Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
37,3825
Dolar
Arrow
36,0438
İngiliz Sterlini
Arrow
44,8984
Altın
Arrow
3357,0000
BIST
Arrow
9.779

Bir ilk: Devlet Sermaye çatışması

Günümüzde tanık olduğumuz genel eğilim ulusalcılık ve milliyetçilik akımlarının yükselişi ve sağ siyaset anlayışının yaygınlaşmasıdır. Devletlerin tedricen iç dünyalarına çekilmesi, geçmiş dönemlerde gördüğümüz şekliyle, sermayenin devlete karşı yürüttüğü bir operasyon olmayıp, tam tersi, tarihte ilk kez devletin sermayeye karşı giriştiği politika olarak gelişmektedir.  Gerçekten de, tarihin her aşamasında sermaye devinimlerine koşut ve güdümlü olarak şekillendiği gözlemlenmiş olan polimorfik karakterli devlet yapılanmasının bu kez sermayeye karşı otoritesini dayatmaya başladığı gözlemlenmiyor. 

Son manzaradan geriye doğru kapitalizmin tarihsel sürecine baktığımızda, bir sistem olarak kapitalizmin, sermaye gereksinimlerine göre şekillendirilmiş devlet olgusunun işleyiş modeli olduğunu görürüz. Ne özelleştirmeler, ne de sermayenin tüm yerküreyi dolaşması kapitalizmin ruhuna aykırıdır. Tam tersi, bizatihi devletin sosyal politikalarla sisteme müdahalesi, sistemin işleyişine doğru fakat özüne aykırı idi; sosyal demokrasi ya da farklı şekilde farklı biçimlere sokulmuş olan uygulamalar da, özünde değişiklik yapılmadan, tıkanıklığı bertaraf amacıyla işleyişi değiştirilmiş, saflığından uzaklaştırılmış şekliyle ‘modifiye kapitalizm’ idi. 

İskoç iktisatçılarının inşa ettiği sistemin orijinal haline baktığımızda, küçük devlet, serbest piyasa ekonomisi, denk bütçe, nötr ya da tarafsız vergi sitemi gibi konular, neoliberalizmin dayattığı konularla örtüşmüyor mu? Benzer şekilde, neoliberalizm de, temellerinin atıldığı gerek Walter Lippmann Kolokyumu’nda, gerek Mont Pelerin toplantılarında dile getirilen tezle, yaşanan krizlerin kapitalizme müdahalelerle özünden uzaklaştırıldığı gerekçesine dayandırılarak, sistemi özüne uygun yapılanmayla yeniden yaşama geçirme tasarımı etrafında şekillendirilmedi mi?

Hal böyle olunca, neoliberalizmin kapitalizmin sermaye gereksinimlerine uygun bir durağı olduğu gerçeğini görmemiz gerekmektedir. Bu durum bize şunu ifade eder: birinci olarak, neoliberalizm, yeni bir sistem ya da model olmayıp, sermayenin gereksinimlerine göre sermayenin şekillendirdiği kapitalizmin özüne çok daha yakın bir tarihsel duraktır; ikinci olarak da, bu durağın sonlandırılarak başka bir durağa geçiş de sermayenin devinimleri çerçevesinde diyalektik süreç gereği yaşanacaktır. Dolayısıyla, sıfırdan başlatılan bir şey olmadığı gibi, değişen ya da terk edilen bir öz de yoktur. Ondan dolayıdır ki, üst-yapı dokularda görülen özeleştirme ya da serbestleştirme gibi çarpıcı değişiklikleri sosyologlar “dönüşüm” olarak algılar ve nitelerken, sistemin özü üzerinden değerleme yapan iktisatçılar süreci salt “değişim” olarak algılar ve nitelerler. Şu hale göre, neoliberalizm başladı ya da bitti gibi anlamsız ifadeler, uygulama alanı itibariyle, sosyolojik açıdan anlamlı olabilir, fakat sistem mantığı açısından kapitalizm içinde ancak geçici bir süreç ya da sermaye yararına uygun olarak geliştirilmiş bir tarihsel durak olarak algılanır.  

