Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,6207
Dolar
Arrow
34,8656
İngiliz Sterlini
Arrow
44,4914
Altın
Arrow
3046,0000
BIST
Arrow
10.137

Davutoğlu dönemi dış politikasına mı, yoksa Batı’yla “eski, güzel günlere” mi dönülüyor?

Yirmi yılı aşkın AKP hükümetleri döneminde tabiatıyla çok farklı dış politika pratikleriyle yüz yüze geldik. Cumhuriyet dönemi boyunca izlenen dış politikanın özellikle yüzü Batı’ya dönük yönü, AKP hükümetlerinin ilk yıllarında daha liberal bir söylem eşliğinde devam etmişti. İsrail’in Gazze’ye dönük 2008-2009 dönemindeki Dökme Kurşun Harekâtı sonrasında bugünkülere benzer tepki ve hassasiyetlerle belirginleşmeye başlayan, 2009 başındaki Davos Zirvesi’nde o dönem Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’ın bir oturumda beraber konuşmacı oldukları İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’e tepkiyle “One minute!” diyerek söz almaya çalışmasının engellenmesi sonucu toplantıyı terk etmesiyle simgesellik kazanan dış politikada “Arap sokağı” momenti, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Arap Baharı” olarak anılan ayaklanma ve iç karışıklıklar silsilesinde “tarihin doğru yanında durmak” olarak tarif ettiği, ağırlıklı olarak Müslüman Kardeşler yörüngesindeki değişim dalgasına aktif destek ile Cumhuriyet dönemine damgasını vuran temkinlilikten uzak bir görünüm arz ediyordu.

Ağırlıklı olarak Davutoğlu’nun kendisi ile özdeş görülen bu dönemdeki dış politika pratiği, 2015 yılında Suriye’ye inen Rusya’yla pek çok durumda karşı karşıya gelinmesiyle zirvesine ulaşmış olmakla birlikte, Davutoğlu’nun, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olduğu 2014 yılından 2016 Mayıs’ına dek süren başbakanlığı ile birlikte son demlerini yaşamış ve 15 Temmuz 2016 askerî darbe girişiminden sonraki konjonktürde yerini daha “transactionalist” diyebileceğimiz, günün çıkarlarına uygun kısa vadeli dış politika pratiklerine bırakmıştır. Takriben 2016-2023 dönemini kapsayan bu daha pragmatik dönemin dışişleri bakanı ise Mevlüt Çavuşoğlu’ydu. Şimdi, eski MİT Başkanı Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanlığına atandığı geçtiğimiz yıldan bu yana, bir başka dış politika yönelimi sezilebiliyor.

Dolayısıyla, AKP hükümetleri dönemindeki Türk dış politikasını 2002-2009, 2009-2016, 2016-2023 ve 2023’ten itibaren olmak üzere en az dört farklı döneme ayırmak mümkündür. Uluslararası İlişkiler alanında doktora yapmış, TİKA ve MİT gibi dış politika açısından da önemli kurumların başında bulunmuş biri olarak Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanı olması, MİT Başkanlığına ise yine bir başka sosyal bilimci olan İbrahim Kalın’ın atanması, sosyal medyada etkisi gözlemlenebilen kampanyalarla takdir edildi. X’te sürekli “Dışişleri Bakanı Hakan Fidan” hashtag’i ile ciddi bir çalışma yürütüldüğü de görülebiliyor. Bir diğer sosyal bilimci Fahrettin Altun ile birlikte Erdoğan liderliğinin yeni entelektüel triumvirasını oluşturdukları da söylenebilir.

Davutoğlu’ndan dili yanan Erdoğan’ın Davutoğlu’na göre daha yeni kuşaktan sayılabilecek bu triumviraya, belki yoğurdu üfleyerek de olsa, hayli geniş bir alan açtığı gözlenebiliyor. İbrahim Kalın’ın yakın zamanda MİT’in kuruluş yıldönümünün kutlandığı bir toplantıda yaptığı uzun konuşma ve şimdi Hakan Fidan’ın ABD’deki mevkidaşı Anthony Blinken ile yürüttüğü “stratejik mekanizma” görüşmeleri ile belirli yönde işaretlerin fazlalaştığı bir yönelim ortaya çıkıyor. Kalın’ın konuşmasını, Bir Gün gazetesindeki bir söyleşisinde Prof. Dr. Mustafa Türkeş bihakkın analiz etmişti. Davutoğlu’nun yaklaşımına benzer, fakat daha esnek ve liberal tonlara sahip bu söylevde Atatürk’e olmadığı gibi, Erdoğan’a da değinilmemesi, diğer yandan Batılı güç tanımlamalarına yaslanılması ve Batı’yla ortak payda arayışları dikkati çekiyordu.

