Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
34,9385
Dolar
Arrow
32,5064
İngiliz Sterlini
Arrow
40,8451
Altın
Arrow
2441,0000
BIST
Arrow
10.087

Laiklik meselesi üzerine

Yoksulluk ve Laiklik, bu iki olgu ve kavramlar acaba birbirini tamamlar mı, yoksa çelişir mi? Böyle bir soruyu gündeme getirmemin sebebi, Cumhuriyet’in birinci yüzyılını ekonomik açıdan hüzünle kapatırken, neden acaba ikinci yüzyıla girerken muhafazakâr bir anayasa yapma sevdasına düşmüş olmamızın irdelenmesidir. Cumhuriyet’in kuruluşu ile laik sisteme geçmiş olup, laiklik bir anayasa maddesi haline getirilmiş iken, birincisi neden laiklik ilkesinden vaz geçilmeye çalışılmaktadır, ikincisi de bu parlamento böyle bir radikal değişimi yapabilir mi? Bu kısa yazıda bu iki soruya yanıt aramaya çalışacağım. 

Kolay olan ikinci sorudan başlarsak, hukuk normu ve tekniği açılarından yanıtım olumsuzdur. Zira anayasanın böylesi kökten değiştirilebilmesi kurulmuş meclisin yetki alanı içinde olmadığı gibi, laik sistemden şer’i sisteme geçiş de ancak köklü bir toplumsal kalkışla gerçekleştirilebilir. Peki, bu iki zor koşula rağmen nasıl oluyor da laiklik meselesi böyle alenen tartışılabiliyor? İlk akla gelen olgu, son seçimlerden sonra oluşan son parlamento yapısının Cumhuriyet döneminin en tutucu, muhafazakârlıktan da öte en gerici meclis yapısına sahip olmasıdır. Bu olumsuz koşulda, anayasa değişikliği bizzat devlet başkanının tercihinde ve meclis hâkimiyeti de devlet başkanında olduğuna göre, parlamentoda gerici bir anayasa yapımına pervasızca girişilebilir. Köklü bir anayasa değişiminin gerçekleştirilmesi için toplumsal hareketlenme gerekirse, neden 15 Temmuz olayına benzer bir senaryo da sahneye koyulmasın ki! Umalım, ne senaryolar yaşanır, ne de anayasada köklü bir değişiklik yapma koşulu gerçekleşir. Umalım olmaz, ancak 1950’ler, sonraki iktidarlar, özellikle de Özal ve Erbakan dönemleri bu yolda toplumu çok kaşıdı. Göreceğiz! 

Neden yeni bir anayasa yapımı ile laiklikten vaz geçilmeye çalışılmaktadır meselesi olan temel soruyu yüzeysel bir görüşle salt siyasilerin kişisel hırsları, hatta samimi arzu ve düşünceleri olarak algılayamayız. Meselenin tarihsel köklerine dayalı siyasal, ekonomik ve sosyolojik boyutları mevcuttur. Siyasal boyut olarak, Osmanlı dönemine kadar gitmeye de gerek yoktur, zira mesele tam olarak oradan da kaynaklanmamaktadır. Tam tersi, laiklik ilkesinden vaz geçilmesinin günümüz bağlamında siyasi sebebi günümüzde başat emperyalist görüşlerdir. Şöyle ki, Kurtuluş Savaşı ertesinde başta İngilizler olmak üzere emperyalistlerin İslam dünyası ve Türkiye üzerinde oyun kurmanın en etkili yolunun din üzerinden kurgulanacak politika olduğunu düşündükleri malûmdur. Zira Hristiyanlık tarihinin geçmişinde yaşanan din çatışmaları hikâyesi emperyalistleri henüz reform geçirmemiş İslam dini üzerinde siyaset yapmaya itmektedir. Hatta o kadar ki, bazı yazılarda İslam âleminde tek din geçerli olduğu halde, dini sebeplerle insanların birbirini boğazladıkları anlatılır.