Sermaye, küreselleşme süreciyle toplum ve devlet üzerindeki hâkimiyetini zirveye taşımıştır. Üstelik de sermaye bu aşamasını bizzat devletler yardımı ile gerçekleştirmiştir. Feodalizmden kapitalizme geçişte dış rekabete ve iç saldırılara karşı devleti yanına almış olan sermaye, güçlenip, küresellşeme üzerinden piyasalarını uluslararası arenaya taşırken bağlı olduğu merkez ekonomi devletini de, sömürülen uluslar devletlerini de emrine alıp, kendi kurallarını yerkürede başat kılarken genişlemesinin sınırlarına ulaşmış oluyordu. Piyasa sınırlarını genişleten sermaye, genişlemenin sınırlarına varana dek, azalan kâr hadleri sorununa da, vergi kaçırma konularına da uygun çözümler üretebiliyordu. Bu aşamada sermaye iki açıdan tüm dünyaya dişlerini göstermeye başlamıştır. Birincisi, küreselleşme sürecinde büyüyen ve uluslararasılaşan sermaye özüne has her alandaki sömürücü yüzünü gizlemeyerek, vatanını terk ediyor ve gerek istihdam sağlama gerek vergi ödeme şeklinde devlete hizmetten kendisini azat etmiş oluyordu. Zira ana devlette sürdürdüğü faaliyetleri esnasında oluşturduğu sömürü birikimlerini gerek finans sermaye gerek üretici sermaye olarak ulus içinde değil, daha yüksek kâr amacıyla uluslararası alanda hizmete sokarken, bağlı olduğu devletine hem istihdam sağlama, hem de vergi ödeme sorumluluğundan kurtuluyordu. İşte, bu sürecin beklenmedik sonucunda bugün geldiğimiz noktada, belki de tarihte ilk defa devlet-sermaye çatışmasına tanık olmaktayız. Aslında böyle bir sonuç pekâlâ bekleniyordu, fakat sermayenin hâkimiyetindeki ana-akım iktisat öğretisi böylesi olası sonuçları ya algılayamadı ve/veya sermaye korkusu altında kamuoyundan gizledi. Neoliberalizmin kapandığı görüntüsü ile algıladığımız yeni krizler ve ulusların içe kapanmaları böyle bir çatışmanın izlerini sergiliyor. Kısacası, merkez ulus devletlerin yaşadığı bu kriz sosyo-ekonomik içerikli bir devlet yönetim krizidir. Reel sermayenin ülkeyi terk etmesi istihdam sorunu yaratırken, yurt dışında kazanılan kârın ülkeye değil de, vergi cennetlerine gönderilmesi de kamu bütçesini olumsuz etkileyerek toplumsal sorunlara yol açabilmektedir.

Küreselleşmenin merkez devletleri sürüklediği ikinci kriz sebebi de, ticaret hacmi ve bileşiminde ortaya çıkmaktadır. Üretimlerini çevre ekonomilere yayan firmalar, ürünlerini merkez ülkelere ihracat yoluyla sokarlar. Bu durum, yani çevreye yayılan merkez ülke üreticilerinin ürünlerinin merkez ülkelere ihracat yoluyla sokmaları merkez ülkede cari açık soruna yol açar. Cari açığın finansmanının kamu borçlanması yoluyla kapatılması ise faiz haddinin yükselmesine neden olarak temettüleri reel yatırım alanından finansal alana yönlendirerek bir kez daha istihdamı olumsuz etkiler. 

Bir yandan bütçe kısıtı, diğer yandan cari açık ve istihdam sorunları ile baş başa kalan devletler oligarşik politikalara sürüklenirken, aynı zamanda söz konusu ülkelerde siyaset alanında da milliyetçilik akımlarının yükselmesine neden olur. Kaba hatlarıyla böyle özetlenebilecek sermayenin küreselleşme etkisi devlet olgusu ile sermaye dokusunu karşı karşıya getirmiş olmaktadır. Bu süreci araçsal devlet anlayışından amaçsal devlet anlayışına yöneliş olarak tanımlayabiliriz. Son kozu hangisinin oynayacağını, kimin galip geleceğini bekleyip göreceğiz; hatta üretici sermayenin mülkiyetinin özel kesimden kamu kesimine-devlete geçtiğine dahi tanık olabiliriz belki de, bekleyip, göreceğiz!