MİT Başkanı Kalın’ın pek çok açıdan Batı’yla ortak payda arayan bu söylevinin verildiği günden bugüne ABD’yle, İsveç’in NATO üyeliği ile mevcut F-16 savaş uçaklarının modernizasyonu ve yeni F-16’ların satın alınabilmesine onay verilmesi gibi başlıklarda sorunlar aşıldı. Dışişleri Bakanı Fidan’ın Washington’daki son temasları bunun üzerine geldi. Önceki ABD Başkanlarından Barack Obama döneminde başlayan kimi sorunlar, Donald Trump döneminde iyiden iyiye itiş kakışa dönüşmüştü. Bunların başında Suriye’deki, PKK’yla bağlantılı PYD-YPG güçlerinin ana omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri adını verdikleri oluşuma ABD’nin sunduğu askerî destek ve iş birliği geliyor. Trump döneminde, eski Türkiye büyükelçilerinden James Jeffrey’in bu sorunun hafifletilmesi ve taraflar arasında bir tür ilişkileri sürdürme imkânlarının bulunması çabaları sonucunda Türkiye’ye belirli düzeyde yeni alanlar açılmasını da kapsamış, fakat Biden döneminde bu düzeyde bir anlayış henüz geliştirilebilmiş değildi ve zaten bir süredir ana odak noktası da Gazze hâline gelmiş durumdaydı. Şimdi iki ülkenin yeniden Suriye’deki konumlarını birlikte gözden geçirdikleri görülüyor. Bu noktada, Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin’in Türkiye ziyaretini ertelemiş, fakat bu arada Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenskiy’in Türkiye’yi ziyaret etmiş olmasını da kaydetmek gerekiyor.

Tüm bunlar, geçen haftaki yazıda ele aldığım, Avrupa’nın da ABD olmaksızın Ukrayna’ya desteği sürdürmenin yollarını aradığı bir konjonktüre denk geliyor. Yine Türkiye’nin Yunanistan ile beraber, daha önce Almanya öncülüğündeki 15 Avrupa ülkesinin yürüttüğü Gökyüzü Kalkanı Girişimi’ne katıldığını geçen ayki haberlerden anımsıyoruz. Türkiye bu sayede ABD’nin kendisine vermeyi reddettiği Patriot’ların yanı sıra, daha kısa ve daha uzun menzile sahip farklı füze savunma rampalarının korumasını da elde edebilecek. Burada Yunanistan ile daha önce girilen ağız dalaşının da bir süredir terk edildiğini görüyoruz.

Erdoğan’ın Husilerle ilgili şaşırtıcı düzeyde övgü dolu doğaçlama çıkışı sonrası bir daha benzeri bir çıkışta bulunmaması, hatta bir süredir dış politika alanında daha az ve daha köşesiz konuşmaya dikkat eder gibi görünmesi de dikkat çekici. Hatta Güney Kıbrıs’ın Larnaka limanı üzerinden Gazze’ye deniz yoluyla iletilmesi planlanan yardımlarda Türkiye’nin bu defa ön planda bulunmaması da insana acaba bir süreliğine bile olsa Orta Doğu’dan biraz uzak durulmaya çalışılıp çalışılmadığını düşündürüyor.

Karadeniz’de Rusya’yı baskılamaya dönük herhangi bir faaliyete bir biçimde Türkiye’nin, NATO’nun Karadeniz kıyısına sahip ülkelerince yürütülecek bir mayın arama faaliyeti gerekçesiyle ya da bir başka biçimde dâhil edilmesi bu tabloyu tamamlayacaktır. Buradan ABD’nin Obama dönemi Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile yakın ilişki içinde bulunan Davutoğlu’na benzer biçimde bir yeni Blinken-Fidan uyumu yakalanabilmesi için Kasım’da ABD’de yapılacak başkanlık seçimleri göz önüne alındığında fazlasıyla geç kalındığı aşikâr. Yeni bir Trump döneminde şimdi yeni yeni ve yeniden yakalanmış görünen ortak paydanın sürdürülüp sürdürülemeyeceği ya da önceki Trump döneminde olduğu gibi yeni itiş kakışların yaşanıp yaşanmayacağı ise bu uyumun üzerindeki başlıca gölge olarak duruyor. Ne olursa olsun, Fidan döneminin yeni bir yönelimi barındırdığı ve bunun Batı’yla daha fazla çalışma istekliliğinde somutlaştığı netlikle görülebiliyor.