Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
47,5072
Dolar
Arrow
40,4016
İngiliz Sterlini
Arrow
54,7428
Altın
Arrow
4457,0000
BIST
Arrow
10.595

Hava sıcak mı sıcak, gündem bunaltıcı mı bunaltıcı

Hava sıcak mı sıcak, gündem bunaltıcı mı bunaltıcı. Ülkemin adeta çatısı çatırdıyor. Bir şeylere sevinmem gerek. Aklıma sevgili iki dedem geliyor.  Onlarla ilgili, anımsadıkça beni çok sevindiren iki gerçek öykü paylaşacağım. Umarım sıkılmazsınız. 

Önce ortak yanlarını paylaşayım. İkisi de Darüşşafaka mezunu, yani yetim büyümüşler. Babamın babası Halil İbrahim, hattat bir aileden geliyor ve o nedenle de sonradan Yazıcı soyadını almış. Darüşşafaka’dan alül ül ala (en üstün) notlarla mezun olup, önce telgraf müdürlüğü yapmış, sonradan da maliye müfettişi olup Maliye Vekaleti müsteşarlığına kadar yükselmiş, 1925 yılında İzmir suikastına karıştığı gerekçesiyle idam edilen ünlü Osmanlı maliyecisi Cavit beyin ikinci adamı olmuş, 1926 yılında, üst düzey Osmanlı bürokratlarının emekli edildiği özel bir yasayla emekli edilmiş. Ben İbrahim dedemi göremedim.  Ancak çok sevdiğim ve bana çok şey öğreten rahmetli babaanneme, bu özel yasa gereğince emekli maaşı bağlanmamış. Sonradan anlamıştım, neden şişman torunu Hasan’ı görmeye her gelişinde bana yine neden sadece ufak bir kese kâğıdı kestane veya gofret gibi pahada hafif hediyeler getirdiğini. Aile içinde, kaynağı babaannemin dayısı Hamdullah Suphi Tanrıöver olan, şöyle bir rivayet de dolaşırdı. Meğer dedem emekli edildikten bir süre sonra Atatürk, İsmet Paşa’ya “İsmet, aramızda maliyeden pek anlayan yok. Eskiden Cavit vardı, onu da astık. Halil İbrahim diye bir çocuk varmış, ne dersin, onu yeniden görevlendirelim mi?” diye sormuş. İsmet paşanın cevabı ise kesinmiş: “Hayır, olmaz. Ona Cavit bulaşmıştır.” 

İbrahim dedemin sizinle paylaşmak istediğim hikayesi ise şöyle. Maliye teftiş heyeti başkanıyken bir ihbar gelir. Milli ve yerli bir grup cingöz, Düyunu Umumiye ’de görevli bir grup yine cingöz İngiliz’le çete kurmuş, Düyunu Umumiyenin ana görevi olan Osmanlı borçlarının hatırı sayılı bir miktarını otlanmaya başlamışlar. Dedem bunu duyar duymaz yanında çalışanlara emir vermiş. “Hazırlanın bir iki gün içinde Düyunu Umumiyeyi teftişe gidiyoruz.” Emri alanlar, afallamış. Dedemi vazgeçirmeye çalışmışlar. “İbrahim Bey, iyi düşündün mü? Hem orası yokuş yukarı (Dedemin çalışma yeri Vilayet, gidilecek yer ise daha yokuş yukarı, şimdiki İstanbul Erkek Lisesi binası). Senin kalbin var. Allah korusun.” Çalışanlardan bir tanesi ise daha ileri gidip onu zamanın dahiliye nazırı Talat Paşa’ya gammazlamış.  Paşa hemen telefona sarılmış. “İbrahim Bey, öyle Düyunu Umumiyeyi teftiş gibi Don Kişotluğa soyunma! Hem ben de gözledim, maiyetinde çalışanların önemli bir kısmı işe geç geliyor. Sen esas onlarla uğraş!” İbrahim bey yanıtlar: “Paşam anımsatırım, Düyunu Umumiyenin düzgün işlemesinden devletimiz, bunu denetlemekten de ben sorumluyum. İşe geç gelenlere gelince, ben de biliyorum, özellikle memurelerim sabahları vasıta bulmakta zorlanıyorlar. Şöyle bir önerim var. Saraya yakınlığınız malum (Enver Paşa gibi Talat Paşa da Osmanlı Sarayı’na damattır). Aracı olun, Saray Maliye’ye 10-15 fayton tahsis etsin. Ben o zaman bu hanımları sabah ezanında bile buraya getiririm.”  Talat paşa bu yanıta çok kızar ve dedemi hafta sonu tatili için makamında hapse mahkûm eder. Zamanın gazetelerinden birinde buna ait bir karikatür de çıkar.   

