Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,2401
Dolar
Arrow
34,4862
İngiliz Sterlini
Arrow
43,5545
Altın
Arrow
2962,0000
BIST
Arrow
9.367

Üniversite'ye (Akademi'ye) dair tevatür ve gerçek

Özgür Üniversite, adıyla müsemma bir vakıf kuruluşudur. Konuşmacıların gönüllü iş yaptığı bu kuruluşta çok çeşitli alanlarda dersler ve kurslar yapılır. Özgür Üniversite’nin kış dönem açılış programında “Üniversiteye (Akademi’ye) Dair Tevatür ve Gerçek” konulu konuşmalar yapıldı. Toplam sekiz konuşmacının katıldığı bu toplantıda ben de, aşağıda kısa özetini verdiğim bir konuşma yaptım. 

            Başlıktaki “tevatür” ifadesini “gerçek” ifadesi ile birlikte ela aldığımızda, anlağım kadarıyla, kastedilen, toplumun en üst düzeyli düşünce ve bilim üretim merkezi olarak görülen ve toplumu aydınlattığı tevatür edilen, yani ağızdan ağıza yanlış olarak dillendirilen  ya da böyle tasavvur edilen üniversitenin (akademinin) gerçekte ne tür bir kurum olduğunun sergilenmesidir. Ben, bu anlayışla yapmış olduğum konuşmamın başlığını, benim alanım olarak, “İktisat Öğretisinde Epistemoloji Sorunsalı” olarak saptadım. Bu saptamadaki amacım, iktisat öğretisinde/eğitiminde topluma yansıtılanlarla gerçekte yaşananlar arasındaki farkı sergileyerek, üniversite (akademi) kurumu ile neyin anlaşıldığı, neyin anlaşılması gerektiği, bu bağlamda kurumun aslında aslî görevinin ne olduğunun gösterilmesi idi.       

            Epistemoloji, yaşananları ya da yaşamdaki süreçleri (ontoloji) ifade eden, anlatan ve açıklayan felsefî alandır. Bu alandaki çalışmaların tarihçesine kısaca baktığımızda karşımıza ilkin 1596 ile 1650 tarihleri arasında yaşamış olan René Descartes çıkar. Kartezyen (Cartesian dualism) görüş olarak da anılan bu sistem dikotomik yapıda, gözlemlenen ve gözlemleyen olarak ikili olgu barındırır. 1500’lerin sonu ve 1600’lerde yaşamış olan John Locke da ikili yapıda bir düşünce sistemi kurarak, emek ve doğa bileşimi sonucunda oluşan değerin sahibinin emek olduğunu ileri sürmüştür. Zamanla ekonomik işleyişin değişmesi ve şekillenmesi filozofları basit ikili yapıdan, daha doğrusu psikolojik algılamadan zihinsel mantık yapısına yönlendirmiştir. Nitekim 1848 ile 1925 yıllarında yaşamış olan Gottlieb Frege felsefenin psikolojinin etkisinden kurtarılması gerektiğini ileri sürmüştür. Frege’e göre, felsefe mantıksal esasa dayandırılmalıdır. 1872 ile 1970 yılları arasında yaşamış olan ve analitik felsefe okulunun kurucusu Bertrand Russel da olguların (ontoloji) anlaşılmasında mantığın asıl olması gerektiğini öne sürmüştür. Aynı görüşü 1861 ile 1947 yılları arasında yaşamış olan Alfred North Whitehead de ileri sürmüştür. Nihayet, 1889 ile 1976 yılları arasında yaşamış olan Martin Heidegger ise varoluşsal görüşü ileri sürerken, bireyin kendi varoluşunu algılamasının bir olgunun ya da oluşumun varoluşunun algılanması ile ilgili olduğunu savlamıştır. Bu sav 1930 ile 2002 yılları arasında yaşamış olan Pierre Bourdieu’nun örtülü hâkimiyet (criptic hâkimiyet) görüşü ile de çakışır. Algılamamızda ne denli yansız olabileceğimiz Bourdieu’nun bireylerin “üretilmiş ürünler” olduğu tezi ile açıklanmaktadır. Düşünce oluşumunda mantığa önem veren Thomas Kuhn da, paradigma değişikliğinin araştırmacıları gerçeğe taşıyacağı fikrine karşı çıkmış ve akılcılığın öne çıkması gerektiğini savunmuştur. Teoriler zarftır, işin esası ise mazruftadır, mazrufun anlaşılması ise ezbercilik ya da şekilcilikle değil, akılcılık yoluyla irdelenmesini gerektirir.

