayatı felç etmişti. Yaralıları taşıyan araçlar, ambulanslar hastanelere ulaşamıyorlardı. Doktorlar, hemşireler görev yaptıkları sağlık merkezlerine gidemiyorlardı.

İsrail'i amacı Hizbullah'ı hareketsiz bırakıp anlaşmaya zorlamaktı.

O dönem çalıştığım Cumhuriyet gazetesi, beni Lübnan'daki savaşı takip etmekle görevlendirmişti. Havaalanı kapanmadan önceki son uçakla Beyrut'a indim. 

Havaalanından şehir merkezine giderken ilk şehrin neredeyse harabeye dönmüş olduğu farkettim.

Beyrut tabiri caiz ise şizofrenik bir hayat sürüyordu. 

İsrail, gündüzleri ülkeyi bombalıyor, Hizbullah militanları İsrail'e füze atıyor, gece olunca sanki savaş yokmuş ya da insanlar hiç ölmüyormuş gibi El Hamra Caddesi'nde ya da deniz kenarında piyasa yapıyorlardı. Günlük hayat, yaşanan bütün trajediye rağmen akıp gidiyordu.

Ben Lübnan'a gelmeden kısa bir süre önce 30 Temmuz'da ülkeyi sarsan bir saldırı yaşanmıştı.

İsrail Hava Kuvvetleri Lübnan'ın güneyinde küçük bir köy olan Kana'ya hava saldırısı gerçekleştirmiş, adeta bir katliam yapmıştı. 

Saldırı sonucunda 16'sı çocuk 28 kişi hayatını kaybetmişti.

O dönemde daha sosyal medya olmadığı için uluslararası haber ajansları, küresel ölçekte yayın yapan haber kanalları bu katliamı duyurmuş, dünya ayağa kalkmıştı. İslam ülkelerinin sokaklarından “intikam” sesleri yükseliyordu!

İsrail ise sadece "Önceden uyarmıştık" demekle yetinmişti!

Lübnan'a varınca "ilk işim Kana'ya gitmek olmalı" diye düşünürken, daha Beyrut'taki ilk gecemin sabahında Hizbullah militanlarının kaldığım oteldeki odamın kapısını çalmasıyla uyandım.

Benim gazeteci olduğumu, Lübnan'a ne zaman geldiğimi ve hangi otelde kaldığımı nereden biliyorlardı gibi son derece mantıklı ve makul sorularımın yanıtlarını öğrenmeye fırsat bile bulamadan kendimi dört çekerli devasa bir arazi aracının içinde Kana'ya doğru giderken buldum!

Lübnan'ın güneyine doğru giderken, ara yolları kullanıp palmiye ağaçlarının arasından sahil şeridine vardık. 

Bazen toprak yolları bazen de patikaları aşarak Kana'ya ulaştık!

İlk dikkatimi çeken, köyün dingin havası oldu. 

Rüzgâr, Akdeniz'in kokusunu taşıyordu. Sanki, kısa süre önce katliam yaşanan köy burası değildi.

İnsanlar, saldırıda annelerini, babalarını, karılarını, kocalarını, kardeşlerini, çocuklarını kaybetmemiş gibi, sessiz sedasız evlerinin önünde oturuyorlar, köye gelip gideni seyrediyorlardı.

Şaşırıp kalmıştım.

Bir başka dikkatimi çeken şey ise bana eşlik eden Hizbullah militanının benim için çoktan bir program yapmış olmasıydı.

Önce saldırıda eşini kaybetmiş yaşlı bir kadınla konuşacaktım. Sonra çocuklarının kabri başında bekleyen bir babanın fotoğrafını çekecektim. Ardından İsrail'in vurduğu evi görecektim.

Programı, öngörüldüğü şekliyle tamamladım.

Konuştuğum insanlar birbirine son derece benzer ifadelerle, yaşanan trajediyi anlatıyorlardı. Seçtikleri kelimeler bile birbirine benziyordu. 

Bunu, önce çeviriyi yapan Hizbullah militanının yeterli İngilizcesi olmamasına bağlamıştım ama meselenin benim düşündüğüm gibi olmadığını kısa süre sonra anlayacaktım.

Kafamda soru işaretleriyle Beyrut'a döndüm.

Gazetenin dış haberler servisiyle konuştum. 

Bu sorulara kendimce tatmin edici cevaplar bulmadan Kana'ya ilişkin izlenimleri yazmak istemediğimi söyledim. 

Kabul ettiler.

Ertesi gün, eski Lübnan Cumhurbaşkanı Emin Cemayel ile röportaj yaptım. Israrla Hizbullah'ın bir provokasyon ve kara propaganda uzmanı olduğu üzerinde durdu.

Aniden bir aydınlanma yaşadım!

Kana'da yaşananlar planlanmış bir provokasyon olabilir miydi?

Biz, gazeteciler kara propagandaya mı alet ediliyorduk?

Vakit kaybetmeden yeniden köye gittim.

Şans eseri köyde hiçbir Hizbullah militanı yoktu.

Sorularıma cevap bulmak için sağa sola bakınırken, kucağında küçük bir çocukla oturan genç bir kadın gördüm.

