Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
48,1615
Dolar
Arrow
41,1780
İngiliz Sterlini
Arrow
55,6235
Altın
Arrow
4755,0000
BIST
Arrow
11.288

Kurulmuş meclis anayasa yapabilir mi?

Ben bir anayasa hukukçusu değilim. Fakat İktisat Fakültesinde anayasa dersimizde Prof. Dr. Hüseyin Nail Kubalı Hoca bize aynen Hukuk Fakültesinde uyguladığı programı uyguladı, bundan dolayı bu konuda derinliğine olmasa bile, bir vatandaş olarak az çok bilgi sahibi bulunaktayım. Bize okutulana göre, mevcut anayasaya uyarak yemim edip göreve başlamış olan “kurulumuş meclis” statüsündeki bir meclis tümüyle yeni bir anayas yapamaz, ancak mevcut anayasada değiştirilmesi gereklen bazı maddeleri, mevut anayasanın genel ilkelerine uygun olarak değiştirebilir ya da yeni hükümler koyabilir. Durum bu iken, anayasaya göre kurulmuş meclis statüsünde olan mevcut parlamento, yani kurulmuş meclis hiçbir şekilde yepyeni bir anaya yapamaz. Ancak, vahim olan görüntü şudur ki, yeni bir anaya yapılabilme yolunun açılabilmesi için, maalesef ülke bütünlüğünün dahi tehlikeye atılmasında bir beis görülmemektedir. 

Bir anayasanın kimliği, aynı zamanda devletin kimliği niteliğindedir. Anayasanın kimliği üretim araçları üzerindeki mülkiyet ilişkisi bağlamında belirlenir. Anayasada tanımlanan mülkiyet ilişkisi ve tanımı anayasanın halk tarafından mı, yoksa sermaye tarafından mı yapılmış olduğunun göstergesidir. Sermaye araçları üzerinde özel mülkiyeti belirleyen bir anayasa taslağının halkoyuna sunulması ve halkın büyük ekseriyeti tarafından kabul görmesi, tam bir cehalet ve yanlış bilinçlenme olarak kapitalist sistemin toplum üzerinde oluşturduğu örtülü baskı sonucudur. Yanlış bilinçle davranan halk özel mülkiyete yer veren anayasa taslağını kabul ederken toplumsal körlükle kendini mahkûm ettiğinin farkına varamaz. Bu durum salt anayasaya özgü olmayıp, tüm hukuk sitemi için de geçerlidir. Dolayısıyla devlet yapılanması aslında sermaye çıkarını perdelerken genel halka özgürlük ya da demokrasi görüntüsü verebilir ya da böylesi parlak ifadeler altında sahte görüntü sergileyebilir. 

Anayasa-devlet ilişkisine baktığımızda benzer perdeleme devlet yapısı ve politikalarında da görülür. Gerek Thomas Hobbes’in Leviathan devlet kuramında, gerek özünde burjuva olmayan Hegelci devlet yapılanmasında kısmi özgürlük ve huzurlu bir ekonomik yaşam taahhüdü görürüz. Fakat İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde Avrupa ve hemen hemen tüm kapitalist ekonomilerde uygulanan sosyal devlet olgusunun çökmesi sonucunda Marksist düşünürler devleti gerçekçi analiz ve yorumlama ile farklı şekilde ortaya koymuşlardır. Çoğu Marksist olmamakla beraber, ABD’de James O’Connor, İngiltere’de ise Bob Jesop’un öncülüğünü yaptığı görüşlerde devlet ile hükümeti birbrinden ayırılırken, aynı zamanda devletin görevleri de klasik görüşten çok farklı tanımlamıştır. Ufak farklılıkları bir tarafa bırakarak, hem O’Conor hem de Jesop yaklaşımlarında devlet, burjuvazi’nin kamusal aracı olarak, özel sermaye birikimine katkı yapmakla yükümlü siyasal ajan olarak tanımlanır. Özel sermaye birikimine katkı yapmakla sorumlu olan devlet, sistemin meşrulaştırılması ve idamesinin sağlanabilmesi için de toplumun bazı kesimlerine ilk bakışta sermayenin çıkarına ters olmakla beraber sisteme meşruiyet sağlayıcı ve toplumsal rızayı oluşturucu hizmetler sunmakla yükümlü kılınmıştır. Devlet konusunu açıklığıyla gündeme taşıyan Ralph Miliband devleti sermayenin tüm işlerini örtülü ifadelerle çıkardığı yönetmelikler ya da yasal düzenlemelerle yaptığını ileri sürerek devleti “sermayenin değneği” olarak tanımlar. Miliband daha da ileri giderek, şirketlerin çeşitli kamu karar kademelerine elemanlarını sokarak kamusal kararların sermaye yönünde alınmasını sağladıklarını iddia eder. Nichos Poulantzas ise Miliband’dan da ileri giderek şirketlerin devletin çeşitli kademelerine eleman sokmalarına gerek kalmadan, devlet aygıtının zaten burjuvazinin gerekleri doğrultusunda çalıştığını ileri sürer. 

İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde ortaya çıkan söz konusu görüşler de, günümüzde değişen uluslararası sermaye yapılanması ve ekonomi koşullarına bağlı olarak değişikliğe uğramaktadır. Günümüzün neoliberal ekonomi koşullarında sermayenin kökenine ve piyasasını genişletmesine koşut olarak ulusal devletlerin yapılanmasında da değişiklikler yaşanmıştır. Sermayenin söz konusu değişimlerine pararlel olarak, burjuva devletleri de uluslararası burjuva devleti niteliğine dönüşmüşlerdir. Ulus devlet yapısı görünümünde ulusal sermayeye hizmete soyunmuş olan devlet yapısı, sermayenin uluslararsılaşması döneminde uluslararası sermayenin çıkarı lehine yönelmiş bulunmaktadır. Bu gelişmeler doğrultusunda anayasal hükümler de, toplumsal yarar anlayışı da değişime uğrayarak, özelleştirme uygulamalarıyla ulusal birikimler bu kez uluslararası sermayenin hizmetine sunulmaktadır. Kapitalizmin bir aşaması olarak neoliberalizm toplumsal yaşamı iyileştirici değil, insan ruhunu ve toplumu çürütücü bir sistem olarak çağımıza hâkim olmuştur.  Engels de kapitalizmin emekçiler üzerindeki etkisini “sosyal cinayet” olarak niteler. Günümüz neoliberalizm koşullarında Keynesgil sosyal devlet politikaları geri planda olarak, emekçinin işine sadece emeğini değil, ruhuyla tüm varlığını koyması istenmektedir. Küresellşeme akımı ulusal devletleri ulusal politikalardan uluslararası sermaye politikaları hizmetine yönlendirmektedir. Bu koşullarda tüm ülkelerde, fakat gelişmekte olan ülkelerde daha da yoğun olarak, esnek istihdam, işsizlik, düşük ücret gibi yöntemlerle emek üzerine baskı yoğunlaşmaktadır. Bu süreçte giderek sertleşen AKP de uyguladığı politikaları perdeleyici kılıf olarak dinciliğe sarılmaktadır. Yükselen tarikatlar gölgesinde dinciliğe sarılan AKP, bu yolla bir yandan ezilenlerin tepkisini pasifize ederken, diğer yandan da baskıcı politikasına kadife eldiven giydirme gayreti içindedir. Emperyalizmin sıkıştırması ve politikanın çaresizliği neticesinde topluma yedirilmeye çalışılan baskıcı anayasayla birlikte doğal olarak devlet de yeni ve farklı bir yapılanmaya yönelecektir.

2000-IMF projesi ile uygulanan emperyalist politikalar “neo-liberal emperyalizm” modelidir. Bu modelde sorun salt halkın üzerindeki aşırı yük olmayıp, onun yanında, ulusal ve yerel yönetimlerin ulusal ve yerel çıkarlar aleyhine uluslararası sermaye çıkarına hizmete yönelmeleridir. Henüz somut anayasalara yansımamış olan, tasarlanan bir anayasada bu denli aleni yansımasının da olası olmayan böylesi hükümleri taşıyan kurallar bütünseli yeni uluslararsı sermaye oluşumu bağlamında ülkemize dayatılan soyut anayasa modeli olarak görülmelidir.

Şimdi, bu koşullar ve uluslararsı dayatmalar altında, Türkiye’de var olan iktidara “meşruiyet” kazandıırılarak iktidarda tutunmasının sağlanması karşılığında Türkiye’nin nelere gebe bırakılacağı tüm ulusu rahatsız eder bir durumdur. İşte, yeni anayasa dayatmalarında, siyasal beka dürtüsü(!) ile girişilecek bir anayasa yapımı amacıyla kimlerle hangi bedeller karşılığında hangi konular üzerinde nasıl müzakere edildiği ve edileceği, sonuçta ne tür anlaşmaya varılacağı ulusal beka ve güvenlik açılarından fevkalde kuşkulu konulardır. Hal böyle olunca, iktidar hırsı ile emperyalizme yanaşarak bir anayasa yapma çabası yerine, usulüne uygun şekilde kurulacak bir “Kurucu Meclis” marifetiyle yeni bir anayasanın hazırlanması, hatta partiler yasasının gerekli şekilde gözden geçirilerek yeniden yazılması işlemleri tamamlandıktan sonra partilerin seçim  yarışına girmeleri yoluna gidilmesi en salametli yol olarak görülmeklidir.