            Sermaye gelişmiş, hatta Politik İktisat Ekolü de zamanını tüketmiş, İngiltere’de 1840’lar Sanayi Devriminin dehşetinin bütün şiddetiyle sürdüğü dönemde artık Karl Marx ve Engels sahnededir. Epistemoloji olgusu Marx’da belirgin olarak verilmemiştir. Ancak gerek Marx, gerek Engels bu konuda Hegel’e çok şey borçlu olduklarını açıkça ifade ederler. Bu bağlamda Marx’ın ünlü ifadesini rehber olarak sunmanın yararlı olduğunu düşünüyorum: “Şeylerin görünüş biçimleri ile özleri dolaysız olarak çakışsaydı ilim tümüyle gereksizleşirdi. Artık sermaye kategorik olarak sahnede ve tüm ezici etkisiyle emekçileri ve halkları sömürü altına almış bulunmaktadır. İşte, Politik İktisat görüşü marjinalizm ertesi sübjektif iktisat görüşüne dönüşürken, metanın değerinin belirlenmesinde doğal unsurlar ile psikolojik unsurların oluşmasında iktisat bilimi kendisine birinci yol olan reel oluşum yolunu değil, sübjektif yolu seçiyordu. Bu seçişle sermayenin bilim üzerindeki ağırlığı artmaya başlamıştır. Marx’ın Ricardo eleştirisi de, sömürüyü bulamamış olması görüşünde düğümlenir olmakla beraber, Smith de dâhil olarak politik iktisatçıların hiç değilse meta üreticisinin emek olduğunu kabul etmeleri, henüz oluşumun netleşmediği bebek döneminde bir mazhariyet olarak görülebilir. Buna rağmen, ana-akım iktisat öğretisinde Marx’da olduğu üzere meta üretimi ile değil de tüketici tercihleri ile başlanması, sermaye başatlığının ana-akım iktisattaki en belirgin dayatması olarak kabul edilmelidir. Kapital’in birinci cümlesinin “Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği, ‘muazzam bir meta yığını’ olarak görünür..” ifadesi de, emek-değer teorisini benimsemiş politik iktisat okuluna yöneltilen, muazzam meta üretimini gerçekleştirmiş olan emekçilerin haklarının niçin korunmadığı mealinde bir tür nazik sorgulama olarak görülebilir.

            Klasik iktisat ekolü o denli sermaye yanlı davranışa girmiştir ki, Paul Samuelson, Frank Hahn ve Milton Friedman gibi Nobel ödüllü anlı şanlı ünlüler de sermaye hâkimiyetini benimsemiş ve teorilerini bu görüş üzerine kurmuşlardır. Bu ve benzeri ana-akım iktisatçıların öğretisi, bireylerin nasıl düşüneceklerini değil, neyi düşüneceklerini telkin eder. Diğer bir ifadeyle,  ana-akım iktisat öğretisi analitik ve çözümleyici düşünceyi değil, skolastik ve ezberci yöntemi telkin eder, çünkü artık sermaye başat olmuş ve salt emeği ve halkları değil, toplum üzerinde etkili olabilecek bilim dünyasını da, özellikle de ekonomi öğretisini, sömürücü etkisi altına almıştır.

