Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,6207
Dolar
Arrow
34,8656
İngiliz Sterlini
Arrow
44,4914
Altın
Arrow
3046,0000
BIST
Arrow
10.059

Yeni Yılda Uluslararası Düzen ve Türk Dış Politikası

2024’ün bu ilk yazısında, küresel siyaset ve Türk dış politikasının genel görünümüne dair mevcut durum değerlendirmesi yapmak uygun olacak. İsrail-Filistin uyuşmazlığı küresel gündemdeki yerini İsrail’in Gazze’de yürüttüğü askeri operasyonla korurken, Ukrayna’nın Rusya saldırısını geri püskürtme çabası da tartışılmaya devam ediyor. Bu iki temel meseleden ilkinde bir miktar hız kesme, fakat diğer yandan çatışma dinamiğinin bölge geneline yayılma riski dikkati çekerken, diğerinin ise uluslararası düzenin geleceği bakımından merkezi bir yer tutmaya devam ettiği görülebiliyor. Türk dış politikasına bakılacak olursa, 2010’lu yıllarda yapılan kimi iç ve dış politika tercihlerinin bumerang misali yeni sorunlar biçiminde geri dönüşüyle karşı karşıya kalındığı söylenebilir. Sırasıyla gidelim.

İsrail-Filistin uyuşmazlığı, halihazırda 7 Ekim 2023 öncesinde de bölgesel düzeyde bir çatışmaya evrilmediği sürece günü kurtarmaya dönük kimi politikalarla “yönetilen” fakat çözülemeyen, bu durumun da çok garipsenmediği bir sorun yumağı haline gelmişti. Hamas’ın anılan tarihteki “huruç” ya da yarma harekâtı ile büyük çoğunluğu sivil olan 1200’ün üzerinde İsrailliyi öldürmesi ile başlayan süreç yüz günü geride bırakırken, İsrail’in Gazze’ye yönelik yürüttüğü kara operasyonunda Hamas militanlarının yanı sıra çocuklar dahil olmak üzere 24 bine yakın Filistinlinin de öldürülmüş olmasının yakıcılığıyla devam ediyor. Burada dikkati çeken birkaç husus var. İlki, uluslararası düzenin geleceği ve yapısal olarak bu düzendeki başat gücün kim olacağı ve yanına özellikle Küresel Güney’den kimleri çekebileceğiyle ilgili sorular bakımından, bu uyuşmazlık yalnızca Küresel Güney’e çokça vaaz edilen “değerler” bakımından kimin nerede durduğunun görülmesini sağlamakla sınırlı bir nitelik taşıyor. Bu “değerler” meselesi ise uluslararası düzen bakımından her zaman “zarf” ya da “biçimi” teşkil etmiş, ancak hiçbir zaman “mazruf” ya da “esasa” ilişkin olmamıştır; bunu hatırda tutmakta yarar var.

Uluslararası düzen ve bu düzenin evrimi ya da hegemonik geçişler daha ziyade maddî ve en çok da ekonomi politik etkenlerle ilerleyegelmiştir. Dolayısıyla, bugün bu çatışmanın belli risklere rağmen henüz yayılmamış olması, uluslararası düzen düzleminde yürütülecek herhangi bir tartışma bakımından hâlâ ikincil önemde bulunduğunu da gösteriyor. Güney Afrika’nın, Uluslararası Adalet Divanı’na İsrail aleyhine yaptığı başvuru da aslında yine çatışmanın “değerler” tartışmasına etki eden kısmıyla ilgili kalıyor.

