Bugün sizlerle tartışacağım konu ülkenin gelmiş olduğu durum olmayıp, bugünkü statik durumun tarihsel hangi dinamiklerin bileşkesi olduğu üzerinde kısa bir gezinti yapmaktır. Önce şu anlayışta anlaşalım ki, her ülkenin ekonomik koşulu o ülkenin içinden geçmiş olduğu sosyo-ekonomik koşulların bileşkesidir. O nedenledir ki, tarihsel anlatımlardan farklı olarak nedensellik analizi üzerine kurulu bir anlatımda ele alınan ülkenin ya da ekonominin hangi tarihsel duraklardan geçtiği irdelenmelidir. Bugünkü tartışmamızda bu mantıktan hareketle, yüzümüzü kızartan günümüz koşullarına hangi duraklardan geçerek gelmiş olduğumuzu irdelemek istiyorum.
Hemen belirtmen gerekir ki, bu tür analizlerde uygulanan dünya ekonomik sistemi ve global sistem içinde ülkenin konumu çok temel bir belirleyicidir. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken dünyaya hâkim ekonomik sistem birinci sanayi aşamasını kapatma aşamasındaki kapitalizm, Türkiye ise merkez kapitalist ülkelerin kapitülasyon hâkimiyetinde çevresel konumlu bir ekonomi idi. Meseleyi daha da derinleştirirsek, Türkiye Cumhuriyeti ikinci küresel krize sürüklenen kapitalist dünyada çevresel konumlu bir ekonomi olarak dünyaya gözlerini açmıştır.
Konuya biraz yoğunlaştığımızda merkez ülkelerin krize sürüklendiği bir dönemde ulus devletin kuruluşunda, ülkenin ekonomik ve siyasi istiklal kazanma azmi kadar, aynı zamanda da kapitalistlerin baskısı ve güçlü bir Komünist blokun kuzey komşu koruyuculuğa soyunmuş olmasının ciddi etkenler oluşturduğu anlaşılır. Bu bağlamda kapitalist dünyanın içine sürüklendiği ekonomik krizler kadar Komünist dostlara da minnettarlığımızı ifade etmenin tarihsel görevimiz olduğunu düşünmekteyim.
Merkez ekonomiler küresel krize sürüklenirken çevresel konumlu bir ekonomin oluşturulması ve çok uluslu imparatorluktan tek ulus tanımlı ulus devlete dönüştürülmesi iktisat teorisyenleri kadar iktisat tarihçilerinin üzerinde kafa yorarak, ekonomik kanıtlarıyla ortaya koymaları gereken bir konudur. Biz bu meseleyi iktisat tarihçilerine bırakarak, ülkeyi bugünlere taşıyan ara durakları irdeleyelim.
İlk ağızda söylemem gerekir ki, Osmanlı'nın pejmürde durumu Osmanlı'dan çok merkez kapitalist ülkeleri rahatsız ediyordu. Zira Osmanlı İmparatorluğu merkez kapitalist ekonomiler için çok geniş, belki de tarihte misli görülmüş en büyük, en yaygın sömürge alanı oluşturuyordu. Ne var ki, Sovyetler'in kurulması ve en hızlı gelişme dönemlerini yaşadıkları dönemde Osmanlı'nın içi çökmüş bir kabuktan oluşan İmparatorluk görüntüsü artık kapitalist blok için komünizmin yayılması bağlamında ciddi tehlike arz ediyordu. Bu durumda, Komünistler yerine kapitalistlerin duruma el koyması ve bölgede hâkimiyet kurarak, Komünistlerin güneye sızmalarının önlenmesi kapitalizm adına yapılması gereken önemli bir müdahale idi. Ancak, kapitalistlerin emperyalist emelle işgal ettikleri alana komünistlerin de duhulüne bir engel yoktu, tam da Bakü Konferansının toplandığı ve Osmanlılardan da bazı temsilcilerin konferansa katıldığı dönemde kapitalistler açısından durumun vahameti sıcaklığını korurken. Bu konuları da iktisat tarihçilerine ve siyaset tarihçilerine bırakalım ve kuruluş sonrası ekonomik duraklarımıza bir göz atarak, bugünlere nasıl taşındığımızı yazı boyutunda kısaca tartışalım.
Önce kuruluş sistemi olarak Cumhuriyet yönetiminin kapitalist sistemde doğduğunu ortaya net olarak koyalım. Kuzey komşumuza ve Batılıların Osmanlı'yı sömürmesine rağmen sosyalizme değil de, kapitalizme yönelişin ekonomik güç ilişkilerinden çok tarihsel sebepleri olduğu düşünülmelidir. Şöyle ki, ekonomik sistemler anlık dönüşümlerden çok, zaman içinde yaşanan istihaleler sonucu ortaya çıkan üretim ilişkileri bütünüdür. Osmanlı İmparatorluğu Türkiye Cumhuriyeti'ne dönüşürken bırakalım birinci sanayi aşamasına dahi gelememiş bir ekonomik yapı olma meselesini bir tarafa, ülke henüz ileri düzeyde bir tarım ülkesi niteliğinde dahi değildir. Hal böyle olunca sosyalist devrime destek