            Böylesi ağır baskılayıcı öğreti ve telkinlere karşı direnişlerin oluşumu da diyalektiğin doğal sonucudur. Bu konuda birkaç örnek vermek gerekirse, ünlü Marksist John Weeks, bir eserinde Ortodoks papazların bilimin gelişmesini önlediği gibi, ana-akım iktisat öğretisinin de insanın düşüncesini hapsettiğini ifade etmiştir.

            1968 Paris öğrenci hareketlerini izleyen dönemde Manchester Capitalism serisinden yayınlanan The Econocracy başlıklı eserin alt başlığında, kendini bilen her iktisatçıyı rezil edebilecek şu ifadeye yer verilmiştir: “İktisadı eksperlere bırakmanın tehlikesi”. Ünlü iktisatçıların yazılarının bulunduğu bu çalışmada, iktisadın tek seslilikten kurtarılması, otistik yapısının yıkılması, metodolojik bireyselcilik görüşünün terk edilmesi gibi fikirlere yer verilmiştir. Özel sektör analizlerinde kâr saptaması, kâr ençoklaştırması ve kâr ile sömürü arasında ilişki kurulmaması sermaye başat düzenin iktisat öğretisindeki çok net yansımalarıdır.

            Ana-akın iktisat öğretisinin kamu alanındaki sermaye yanlı yansımalarını da devlet teori ve tanımında bulabiliriz. Ana-akım öğretisinde başat klasik devlet tanımı kısmen Alman, kısmen İtalyan kamu ekonomisi alanından süzülerek gelen nitelemelerle, kaynak dağılımı, gelir dağılımı ve istikrar fonksiyonu üzerine kurulu üçlü tasnifle işlenir. Richard Musgrave ve James Buchanan gibi ünlü isimlerin ortaya attığı ve geliştirdiği bu tasnife gerek Bob Jessop, gerek James O’Connor’un itirazı çok yerinde ve açıklayıcı olmakla beraber, ana-akım öğretide hak ettiği yeri bulamamıştır.

            Sonuç olarak; üniversite sistemden kopuk, başlı başına özgür bir kurum değildir, olamaz da. Üniversite, kapitalist sistemde, devlet aracılığı ile sermaye hâkimiyetinde örgütlenen ve sermaye yararına faaliyet gösteren bir kamu kurumudur. Üniversitenin akademik özerkliği Bourdieu’nun “sembolik şiddet” görüşü ile sınırlıdır. Üniversitenin mali özerkliği ise, KİT benzeri ürününü satabilmesi ve kendi bütçesini yapabilmesi anlamına gelir ki, bunun anlamı üniversitenin paralı eğitimle piyasaya açılmasıdır. Bunu önlemenin yolu üniversiteyi mali olarak genel bütçeye bağlanmak ve genel bütçeden aktarılan kaynakları üniversite içinde gereksinmelere göre dağıtmaktır. Ancak bu çözümde de karşımıza sermayenin politik ajanı devlet çıkmaktadır. Şu halde; meseleyi bütünsellik içinde sermaye sistemi olarak ele almak dışında bir seçenek kalmamaktadır. Hal böyle olunca, üniversiteye değil, sisteme odaklanılmalıdır. Zira işin odağında sermaye vardır. Sermayeyi sahneye almadan salt üniversite (akademi) üzerinde yoğunlaşmak,  sistemin geri plana çekilmesine ve aklanmasına yol açar. Tüm sosyal olaylarda olduğu gibi, üniversite (akademi) konusunda da bütünsel görüşle konuyu ele alıp, odağa sermayeyi koymak gerekir. Meseleye böyle bakınca, üniversite (akademi) hakkındaki tevatürün bizatihi üniversite (akademi) kurumundan değil, konuyu ele alanlardan kaynaklandığı anlaşılır. Çünkü üniversite (akademi) tüm üst-yapı kurumları gibi, sistem ideolojisinden farklı bilgi üretemez, sistem mantığı doğrultusunda böyle bir görevi de yoktur!