Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
37,3825
Dolar
Arrow
36,0438
İngiliz Sterlini
Arrow
44,8984
Altın
Arrow
3357,0000
BIST
Arrow
9.779

İç cephe ve Meclis iradesi

Son dönemlerde iktidar olsun, muhalefet olsun herkesin dilinde “iç cephe” sözü var. Bu sözün müellifi, siyasetçilerimiz değil. İlk kullanan da onlar değil. 

İç cephe vurgusu, İstiklal Harbi koşullarında, büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk tarafından yapılmıştır. Atatürk; Nutuk’ta da iç cephenin önemini şu sözlerle anlatmıştır: 

“Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün milletin oluşturduğu cephedir. Dış cephe, ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe mağlup olabilir; fakat hiçbir zaman bir memleketi yok edemez. Memleketi temelinden yıkan iç cephenin çökmesidir”.

Şimdi soralım. Kurtuluş Savaşı öncesi, Anadolu’da durum nasıldır? İç cephe ne haldedir? 

Çünkü bu sorular sorulmadan, Kurtuluş Savaşı’nın nasıl kazanıldığı, Cumhuriyet’in hangi şartlarda kurulduğu anlaşılamaz. 

19. yüzyılda, Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın tanımıyla “imparatorluğun en uzun yüzyılında” olsun, 20. yüzyılın ilk 20 yılında olsun, koşullar hiç de iç açıcı değildir Türk halkı için. Tersine çok umut kırıcıdır. Savaşlardaki mağlubiyetler, toprak kayıpları, hazinenin boşalması birbirini izlemiştir. Dahası, zulüm vardır. Toprak ağalarının istibdadı vardır. Kötü yönetim nedeniyle başıbozukluk vardır. Devlet yönetiminde, bürokraside iltimas vardır, torpil vardır, kayırmacılık vardır. Dış borçlar ve bunların yüksek faizleri vardır. 

Bu şartlarda savaşmıştır millet, canını dişine takarak. Ne var ki nesnel koşullar aleyhinedir Osmanlı’nın. Başta Çanakkale olmak üzere, kimi cephelerdeki önemli başarılara karşın, sonuçta Osmanlı Devleti, 1. Dünya Savaşı’nı kaybetmiştir.

 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanır. Hemen ardından, iki hafta sonra, 13 Kasım 1918’de işgal donanması, İstanbul Boğazı’na demir atar. Bu fiili işgal, 16 Mart 1920’de resmen işgale dönüşecektir. 

Atatürk; 13 Kasım 1918 sabahı İstanbul’a vardığında, Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı görevi sona ermiş, bu nedenle Adana’dan İstanbul’a gelmiştir. 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra İstanbul’a gelen Atatürk’ü, yakın arkadaşı Dr. Rasim Ferit Bey karşılamıştır Haydarpaşa’da. Birlikte Kartal istimbotuna binip Avrupa yakasına geçerken, Atatürk İstanbul Boğazı’na demirlemiş düşman gemilerine bakarak, üzüntüsünü şöyle paylaşmıştır Dr. Rasim Ferit Bey’le: 

“Hata ettim. İstanbul’a gelmemeliydim. Ne yapıp edip, Anadolu’ya dönmenin çaresine bakmalı”. 

Sonra da şöyle demiştir: “Geldikleri gibi giderler”.

Türk Milleti’nin önünde iki seçenek vardır. Osmanlı Devleti’nin savaşı kaybettiği, bağımsızlığını yitirdiği, topraklarının işgale uğradığı, tasfiye edildiği bir süreçte, ya bağımsızlık için kavga verilecektir ya da teslimiyetçi, İngiliz güdümünde, özgürlük ve bağımsızlıktan yoksun, sömürge devlet olmak kabul edilecektir. Türk halkı, boyun eğmeyi değil, teslim olmayı değil, Mustafa Kemal Paşa önderliğinde direnmeyi, savaşmayı, bağımsızlık uğruna gerekirse ölmeyi tercih etmiştir. Yerelden, tabandan gelen bu örgütlü direniş, tarihimize, Prof. Dr. Bülent Tanör’ün tanımıyla, “savaş demokrasisi” olarak geçecektir. 

Hedef; tam bağımsızlıkla birlikte, ulusal egemenliktir. Bu sarayın, saltanatın çözüm önerisinden çok farklı, hatta onunla taban tabana zıt bir hedeftir. Bu süreçte hedefler arasında uyum da beklenemez zaten. Bir yanda, emperyalistlerin, galip devletlerin önerileri vardır. Bir yanda, emperyalistlerin suyuna giderek, dediklerini yaparak varlığını koruyacağını uman sarayın, saltanatın yaklaşımı vardır. Bir yanda, tümüyle samimi, iyi niyetli olmakla birlikte, ulusal bir perspektiften yoksun olan yerel kongreler vardır. Bir yanda ise Atatürk’ün “Ya istiklal ya ölüm” diyen Kurtuluş Savaşı başlatma fikri vardır. 

Atatürk’ün fikri elbette en zorlu, ama aynı zamanda en onurlu olanıdır. Demokratiktir ve katılımcıdır. Aynı zamanda savaşçıdır. Savaşı, meclis iradesi ve idaresi altında yürüttüğünden demokratik, katılımcı ve meşrudur. 

Bu amaçla, bir süre sonra, Atatürk önderliğinde kongreler süreci başlar. Önce, Erzurum Kongresi (23 Temmuz – 7 Ağustos 1919) toplanır. Delegeleriyle bölgesel, kararlarıyla ulusal bir kongredir. Beş ilden (Erzurum, Trabzon, Sivas, Bitlis, Van), 56 delege katılmıştır. Ardından Sivas Kongresi toplanır (4 – 11 Eylül 1919). Delegeleri ve kararlarıyla ulusal bir kongredir. Kongre 31 delegeyle açılmış, sonradan katılanlarla birlikte bu sayı 41 olmuştur. 

Erzurum ve Sivas kongrelerinden önce, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkmasından evvel toplanan kongreler de vardır elbette. Bu kongrelerin ortak özellikleri arasında ilk akla gelenler şunlardır: Yereldirler. Teslimiyete karşıdırlar. Kendiliğinden ortaya çıkmış ve toplanmışlardır. Bu kongrelerin hepsi millidir, samimidir, iyi niyetlidir, yurtseverdir. Lakin ulusal bir perspektiften yoksundurlar. Emperyalizme karşı, ulusal ölçekte bir savaş yoktur gündemlerinde. Atatürk; tüm bu örgütleri tek çatı altında toplayan, savaşma azmi, cesareti ve kararlılığı aşılayan, onlara ulusal ölçekte bir perspektif veren liderdir. 

Kongrelerle başlayan sürecin sonrasında, yoğun bir hazırlıktan sonra, Ankara’da, 23 Nisan 1920’de Meclis açılmıştır. Türk Kurtuluş Savaşı ve Türk Devrimi, diğer özellikleri, başardığı ilkler yanında, Meclis iradesi, idaresi ve meşruiyeti altında başarılan bir savaş ve devrim olarak da tarihe geçmiştir.