Doğabilimcilerin yıllardır ısrarla “insan eliyle” olduğunu kanıtlayan deliller sunduğu, iklim değişikliğine karşı çözüm niteliğindeki Birleşmiş Milletler Taraflar Konferansları (COP) devam ediyor. Brezilya’dan sonra COP31’in ev sahipliğini gelecek yıl Türkiye (muhtemelen Antalya), müzakere yürütücülüğünü de Avustralya üstlenecek.
Tam 30 yıl önce Berlin’de başlayan Taraflar Konferansları, iklim krizinin aciliyetini yansıtmayan bir yavaşlıkta ilerliyor. 1997 Aralık ayındaki Kyoto’da yapılan toplantıda “piyasa merkezli” “kirleten öder” mantığı karbon ya da emisyon ticareti üzerinden gelişmekte olan ülkelere kapitalizmin iklim seferberliği çağrısı kabul ettirildi. 10 yıl önceki Paris konferansında ise AB’nin Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması’na uygun olarak ulusal katkı beyanı (NDC) çerçevesinde “gönüllü olarak” bir karbon salınımı hedefi belirlemesi istenmişti. Ülkelerin ekonomik ve sosyal koşulları dikkate alınarak bir emisyon düşüşü öngörülüyordu.
NET SIFIR EMİSYON HAYALLERİ
AB fosil yakıtlarını belli bir takvimle azaltacağını ilan etti bile. Onlar Paris İklim Anlaşması’na göre, 2035’de karbon salınımını yüzde 45, 2050 yılında “net 0” hedefi beyanında bulundu. Diğer ülkeler ise ne zaman net sıfır emisyona dönüşecekleri konusunda yükümlülük beyanında bulunacaklardı. Böylece yerkürede sanayileşmenin başındaki 1,5 derece artış hedefine dönüş öngörülüyor. Halihazırda bu artışın 2 derecenin de üstünde olduğu tespiti yapılmaya başlandı bile. Örneğin Çin 2060 yılı itibariyle “net sıfır” karbon salınımı beyanında bulundu. Fakat 2030’a kadar tepe yapacak olan kömür kullanımını kısmayacağı biliniyor. En fazla kirleten ve madenlerde binlerce cana mal olan kömür enerjisi üretimi ve tüketimi en riskli ve iklim krizi için en belalı yöntem. Günümüzde sanayi girdisi olarak kullanılan nadir toprak minerallerindeki yüzde 90 Çin egemenliği bu konudaki tıkanma noktası oluşturuyor, güç ilişkileri açısından. Bu başka bir yazı konusu olacak genişlikte.
Peki Çin neden yenilenebilir enerji kapasitesini, tüm enerji tüketiminin yüzde 50’sine çıkardığını açıklamasına rağmen, kömürden vazgeçmiyor. Bu tamamen kapitalist rekabete piyasa verimliliği anlayışıyla katılan Çin Komünist Partisi kararı mı acaba?
Madem en kirleten ülke ünvanını ABD’den Çin aldı, peki, dünya neden bu konuda Çin’e baskı yapamıyor?
Çünkü diğerleri de, başta Ortadoğu petrol ülkeleri olmak üzere hızla fosil yakıt üretimine devam ediyorlar ve satıyorlar. Ayrıca petrol üretirken de açığa çıkan doğalgazı satmaktan (böylece kirlilik artıyor) çekinmiyorlar.
Özetle “kirleten öder” yöntemi yavaş ve 1,5 dereceye tekrar dönüş kararına uygun değil aslında. COP’lardaki arayışları yabana atmak istemiyorum, ancak ABD’nin 2016’da Paris İklim Anlaşması’ndan çekilip, tekrar 2021’de dönüş sürecinin de yavaşlamanın bir parçası olduğunu belirtmek isterim.
KİRLETİCİLER: 7 KIZ KARDEŞ
Uzun süre en çok kirleten, tüketirken ve üretirken hâlâ en çok kirleticiler içinde ikinci sırada bulunan ABD, bu sıralar Alaska’da petrol arama sondajlarına başladı. Zira yaklaşık 150 yıllık geçmişi olan petrol üretiminde, 7 kız kardeş olarak bilinen ünlü petrol şirketlerinin 5 tanesi ABD’li. Avrupalı şirketlerle (BP, Total, Shell) rekabet çerçevesinde gelişen tekelleşme nedeniyle Exxon Mobile ve Chevron hâlâ bu kız kardeş petrol şirketlerinden kalan ikisi olarak hızla faaliyetlerine devam ediyor. Bu nedenle COP toplantılarına en büyük katılımın (ücret ödeyerek, adeta fonlamayla) petrol şirketlerinden gelmesi tuhaf değil. Ayrıca Suudi Aramco’nun en büyük ortağı da ABD’li şirketler... Bu nedenle ABD’nin, 2021 yılında Paris İklim Anlaşması’na geri dönmesine rağmen, ağırdan aldığını ve toplantılara düşük profille katıldığını ve herhangi bir ulusal beyan oluşturmadığını ekleyelim.
