Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,6207
Dolar
Arrow
34,8656
İngiliz Sterlini
Arrow
44,4914
Altın
Arrow
3046,0000
BIST
Arrow
10.080

Biden Doktrini?

ABD Başkanı Joe Biden adına yazılmış olan ve geçtiğimiz ay The Washington Post’ta “Görüş” yazısı olarak yayımlanmış bulunan yazının, ağırlıklı Filistin meselesi üzerine çizmeye çalıştığı çerçeveyi geçen haftaki yazıda işlemiştim. Bu yazıda, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Hamas’la denk tutulurken, Ukrayna’ya ve İsrail’e askeri destek sağlanması aynı gerekçelerle meşrulaştırılıyordu.

Diğer yandan, bu iki ülkeye askeri desteği meşrulaştırmak ve ABD’nin özellikle son Gazze ve Filistin meselelerine dair tutumunu açıklığa kavuşturmakla sınırlı bir “kamu diplomasisi” ürünü olan bu yazı, daha küresel ölçekteki başka meselelere ise hiç değinmiyordu.

Biden yönetimi bugüne dek “ABD liderliğini yeniden öne sürmek” gibi birtakım sloganlara yaslanmış olsa da, söz gelimi, bir önceki Demokratik Partili Başkan Barack Obama’nın, The Atlantic’e verdiği meşhur uzun mülakatta olduğu gibi bir “doktrin” formüle edebilmiş olmaktan uzak görünüyor.

Biraz ileri gitme pahasına, başkanlık dönemi fazlasıyla gürültülü geçen Donald Trump’ın bile bir “doktrin” ortaya koyabilmiş olmaya daha çok yaklaştığı öne sürülebilir. Yaygın küçümser tavrın aksine, ciddiyetle ele alan pek çok analiz bulunuyor. Özellikle bölgemize dair, Trump yönetimince Suriye ve IŞİD’le mücadele için kurulan küresel koalisyondan sorumlu özel temsilci ve elçi olarak görevlendirilen eski Ankara büyükelçilerinden James Jeffrey’in bu yönde ciddi katkıları bulunuyor.

Biden yönetimi bir yandan Obama yönetimi diğer yandan, birazdan da ele alınacağı gibi, Trump yönetimiyle bariz süreklilik ve benzerlikler arz ediyor. Özellikle Trump yönetiminin anti-tezi olma iddiasıyla yönetime gelip Trump dönemine ait, özellikle iç politika alanındaki pek çok kararı geri almayı temel ilke olarak duyurmuş bir yönetim için bu süreklilik ve benzerlikler bir “doktrin” ortaya koymada elbette ciddi bir ayak bağı teşkil ediyor olmalı. Yine de, bir “doktrin” kurma iddiasında bulunmasa da, bir “Biden doktrininden” söz edilecekse, bunun ipuçlarını fazlasıyla verir görünen bir makale, esasen Obama dönemi ulusal güvenlik konseyi bürokratlarından olan fakat ulusal güvenlik danışmanı sıfatı Biden döneminde de devam eden Jake Sullivan tarafından Foreign Affairs dergisinde yayımlanmış bulunuyor.

Derginin Kasım-Aralık 2023 sayısında yer bulan makale, “Amerikan Gücünün Kaynakları: Değişmiş Bir Dünya İçin Dış Politika” başlığını taşıyor. Önermelerle yüklü olduğu ismiyle müsemma olan bu makalenin, bana en ilginç gelen yanlarından biri, açıkça yeni bir dönem tarifi yapıyor olması.

Aslında 2017’den beri ABD’nin resmi ulusal güvenlik belgelerinde Rusya ve Çin’den birer hasım güç olarak söz edilen atıflarla, jeopolitik mücadelenin öne çıktığı yeni bir dönem kavrayışı zaten ima edilmiş oluyordu. Fakat tartışmalar daha çok “liberal uluslararası düzen” verili kabul edilerek yapılıyordu.