Annemin babası göz hekimi Dr. Yusuf İzzet’le ilgili öykümü anlatmadan önce dedelerimin yetim büyümeleri ve Darüşşafaka mezunu olmaları yanında bir ortak yönlerini daha belirteyim. Her ikisi de gün gelmiş paşa torunlarıyla evlenmişler. Belki demin Hamdullah Suphi’ye yaptığım göndermeden çıkarttınız, babaannemin dedesi Osmanlı’nın ikinci maarif nazırı Abdüllatif Suphi Paşa, anneannemin dedesi ise Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’nın kuşatmada da yanında olan silah arkadaşı, Müşir Adil Paşa. İzzet dedemi ben görebildim. Çocukluk yıllarıma ait çok kıymetli bir anı, zaman zaman kucağında, bana Savarona’yı gezdirmesidir. Yusuf İzzet dedem göz bebeğim gibi sakladığım bir İstiklal Madalyası sahibidir. En büyük oğluma da onun ismini verdim.   

Annem anlatmıştı. 1930 yılında dedem İzmir’de hekimlik yapmakta. Bir gün çat kapı evlerinin bahçe kapısında, dedemin gençlik arkadaşı Mustafa Muğlalı Paşa görünür. Anneme “Müzehher kızım, baban evde mi, ona acil bir şey danışacağım.” der. Annem de “Mustafa amca, babam evde yok ama biraz sonra gelir, isterseniz buyurun, o gelene kadar bir kahve için.” der. Annemin dediği çıkar ve birkaç dakika içinde dedem çıkar gelir ve aralarında şu konuşma geçer.  “Yusuf İzzet, sen hekimsin, benden de, bilirim, genelde daha soğukkanlısın. Bugün Ankara’dan ne yapacağımı bilemediğim bir emir geldi. Herhalde duydun Menemen’de büyük bir irticai olay oldu. Bir subayımızı şehit ettiler. Ankara’dan bana verilen emir Menemen’i haritadan silmem. Ne yapacağımı bilemiyorum.”  Dedem kısa bir düşünür ve şu yanıtı verir. “Mustafa, doğru düşünebiliyorsam Ankara bu emirden kısa sürede geri dönecektir. O nedenle sakın hemen emri yerine getiremem demek yerine, baş üstüne, hemen hazırlıklara başlıyorum de ve ancak işi biraz ağırdan al. Bak bugün Cuma tatilindeyiz, zaten her iş biraz yavaş gider.” Dedemin tahmini doğrudur. Emir kısa sürede geri alınır, Menemen yerinde kalır ve olay nedeniyle kurulan askeri mahkemenin başına da Tümgeneral Mustafa Muğlalı getirilir. 

Yazımı bitirirken aklıma birden rahmetli halamdan da bir aktarma yapmak geldi. Etrafta işler kötüye gitmeye başladığı zaman hemen anlatırdı. “Hasan 1918’de İstanbul işgal edildiği zaman ben 11 yaşındaydım. Şimdi oturduğum evden iki sokak ötedeki bir sokak Rum bayraklarıyla donanmıştı. Hatırlatayım, burası Ayvalık değil. Gerisini demeye dilim varmıyor, sen anla.”