Bu arada geçtiğimiz hafta sonu Brezilya Belem’de yapılan COP30’un sonuç raporu 190 ülkenin katılımıyla yayımlandı. Fosil yakıtlara karşı açıkça bir aşamalı düşüş takvimi içeren çıkış programı (phase out) açıklanmadı ne yazık ki. Bununla beraber COP30’da, UNFCCC’ye (Birleşmiş Milletler İklim Değişimi Çalışması) göre 2035’deki yüzde 60 emisyon azaltımının yapılan hesaplara göre imkânsız olduğu, salınımda mevcut durum göz önüne alındığında, 2035’deki karbon azaltımının ancak yüzde 19-24 arası olacağı raporlanmış.
Bu korkunç gecikme bile COP30’da aksiyon planını resmiyete dökememiş, sadece “küresel iddia artırılmalı” gibi içi boş bir söylem mevcut raporda. “Hakkını yemeyelim”: COP30’da adil geçiş mekanizması vurgusu yapılmış. Böylece işçilerden kadınlara, yerli halklardan kırılgan gruplara, bunların hakları güvence altına alınacak. Bu da karbon salınım gecikmesi için bir bahane olmaktan öteye geçemiyor ne yazık ki.
Kapitalizmin eşitsizlik sorunu kalkınma vurgusuyla karbon salınım planına aktarılamaz. Eşitsizliğin uzun tarihi iklim krizinin hafifletilmesiyle de çözülemez. Bu tamamen güç ilişkilerinin ve ekonomi bilimine yansıyan neoliberal ideolojinin şirketler aracılığıyla sunduğu bir perdeleme olabilir.
YAPACAKLARI VE YAPAMAYACAKLARI
COP31 çerçevesinde, Antalya’da muhtemelen sıcak bir kış günü taraflar iklim krizine karşı öneriler tartışacaklar, ancak, örneğin fosil yakıtlara alternatif geliştirilen elektrikli araçların pil ömürlerini nasıl uzatılacağıyla ilgilenmeyecekler bile.
COP30’da Hollanda-Kolombiya öncülüğünde COP dışı (nasıl olacaksa), gönüllü bir fosil çıkış koalisyonu oluşturuldu; etkisi tartışmalı da olan COP31’de raporlama yapılacak. Oysa, küresel ısınmanın plastik kullanımını azaltması kadar fosil yakıtlarını kesin bir takvimle bitirmesi bir numaralı sorun. Batı Avrupa’daki birçok ülkede örneğin pipet kullanımı tedavülden çoktan kalktı. Plastik şişedeki su ikramlarıyla başlayacak olan Antalya’da pipet kullanımı (hasta ve engelliler hariç) devam edecek mi tüm dünya için? Merak konusu olan, çözümün ağaç kesmeden gelmesi. Son Belem Brezilya toplantısını yapmak için organize edilen binaya ulaşmak üzere yapılan otoyolların binlerce ağaca mal olduğu biliniyor.
Türkiye sınırda karbon düzenlemesine (SKDM) geçecek olan AB’ye (1 Ocak 2026) ihraç edeceği sanayi ve enerji endüstrileri açısından hazır mı?
2024’de rekor düzeyde güneş ve rüzgar kurulum kapasite artışı olması, 2035’e kadar kurulu kapasitenin yenilebilir enerjide 4 katına çıkarılmasının planlanması olumlu kuşkusuz. Bununla birlikte COP30 raporunda tespit edildiği üzere Türkiye’deki elektrik üretiminin yüzde 55’i hâlâ fosil yakıtlardan geliyor. Dolayısıyla elektrikli kara taşıtlarının artışı, aynı zamanda fosil yakıt kullanımını artıracak ne yazık ki. Öte yandan COP30 sonuç raporuna göre Türkiye 2035 karbon salınım hedefini açıklamış. Buna göre 2023’ün (Covid 19 senesi olması manidar) yüzde 16 üstünde olması hedeflenen karbon salınım artışı; Türkiye’nin daha önce açıkladığı 2053 “net 0” karbon hedefiyle tutarsız bir görünüm arzediyor, rapora göre.(*) Zira “Türkiye’deki büyük yangınlar, maden ve enerji izinlerinin genişlemesi ve torba yasa ile zeytinlikler ve koruma alanlarındaki zayıflayan mevzuat”, yine rapora göre iki şeye yol açıyor. Birincisi, Türkiye’de ormanların karbon yutak oluşturma kapasitesini son 8 senede yüzde 50 azaltıyor, ikincisi ise yenilenebilir kapasitesi artırılırken, fosil yakıtlar ve kömür üretiminin de teşvik edilmesi ülkenin “net 0” vizyonunu zayıflatıyor.