Akı ala çalmış gözleri, ağlamaktan mosmor olmuştu. Benimle konuşup konuşamayacağımı düşünürken, titrek bir ses tonuyla, “İngilizce biliyorum, öğretmenim ben” dedi.

Üniversiteyi Beyrut'ta okumuş, bir süre Suriye'de yaşamış, iki çocuk annesi bir kadındı.

Savaş başlayınca Kana'ya, kayınpederi ve kayınvalidesinin yanına gelmişti. 

Eşi, Beyrut'ta kalmıştı.

Gazeteci olduğum belliydi ama kendimi tanıtmama izin bile vermeden anlatmaya başladı.

“Çocuklarımızı bile bile ölüme gönderdiler” dedi. “Nasıl” diye sormama fırsat tanımadı.

Belli ki yaşadıklarını bir an önce anlatmak istiyordu.

Her cümlesinden sonra dehşete düşüyordum.

Hizbullah, savaş başladıktan kısa bir süre sonra köye Katyuşa füzeleri getirmiş, bunları da bir caminin içine ve caminin yanındaki evin bodrum katına yerleştirmişti.

İnsan kaynaklı istihbaratı çok iyi yapmasıyla bilinen İsrail, kısa süre sonra bu silahların köyde saklandığı bilgisini almıştı.

Bunu kendi çabasıyla mı öğrenmişti yoksa, Hizbullah içinden birileri çıkıp silahların köyde saklandığını mı fısıldamıştı?

Genç kadın, Hizbullah'ın bu bilgiyi bilerek ve isteyerek İsrail'e aktardığına inanıyordu.

İsrail, birkaç kez, köyden de dinlenen ve Arapça yayın yapan radyodan uyarıda bulunmuş, belirli yerlerin boşaltılmasını istemişti.

Saldırıdan sonra “Biz uyarmıştık” açıklaması yapmasının nedeni de buydu!

O gece, Hizbullah'ın Kana sorumlusu beraberinde bir grup militanla gelmiş, çocukların füzelerin saklandığı evde toplanmasını istemişti.

İnsanlar, silah tehdidi altında göz göre göre çocukların ve yaşlıların gitmesini izlemek zorunda kalmış; kızıp ağlayıp itiraz edenler silah zoruyla susturulmuş, kendilerine bunun bir dini vecibe olarak kabul edilmesi gerektiği anlatılmıştı.

Aslında kelimenin tam anlamıyla bir trajedi yaşanıyordu.

Sıra onlara gelince, çocuklarını militanlara teslim etmek istememiş, ağlamış, kendini yerden yere vurmuştu. Hizbullah militanları, çocukları vermek istemeyen kayınpederini tartaklamıştı.

Sonuçta, öğretmen olduğunu öğrenen militanlar, son derece insanlık dışı bir teklifte bulunmuştu. İki çocuğundan birini alacaklarını, diğer çocuğunun kalabileceğini ama seçimi kendisinin yapmasını istemişlerdi.

Yönetmenliğini Alan J. Pakula'nın yaptığı ve Meryl Streep'in muhteşem bir oyunculuk sergileyip Oscar ödülü aldığı 1982 tarihli “Sophie'nin Seçimi” filmi Lübnan'ın Kana köyünde gerçek olmuştu!

Genç kadın iki çocuğundan birini Hizbullah'a vermek zorunda kalmış; o ev o gece vurulmuş, köyde inanılmaz bir trajedi yaşanmıştı.

16'sı çocuk 28 insan Hizbullah'ın kara propagandası için hayattan koparılmıştı.

Saldırının hemen ardından sistem işlemeye başlamış, köyden hikâyeler ve fotoğraflar hızla uluslararası ajanslara servis edilmişti.

İsrail'in yaptığının hiçbir koşul altında mazur görülecek yanı yoktu.

İnsanlık suçu işlemişti

Ama mesele göründüğü gibi, dünya basınına yansıdığı gibi de değildi.

Arkasında İran destekli Hizbullah'ın çok daha büyük bir hesabı vardı.

Bu hesap, aslında Ortadoğu'da İran ile Amerika arasındaki mücadeleye dayanıyordu. İran'ın Hizbullah üzerinden Amerika destekli İsrail'e karşı kazandığı her mevzi, bölgedeki iddiasını sürdürmesi açısından önemliydi.

Belli ki “masum çocukları öldürüyor” propagandasının, dünya kamuoyunda İsrail'e yönelik tepkileri beraberinde getirmesi, bununla da Hizbullah'ın daha doğrusu İran'ın bölgede psikolojik üstünlük sağlaması amaçlanmıştı!

Günün sonunda duyduklarımdan dolayı büyük bir dehşet içinde Beyrut'a döndüm.

Öğrendiklerimi güzelce not aldım ve dönünce yazmak için sakladım.

Ortadoğu'ya ilişkin kalem oynatmanın zorluğunu bir kez daha anlamıştım.

Lübnan'da kaldığım süre boyunca onlarca kez Ortadoğu'nun kendine özgü gerçeğini gözlemleme şansım oldu.

Dünyanın bu bahtsız coğrafyasında ne olduysa, ne yaşanıyorsa görünenin ötesinde bir anlamı var,  meseleye bu çerçeveden bakmadıkça, geri plandaki hesapları anlamak çok mümkün olmuyor diyerek yazımıza noktayı koyalım.