Şimdi Sullivan; Truman yönetimince biçimlendirilen ve ana motifleri “demokrasileri ve demokratik işbirliğini kuvvetlendirmek ile Sovyetler Birliği’ni çevrelemek” olan savaş sonrası ilk dönemi izleyen, Soğuk Savaş’ın ardından birbiri peşi sıra gelen ABD yönetimlerinin “ABD öncülüğündeki kurallar temelli uluslararası düzeni genişletmeye” ve “kritik meselelerde işbirliği kalıpları oluşturmaya” çalıştıkları ikinci dönem ve “karşılıklı bağımlılık ve ulus ötesi meydan okumalar çağında yeni bir rekabet dönemi” olarak tarif ettiği üçüncü bir dönemin açıldığından, “Soğuk Savaş sonrası dönem artık mutlak biçimde sona ermiş bulunuyor” diyerek söz ediyor.

Sullivan makalesinin açılışını, “stratejik rekabetin yoğunlaştığı” ve “yalnızca askeri alan değil,” aynı zamanda “uluslararası politikanın her boyutuna dokunduğu” tespitinde bulunarak yapıyor. Biden yönetiminin bir temsilcisi olarak, pek tabii Trump yönetiminin ise, “uluslararası düzeni biçimlendirmek yerine, ondan geri çekildiğini” ileri sürüyor. “Amerikan Gücünün Kaynakları” başlığı da tevekkeli değil: ABD’nin gücü devasa ve diğer ülkelerle kıyaslandığında hala ciddi avantajlara sahip, fakat önceki dönemlere uygun formüle edilmiş dış politika anlayışları yeni dönemde çalışmıyor.

Oysa “ABD’nin geleceği”, bu “avantajları sürdürüp sürdüremeyeceği” ve çeşitli “ulus ötesi meydan okumalarla” ilgili “dünyayı seferber edip edemeyeceği” tarafından “belirlenecek”. Sullivan, yine, “ortakları daha güçlü olduğunda” ABD’nin de daha güçlü olduğunu “fark ettiklerini” belirtiyor ve bu yüzden, diğer ülkelere kendi başlarına çözemedikleri ağır sorunları çözmede yardımcı olma biçiminde “küresel düzeyde daha iyi değer önermeyle yükümlü olduklarını” öne sürüyor.

Ne var ki, buraya dek bildik küreselleşmeci ya da neoliberal kozmopolitanist argümanlar yinelenirken, bu noktadan itibaren farklı telden ilerleniyor.

Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD yönetimlerinin, “yurt içinde ekonomik canlılığa yatırım yapmanın önemini hafife aldıklarını” öne süren Sullivan, bir yandan neoliberal “tarihin sonu” tezini, diğer yandan ise küreselleşmenin merkezinde yer alan serbest ticaret anlayışını hedef almaya başlıyor. ABD ekonomisi ciddi kırılganlıklarla, altyapısı ise yatırım eksikliği ile karşı karşıya geliyor ve “orta sınıf darbe alıyor”.

Burada “Bidenomics” olarak da adlandırıldığını öğrendiğimiz bir politika demetiyle, Biden yönetiminin birçok alanda yenilik ve sınai kuvvetliliğe yatırım yaptığı anlatılıyor. Özellikle ABD ekonomisinin dayandığı pek çok kritik mineral söz konusu olduğunda, pek çoğu Çin’in hakimiyeti altında bulunan “öngörülemeyen deniz aşırı pazarlara” mahkûm olunduğundan da söz ediliyor.

Bunlar, eleştirilen körü körüne serbest ticaret anlayışının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. ABD bunları yeni dönemde ortak ve müttefik ülkelerle anlaşmalar üzerinden “dayanıklı tedarik zincirleri” kurarak aşmayı deniyor. Burada hemen akla geliveren Trump dönemi “Eve dönün!” çağrıları ya da yine Trump tarafından övünülen altyapı yatırımları ise anılmıyor.

Ulusal düzeydeki kamu yatırımları üzerinden iç politika ile dış politika arasındaki bariyerlerin kaldırılması gerektiği vurgulanırken, özellikle birtakım stratejik teknolojik alanlardaki ulusal korumacı ekonomik politikaların neden gerektiği üzerinde de uzun uzadıya duruluyor, fakat yine Trump döneminde başlayan “ticaret savaşlarına” herhangi bir övgüye rastlanmıyor.

