Cumhuriyet benden yaşlı, fakat Cumhuriyet’in 25'inci kuruluş yılı şenlikleri coşkusunu çok net hatırlıyorum. Maalesef, 'Bugün böyle bir coşkudan eser dahi yok' desem, yanlış olmaz. Bu sonuca varmamızın sebebini siyasilerin hatasına mı, yoksa içinden geçtiğimiz kapitalist sistemin habasetine mi bağlamak doğru olur, şimdilik söyleyecek fazla bir lafım yok. İleride detaylı inceleme vaadiyle, bugün bu konuya kısaca değinmekle yetinelim.
Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci yüzyılını kapatırken yaşadığımız coşkusuzluğun anlaşılabilmesi ve geleceğin planlanabilmesi için kuruluş koşul ve ilkleri kadar, kapitalist dünya ile ilişkilerin boyutunun algılanması ve yorumlanması zorunludur.
Osmanlı yıkılırken, büyük bir olasılıkla Batılıların kafasında Sovyetler’in güneye açılım kapısındaki Türkiye’nin işgal edilerek paylaşılması veya Batı’ya bağlı bir devlet olarak ayağa kaldırılması çözümü vardı. Savaşların kazanılıp devlet kurulduktan sonra ekonominin inşasının kapitalist dünya ile işbirliği içinde mi, yoksa kuzey komşu sisteminin devralınması ile mi gerçekleştirileceği, Lozan’a ara verilip İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde karara bağlanmıştı.
Batı’ya verilen sözle kapitalist sisteme entegre olunması, Osmanlı’dan devralınan düşünce sistemimin de doğal sonucu idi. Teori de bunu emrediyordu!
Böylece kurulan devlette ilk güçlü sanayileşme dönemi Devletçilik uygulaması ile başlamıştır. Kurucuların kafasında ulusal sanayileşme görüşü hâkim olmakla beraber, ekonomik hamlelerde merkez ülkelerle/emperyalizmle dansın tüm hamaset ve duygusal algılamalardan arınmış olarak iyi okunması gerekir. Kuruluşunda, birinci sanayi aşamasının dahi gerisinde yarışa başlamış olan genç Cumhuriyet’in, aradan koca bir asır geçmiş olmasına rağmen, bugün hâlâ buralarda devinmesinin hangi alandaki başarı ya da başarısızlığın sonucu olduğu meselesi irdelenirken emperyalizmin etkisi iyi okunmalı ve yorumlanmalıdır.
Türkiye birinci güçlü sanayileşme hamlesini Devletçilik döneminde yaşarken, emekçilere sermayede ve yönetimde söz hakkı tanınmamış olması sistem yolunun kapitalizm olarak çizilmiş olduğunun göstergesidir. Türkiye’de devletçilik politikası uygulanırken kapitalist dünyada ikinci derin krizin yaşanıyor olması sermaye birikimi açısından avantajdı. Söz konusu ekonomik avantaj ortamında emekçi kesimlerin bilinçlendirilmesi yoluna girilmemiş olması ise, toplum bilinci oluşumu ve emekçi kültürü gelişmesi önünde önemli engel oluşturmuştur. Ne var ki, bu dönemde izlenen politikalar girilen sosyo-politik yolun göstergesi olarak bugünleri işaret ettiği açıktır. İzlenen devletçilik politikasının devlet kapitalizmi olarak nitelendirilmesi, bu açıdan çok doğal ve doğrudur.
İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde Avrupa ve tüm Batı dünyasında yaşanan Altın Çağ, merkez ülke sermayesini kalkındırırken, çok partili demokrasi dönemine geçiş olarak bilinen 1950 döneminin dışa açık ekonomi modeliyle bu sürece piyasa oluşturma politikası Türkiye’yi moratoryuma sürüklemiştir.
Rosa Lüksemburg’un ifadesiyle ticari emperyalizme sürüklenen ülke, bu dönemi dış desteğe muhtaç konumda krizle kapatmıştır. 1960 darbesi sonucunda kabul edilen 1961 Anayasası doğrultusunda bir yandan beş yıllık planlar yapılarak, diğer yandan da ithal ikameci ve korumacı politikalarla ikinci sanayileşme hamlesine girilmiştir. Fakat çeşitli dış ve iç sebeplerle ikinci beş yıllık plandan sonraki planlar adeta rafta saklanacak dokümanlar mesabesine indirgenerek göz ardı edilmiştir.
Süleyman Demirel’in ünlü “halkımız plan değil, pilav ister” ifadesi de planları hemen tamimiyle devre dışına itmiştir. Planlamanın sumen altı edildiği aşamada uygulanan montaj emperyalizmi de mutlak kapalı uygulama sonucunda maalesef verimsiz bir sanayi yapısı oluşturulmasına sebep olmuştur.