İsrail’in harekatta tümenler düzeyinden tugaylar düzeyine doğru birlik azaltmaya başlaması bu çatışmanın yavaş yavaş sona ermekte olduğuna dair ümitleri artırmış bulunuyor. İsrail’in kara harekatının ilk haftalarında, Türkiye’deki sosyal medya hesaplarından bile muazzam bir Hamas yanlısı propaganda kampanyası yürütülüyordu. Bu kampanya da son birkaç haftadır hızını kesmiş görünüyor. Bunda odak noktasının, Yemen’deki Husiler’in Kızıldeniz’de İsrailliler ve İsrail’e destek veren ülkelerin gemilerini hedef almaya başlamasıyla birlikte kaymasının etkisinin olduğu muhakkak. Fakat diğer yandan, Gazze şehrinde ve genel olarak Gazze Şeridi’nin kuzeyinde alan hakimiyetini kurmaya başlamış bulunan İsrail ordusu karşısında Hamas militanlarının harekatın ilk haftalarına nazaran daha az hareket kabiliyetlerinin kalmış olması da muhtemel. Hamas’ın İsrailli tank ya da askerleri etkisiz hale getirdiği videoların daha az dolaşımda olması bunu düşündürüyor. Bu durumun bölgesel ve uluslararası barış karşısındaki riskleri hafiflettiğini düşünmek içinse henüz çok erken. Husiler’in Kızıldeniz’deki saldırıları yoğunlaşırken, ABD ve Birleşik Krallık Yemen’deki bu gruba yönelik iki ayrı hava saldırısı gerçekleştirmiş bulunuyor. Bölgede kendini “direniş ekseni” olarak ilan eden İran destekli hatta yer alan pek çok milis gücü de Irak ve Suriye’deki ABD askeri varlığına yönelik saldırılarını artırmış durumda.

Ukrayna’daki savaşa dönecek olursak, kestirmeden bu çatışmanın şu an uluslararası düzenin yumuşak karnını oluşturduğunu ileri sürmek mümkün. Bu çatışma, tarafı olan Rusya ve diğer tarafa destek verenler olarak Avro-Atlantik koalisyonu olmak üzere, uluslararası düzende var olduğu artık bizzat ABD tarafından kabul edilen jeopolitik rekabetin kendini en açık biçimde dışa vurduğu bir çatışma niteliği taşıyor. Bu çatışmayı, bir biçimde sonlanmadıkça, bu niteliğiyle, ancak Çin’in Tayvan’ı işgal etme girişimi gölgede bırakabilir. Yoksa hem Ukrayna’nın hem de başta ABD olmak üzere Ukrayna’ya askeri, teknik ve finansal yardımda bulunan Batılı ülkelerin bu çatışmaya ilgilerini canlı tutmakta zorlandıkları aşikâr, fakat çatışmanın bu anılan niteliği nedeniyle Ukrayna’yı desteklemeye mecbur hissediyorlar. Mesela, İsrail-Filistin çatışmasının yayılması önlenmek istenirken, Ukrayna’daki savaşın sürdürülmeye çalışılmasının da ötesinde, Karadeniz’de gövde gösterisi ile bir başka boyuta taşınmak istendiği de bir süredir görülüyor. Buna Türk basınında da yeterince yer veriliyor. Burada Batı ve özellikle ABD, Türkiye’nin çokça değer verdiği ve değer vermeyi de sürdürmesi gereken Montrö Sözleşmesi’nden kaynaklanan kimi kısıtlamalar ve engeller ile karşı karşıya bulunuyor. Aksi takdirde Türkiye’nin kendisini, yoktan yere Karadeniz’de fitillenecek yeni bir çatışmanın aygıtı olarak bulması işten bile olmaz.