Tabii, Trump döneminden farklı olarak, bu yatırımların yalnızca içeride değil, aynı zamanda Çin’in Kuşak-Yol Girişimi gibi devasa altyapı yatırımı projelerinin karşısına benzer ölçekte devasa altyapı projeleriyle çıkmanın gerekliliği, Biden’ın G-7 bünyesinde öncülük ettiği G-7 Küresel Altyapı ve Yatırım Ortaklığı girişimi ya da Ortadoğu bölgesini özellikle hedef alan “ekonomik koridor” niyet beyanı üzerinden örneklendiriliyor.

Burada Trump döneminden farklı olarak, mesela, Arap-İsrail normalizasyonunun her zaman, Filistinlilere ilişkin “önemli önerileri” de içerdiği ileri sürülüyor. Burada muhtemelen “iki devletli çözüme” yapılan vurgular ima ediliyor, fakat bunların pratikteki karşılığının ne olduğu ise en hafif tabirle belirsiz. Yine Ukrayna ve İsrail gibi ülkelere askeri destek, Biden adına yazılan görüş yazısına benzer biçimde, “Amerikalıların bir zorba gördüklerinde tanıdıkları” iddiasıyla, zorbaları “yatıştırmanın” fayda etmeyeceği ve krizlerin “bölgesel” ya da “küresel” ölçekli çatışmalara evrilmemesi için bu tür desteklerin zorunlu olduğu iddiaları üzerinden savunuluyor.

Buraya dek, oradan oraya savrulan, kendi içinde pek az tutarlılık arz eden makalenin, üzerinde durmaya değer son noktası ise Çin ile olan mevcut durumu “rekabet” olarak kabul etmesi kadar, bunun “sıfır toplamlı olmadığını” ileri sürmesi.

Böylelikle Çin ile zorunlu olarak askeri bir rekabetin öngörülmediği, ekonomik alanda bir rekabetin ise hoş karşılandığı, dahası Çin’in belirli alanlarda ortaya koyduğu, Suudi Arabistan-İran yumuşaması gibi, katkılarınsa “ABD’nin çıkarlarına aykırı görülmediği” de belirtiliyor. Yine burada kimi “dar teknoloji demetlerinde” ABD’nin “ulusal çıkarlarını korumayı dikkate alması gerektiği” de ifade ediliyor. Bunun “birbirine bağlı küresel ekonomi” ile tezat oluşturmadığı da ileri sürülüyor.

Trump’ın daha düz “ticaret savaşları” ile kıyaslandığında, daha incelikli olduğu muhakkak, ancak ne ölçüde farklı olduğu yine son derece tartışmalı kabul edilmeli.

Günün sonunda Trump da kendisini “anlaşma sanatının ustası” olarak tanıtıyordu. Tabii, daha şahsi bir düzlemden, daha kavramsal bir düzleme geçilmiş olduğu muhakkak. Hatta yazının sonu, Pekin’in de son zamanlarda “istikrarlılaştırmanın değerini kavrıyor olabileceğine dair cesaret verici işaretler bulunduğundan” bahisle bağlanıyor, tabii bir uyarıyla: “Asıl test, [iki ülke arasındaki iletişim] kanallarının, gerilimler kaçınılmaz biçimde sıçradığında dayanıp dayanmadığı olacak.”

Bir tür, “Challenge accepted!” deklarasyonu da sayabiliriz.

Başlıktaki soruya dönecek olursak…

ABD liderliğinin yeniden ileri sürülmesi ve bunun ittifak ve ortaklıklar yoluyla yapılacak olması önceki Demokratik Parti yönetimleriyle devamlılık arz ederken, Trump döneminden, Trump’ın şahsi düzeyde dile getirdiği pek çok kaygının kavramsallaştırılarak içerildiği de görülüyor. Bir süredir hasım olarak değerlendirilen Çin bilmecesinde ise, “Rekabet edeceğiz, edebildiğimiz alanlarda ve edebildiğimiz sürece de ortaklık edeceğiz, dahası, olası krizleri önlemek için de iletişim kanallarını koparmamaya gayret edeceğiz,” mesajı veriliyor.

En açık verilen mesaj ise “Soğuk Savaş sonrası dönem” olarak tarif edilen ve çoğunlukla küreselleşme süreci ile tasvir edilen belirsiz dönemin kapandığı ve jeopolitik rekabetin açıklıkla kabul edildiği yeni bir dönemin başlamış olduğudur. Zaten eğer bir “Biden doktrini” varsa da herhalde üç aşağı beş yukarı bunlardan ibarettir.