olacak proleter olmadığı gibi, Osmanlı dönemi sosyalizme geçiş yapılarından da yoksundu. Zaten 1923 yılında, Lozan'da son ve kesin imzalar atılmadan önce İzmir'de toplanan İktisat Kongresi'nde özellikle Aşâr'ın kaldırılması ve bizim yasalara tabi olmaları koşuluyla yabancı sermayeye gereksinim olduğu yolunda Mustafa Kemal'in açık beyanları da, gerek içte aşiretlere gerekse merkez emperyalistlere açık mesaj olarak görülmelidir. Bu koşularda devletin kurulması kimi kaynaklara göre merkez kapitalist blokun, özellikle de İngilizlerin etkisinin sonucu, kimi kaynaklara göre ise Anadolu halkının mücadeleci iradesinin eseridir.
Bu tartışmayı da tarihçilere bırakarak fiili görüntüye bakarsak, ilk dönem olan 1923 - 1929 yılları aralığında emperyalist baskı ve denetim altında bir yönetimle karşı karşıya kalırız. Tarihte kahramanlar değil, ekonomik koşullardır etkili son sözü söyleyenler! Fakat nesnel koşullar üzerinde karar sahibi olan öznel unsurlar da devreye girdiğinde tarihin akışı üzerinde etkili olurlar. İşte bu dokudur ki, Osmanlı'nın çöküşüne yol açan ekonomik geriliğin silinmesi ve dünya kapitalizmine ayak uydurulması kararı gerek 1930'lar Devletçilik dönemindeki inanılmaz hamleler, gerek İkinci Paylaşım Savaşı'na dek dönemdeki yüksek azim ve irade ile yapılan çalışmalar bugün AKP'nin silmeye çalıştığı ekonomik temeli oluşturmuştur.
Devletçilik uygulamaları ve 1938 yılına kadar olan dönemde yapılmış olan alt-yapı işleri ve sanayileşme hamlelerinin Türkiye'de girişilen kalkınma hamlelerine katkıları burada saymaya gerek olmayacak kadar önemlidir. Türkiye üzerin yazılmış hemen hemen tüm eserlerde, İngiliz ve Batı etki ve baskısının sürdüğü, kabotaj hakkının olmadığı ve gümrüklere hâkim olunmadığı 1923-1929 dönemi hariç, İkinci Paylaşım Savaşı dönemine kadar olan kısa sürede gerçekten çok ve büyük atılımlar yapılmıştır. Fakat 1938 ve sonraları, maalesef Türkiye'nin emperyalizme teslim olduğu dönemler olarak tarihe geçmiştir.
Türkiye'nin emperyalizme teslim olma tarihi 1950 seçimleri ile Menderes idaresinin işbaşına geçmesi ile gerçekleşmiştir. 1950 ile başlayan Menderes döneminde ticari serbesti uygulanarak, ticari emperyalizm dönemde yüksek bir cari açıkla 1958 moratoryumu yaşanmıştır. Paris anlaşması olarak bilinen 1958 anlaşmasında ağır borçlar vadelere yayıldı, devalüasyon yapıldı ve Türkiye 1961 Anayasası ile planlı döneme ve korumacı ithal ikameci uygulamaya geçti. Ne var ki bu dönemde de montaj anlaşmaları yoluyla Türkiye montaj emperyalizmi dönemine girdi. Kıbrıs çıkarması ve ülkeye uygulanan ambargo nedeniyle 1979 yılına krizle giren ülke, 1980'erde finansal dönemde finansal emperyalizm ve sıcak para operasyonları ile finansal sömürü, diğer bir ifade ile finansal emperyalizm altına alınmış oldu. Nihayet 2000 IMF programı ile de neoliberal emperyalizme savrulan Türkiye, müzmin cari açık, müzmin borç stoku ve müzmin tasarruf açığı ile günümüzde de planlama anlayışından Orta Vadeli Program anlayışına geçerek yoğun şekilde finansal sömürü altına girdi. Nitekim günümüzde yaşadığımız sıkışıklıkların tek çaresi olarak sıcak para girişlerine el bağlanmış bulunmaktayız. Şu husus akılda tutulmalıdır ki, finansal aşama üretim aşamasındaki sömürüden çok daha hızlı de yoğun sömürü aşamasıdır. Hiçbir ülke, hele de 85 milyonluk Türkiye finansal sömürü ile bir yere ulaşamayacağı gibi, tam tersi, her gün biraz daha gerilere gitmeye mahkûmdur.
Çok Okunanlar

Bahçeli Modeli!..

Fahrettin Altun sessizliğini Ekrem İmamoğlu için bozdu

İki gün boyunca sevgilisinin streç filme sarılı cesediyle yaşadı

Meclis'te yeni bir parti mi kuruluyor? 'Erdoğan yeni bir parti kurmasını isteyec

Ümit Özdağ, Ekrem İmamoğlu ve Melih Gökçek karşılaştırması yaptı

ORC bu kez genç seçmenleri araştırdı: Aradaki makas açıldı

Yeni açılım sürecinin yol haritası netleşti!

Siyasette yeni ittifak söylentileri...

Ahmet Davutoğlu, partisinde yaşanan istifalara dair sert tepki gösterdi

Demirtaş’a tahliye freni Öcalan’dan mı geldi?