Türk dış politikasında ise birkaç mesele yeni yıla taşınmış durumda. Karadeniz meselesini tekrar etmeye gerek yok. Zaten Türkiye yalpalamadan mevcut tavrını koruduğu sürece aksi yönde Batı’dan gelebilecek artan düzeyde baskının dışında burada herhangi bir sorunla karşılaşılması olasılığı da son derece düşük. AB ile ilişkiler, Yunanistan’la olan sorunlar dışında uzun süredir önemli bir gündem maddesi değil. Türkiye’nin Filistin meselesinin çözümüne dair “garantörlük” çağrıları ise Türkiye açısından bile birincil önemde bir mesele olmanın çok uzağında. Türkiye açısından 2024 boyunca da önemini sürdürecek gibi duran konular, ABD ile bozulan ilişkiler yüzünden elde edilemeyen F-35’ler sonrası hava kuvvetlerinde oluşabilecek bir boşluğun önüne daha fazla F-16 temin ederek geçme çabaları, Suriye’de devam eden ABD-YPG işbirliği ve bilhassa NATO ile ilişkiler. ABD’nin himaye etmeye devam ettiği Fethullah Gülen ve ona bağlı suç şebekesi ise içeride büyük ölçüde tasfiye edilmiş olduğu için şimdilik bu ülkeyle ilişkilerde bir dönem işgal ettiği birincil konumda değil. Türkiye’nin son dönemde karşı karşıya kaldığı PKK saldırıları Irak kaynaklı olsa da bu örgütün Suriye’deki kolu olan YPG’yle ABD’nin geliştirdiği yakın askerî iş birliğini daha da rahatsız edici hale getiriyor.

Türkiye’nin son dönemde özellikle PKK kaynaklı saldırılara açık hale gelmesi, özellikle Suriye’de ve Irak’ta ortaya çıkan güç boşluğunu YPG ve PKK’nın doldurmuş ve bunları önlemek gerekçesiyle Türkiye’nin buralarda askerî varlık bulundurmayı ve halihazırda mevcut bulunan yerlerde de artırmayı tercih etmiş olmasıyla ilgili. Bu tercihle sınırlar dahilinde bu tür saldırıların önlenmesi amaçlanırken, YPG ve PKK’nın alan hakimiyeti de daraltılmaya çalışılıyor. Etno-politik her meselede olduğu gibi, elbette bu meselenin de askerî boyutu aşan pek çok yanı bulunuyor. Türk dış politikası açısındansa, bu meselenin Batı ve özellikle ABD ile, hatta Rusya ile ya da Suriye, İran ve Irak gibi bölge ülkeleriyle olan ilişkileri ipotek altına alması ve bu ülkelerin Türkiye’yi zora sokabilecekleri ciddi bir zafiyet kaynağı oluşturması en büyük sorun olarak önümüzde duruyor. Bu meselenin kesin bir çözümü bulunduğunu iddia etmek çok zor olsa da en azından Türk dış politikası açısından zafiyet kaynağı olma niteliği belirli tedbirlerle azaltılabilir. Bunların başında Suriye’de ve Irak’taki güç boşluklarının en aza indirilmesini hedefleyen politik çözümlere katkı sunulması geliyor. Bunun için de hem Suriye’de hem de Irak’taki tüm taraflarla diplomatik ilişkilerin yeniden tesis edilmesi ve geliştirilmesi gerekiyor. Bununsa yine belirli, kesin ve mutlak bir formülü elbette yok.

Burada özellikle, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ABD ve İngiltere’yi “Kızıldeniz’i adeta kan gölüne çevirmeye heves etmekle” suçladıktan sonra  “Husiler’in gerek Amerika’ya karşı gerek İngiltere’ye karşı çok başarılı savunmalar yaptığını, başarılı cevaplar verdiğini farklı kanallardan aldıklarını” ifade etmesinden yalnızca birkaç gün sonra Irak’ta dokuz Türk askerinin yaşamını yitirdiği dört diğerinin de yaralandığı PKK saldırılarının gerçekleşmesi, bu iki gelişme arasında bir bağ bulunsun ya da bulunmasın, bu tür tedbirlerin ne kadar gerekli olduğunu bir kez daha anımsatmış bulunuyor. Diğer yandan, dış politika tedbirlerinin hiçbir mesele ve hatta hiçbir dış politika meselesi için bile tek başına yeterli olmayacağını belirtmek gerekiyor. İçeride ekonomik sorunlar, toplumsal hoşnutsuzluk, demokratik gerileme ya da hukukî öngörülemezlik koşulları galebe çalacak olursa, en yetenekli dış politika kadrolarının ve en mahir dış politika tedbirlerinin bile yetersiz kalabileceğini kestirmek elbette kehanet değildir.