RAPORLAMA YAPILMAMIŞ MI?
Geçtiğimiz haftalarda yapılan benim de konuşmacı olduğum bir iklim krizi çalıştayında, bir üst düzey kamu görevlisi, 500 civarı şirketin karbon raporlaması yaptığını belirtti. On binlerce şirketin ilgili sektörlerde raporlama yapmadığı anlamına geliyor bu veri. Konuyu master dersinde açtığımda, bazı öğrenci (şirket çalışanı) arkadaşlar sürenin mutlaka uzatılacağı beklentisindeydiler.
Diyelim ki 1 Ocak 2026’da başlayacak olan SKDM uzatıldı. Raporlama yapan şirketlerin iş yoğunluğu planlandı mı? Sanmıyorum. 16 Mayıs 2023’de çıkan İklim Yasası, 31 Aralık 2027’ye kadar yönetmeliklerin hazırlanmasını öngörmekte. Peki nasıl olacak da, bu bir senelik gecikmeyle hazırlanan yönetmelik ticareti yönlendirecek?
Geç kalmanın bedeli ilgili sektörlere çıkarılmayacak mı?
Zira AB tarafında süre uzatımı yok şimdilik. Bu durumun çalışanlara yansımayacağını mı düşünüyoruz? Sorulara devam ettiğimizde, ya İklim Yasası’na istinaden kesilen zeytin ağaçlarının yer değiştirilmesi suretiyle yeni maden alanları açılmasına ne demeli? Kapitalizmin piyasa temelli verimlilik anlayışı ve kalkınma çabasının emek verimliliğinden ziyade değerli madenlere bağlanmasını iklim kriziyle nasıl bağdaştırıyoruz peki? Yer değiştirilen binlerce zeytin ağacı yeni yerlerinde, karbona dur diyecekler mi? Yoksa yerlerini beğenmeyecekler mi?
Göreceğiz.
Öte yandan enflasyonu yüzde 30’lardan aşağıya indirmeye “çalışan” Türkiye, SKDM’na uyum sağlama sürecinde AB’nin uygulayacağı karbon vergi yükünü (fiyatlara yansıyacaktır) zaten yüksek olan maliyetlerine nasıl yansıtacak, belli değil. Finansman sorununu AB’den gelecek fonlara bağlamak sorunu çözmüyor, sadece erteliyor. Zaten COP30’daki (Brezilya Belem) toplantıda finansman sorunu 2035’e ertelenmiş.
Son söz: Aslında iktisat biliminde (“economics”) ekolojik krize bakışımızı değiştirmemiz gerekiyor. Ekolojiye, Kopernikçi paradigmaya uygun olarak, finans odaklı değil, yerküre odaklı ve toplumsal yararı ekonominin kısa vadeli dar çerçevesinin önüne koyarak bakmalıyız. Bu da “kirleten, öder” zihniyeti yerine, bir takvimle (gelişmekte olan ülkelerde biraz gecikmeli olarak) fosil yakıtlardan ve başta plastik olmak üzere fosil bazlı metalardan hızla uzaklaşılmasıyla mümkün..
___________________
(*) https://habitatdernegi.org/wp-content/uploads/2025/11/COP30-DEG%CC%86ERLENDI%CC%87RME-RAPORU.pdf
Çok Okunanlar
Ali Yerlikaya bu kez Bülent Turan'ı uçağa almadı
Güllü'nün ölümündeki bilmece sürüyor
İktidar vekilinin Kürtçe atasözü gündem olacak!
Mert Hakan, Metehan Baltacı, Murat Sancak, Ahmet Çakar, Zorbay Küçük...
Yeni anayasa hazırlığı yapan Erdoğan'a DEM'den kötü haber!
AKP'li isimden 'En çok DEM Parti zarar görür' çıkışı
Mansur Yavaş'tan o haberlere büyük tepki!
TFF küme düşürme cezasına mı hazırlanıyor?
Ünlü televizyon spikerlerine uyuşturucu operasyonu
Merve Ahu Sarı'nın tutuklandığı ortaya çıktı