1980’li yıllar başlarında cari açığın ihracatla kapatılma projeleri geliştirilmiş olmakla beraber, geçmişin verimsiz ve geri sanayileşme yapısı buna olanak sağlamayınca, zorunlu olarak finansal atılımlara yönelindi ve halen içinden çıkamadığımız ünlü sıcak para dönemi devreye girmiş oldu. Sıcak para süreci bir yandan cari açığı geçici olarak finanse ederken, diğer yandan da ithalatı pompalayarak cari açığın artmasına neden oldu. Yaşanan kısır döngü yükselen cari açık pahasına içeride sahte balonlar oluşturarak ekonominin çöküşünü perdeledi. Bu dönem küresel finansal aşamaya denk geldiği için finansal emperyalizm dönemi olarak nitelenebilir. Her sömürü dönemlerinde olduğu gibi, bu dönemde de yaşanan sahte yükseliş ve parıltıların dış borçlanmalarla yapıldığı fark edilemedi ve ülke giderek ağırlaşan borç stoklarına savruldu. 1990’ların krizleri ve savrulmalarıyla bu dönem derin krizle kapatıldı.
1999 yılında IMF gözetimine girmiş olan ekonomiye, 2000 yılında “Güçlü Ekonomiye Geçiş” başlıklı bir program uygulandı. IMF – Derviş programı olarak anılan bu program AKP iktidarı için biçilmiş kaftan işlevi gördü. Bu programla denetimsiz dış dünyaya açılarak krizdeki merkez sermayeye piyasa işleviyle görevlendirilen ülke, neoliberal emperyalizm politikalarıyla çok uluslu şirketlerle giriştiği plansız programsız yatırım programları sonucunda gelecek nesilleri dahi bağlayacak mali sorumluluğa sürüklendi.
Özelleştirmeler, ekonominin denetimsiz dış dünyaya açılması, çok uluslu şirketlerle uzun dönemli ödeme garantili anlaşmalar yapılması ülkeyi uzun dönemde ödeme vaatleri ile baş başa bıraktı. Nitekim yaşadığımız son kriz tüm bu proje ve yürüyüşlerin ülke halkı üzerine yıktığı borcun bir sonucudur.
Birinci yüzyılı kapatırken üst üste gelmiş iki şanssızlığı birlikte yaşıyoruz. Birincisi, kapitalizmin üçüncü derin krizi olarak bilinden süreç derinleşerek sürmektedir. Merkez ülkelerde yaşanan kriz sermaye hareketleri ve ticari işlemlerle Türkiye’ye olumsuz yansımaktadır.
İkincisi, 20 yıldır iktidarda bulunan AKP yüz yıllık Cumhuriyet döneminin beşte birini işgal ederek, ülkeyi en haşin neoliberal politikalarla hemen her alanda ticarileşmeye açıp kamusal politikaları geriletmiş, bir kısmından ise vazgeçmiştir. Bu durum bir yandan ülke dışına kaynak transferine sebep olurken, diğer yandan da gelir dağılımını bozup, orta tabakayı eriterek, yoksullaşmayı derinleştirmektedir.
Şematik olarak verilen görüntü iç açıcı değildir. Bundan da vahim olanı, eğitimin, adaletin, ahlâkın, hatta kutsal duyguların derinden yıpratıldığı bir toplumun geleceği hakkında umutlu olmanın olanaksızlığıdır. O nedenledir ki, yetenekli ve iyi eğitim almış çeşitli mesleklerdeki gençler geleceklerini bu ülkede değil, ileri ekonomilere göç etmede görmektedirler. Shakespeare’in veciz ifadesiyle “yaşananlar karanlık değil, cehalettir!”
Her şeye rağmen, ulusun sağduyusunun kara bulutları kovacak ve ülkeyi mutlu geleceklere taşıyacak kadar güçlü olduğu inancı ile Cumhuriyet’in yüzüncü yılını saygı ile kutluyorum.
Çok Okunanlar
Gelinim Mutfakta kim elendi? 10 bileziği kim aldı? 22 Kasım 2024 puan durumu
Fenerbahçe En-Nesyri için Al-Nassr'den gelen rekor bonservisi reddetti
22 Kasım 2024 burç yorumları
Atatürk için 21 Kasım 1938'de yapılan resmi cenaze töreninin fotoğrafları
BEDAŞ 22 Kasım'da İstanbul'da elektrik kesintisi yaşanacak mahalleleri açıkladı
Lüks araba markası Jaguar logosunu neden değiştirdi? Yeni logosu ne oldu?
Bakan Yusuf Tekin'den Teğmen Ebru Eroğlu ve diğer teğmenleri kurtaracak karar!
Netenyahu'yu tutuklayacak ülkeler belli oldu!
21 Kasım 2024 reyting sonuçları: Perşembe günü hangi yapım birinci oldu?
İsmi Fenerbahçe ile anılıyordu: Al Nassr'da flaş Talisca gelişmesi