Koyu şeriat farklılıkları müslümanları biri birine düşürmekte, topluluklar arasında husumet, hatta çatışma yaratmaktadır. İslam dini Batı’da olduğu gibi reform geçirmemiş olduğundan, en şiddetli hali ile toplumları kargaşaya sürükleyebilmekte ve siyasilerin eline dinciliğe bulanmış siyaset olanağı sunabilmektedir. 

Siyasi açıdan ikinci bir olay da, emperyalist dünyanın elinde önemli koz olarak, İslam olarak tasarlanan Türkiye’nin laiklikten vaz geçmesi durumunda Batı dünyasına girme olasılığının ortadan kalkmış olacağıdır. Böylece, Batı dünyası Türkiye’nin yükünü çekmeden kendi sömürü emellerini Türkiye üzerinde gerçekleştirebileceklerdir. Bu durum tek yanlı ilişki ve sömürü anlamına gelir. Nitekim Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinin bu denli sürüncemede bırakılması da bazı anlaşma hükümlerine uyulmamış olmasından çok öte, Batılıların Türkiye’nin bir Hristiyan birliği olan Avrupa Birliği’nde yeri olmadığı düşüncesidir. Şu halde, Türkiye’nin laik olmayan bir anayasaya sahip olması, Avrupa ve tüm Batı’nın Türkiye’yi dışlamasını çok kolaylaştıracaktır. 

Laiklikten uzaklaşmanın ekonomik boyutu tam da Marx’ın haklı olarak takıldığı dinin siyasi yalanları ya da sömürüyü dincilik afyonu ile yoksullaştırılan halklara yutturma görüşüne dayandırılır. Günümüzde yaşanan kriz kısmen geçici olabilir, fakat genel olarak hem dünya, hem de ondan da hızlı olarak, Türkiye yoksulluğa doğu sürüklenmektedir. Yoksulluğun dincilikle ilişkisi, dinin afyon olarak yoksullaşan halk üzerinde narkoz etkisi yaratmasıdır. Bir kere, emekçi düşük ücreti Yüce Yaratıcının kendisine tanıdığı kader olarak algılayıp isyan etmeyecektir.

Günümüzde dahi siyasilerin yoksulluk karşısında insanların sabır ve tevekkül göstermelerini istemesi ileriye yönelik proje hedeflerine bir işarettir. Böylece yoksullaşan toplumda asgari geçimin de altına itilebilecek emekçiler toplumsal sorun çıkartmayacak, dolayısıyla hem patronlar hem de siyasi erk rahatsız olmayacaktır. İkincisi, yoksullaşan emek dindar gördüğü patronu da, siyasileri de aile bağı ilişkisine benzer şekilde kendinden görecek, ezilmişliğine boyun eğecek ve tevekkülle birlik ve beraberlik içinde davranacaktır. 

Devlet açısından da dincilik sosyal devlet harcamalarının günümüzdekinden çok daha yüksek oranda tarikatlara yıkılması yolunu açacaktır. Günümüzde dahi çalışan bu kanal, zengin vatandaşların sadaka ve bağışlarıyla beslenen tarikat yuvaları üzerinden oluşturularak, devletin finans yükü hafifletilebilecektir. Sosyal hizmetler açısından zayıflatan devlet, tarikatlar tarafından beslenen insanlardan asgari maliyetle toplu oy alabilecektir. Tarikatlardan ekonomik destek alan yoksullar aldıkları yardımı vatandaş hakkı olarak değil, tarikata ya da dinciliğe bağlılık kuralı ile almış olacağından, yoksul hiçbir koşulda siyasi tercihini değiştiremeyecektir.

Yoksulluk koşullarında ekonomik destek siyasi bağımsızlığın önüne geçerek, yoksullaştırılan gruplar çaresizce iktidarın sadık destekçisi, daha doğrusu kölesi haline getirilmiş olacaktır. Bu durum bireyi çağdaş vatandaş olmaktan uzaklaştırıp, tam bir kölelik statüsü içine sokmak anlamı taşır. Hele de yoksulluğun yükseldiği koşullarda tarikat-siyaset ilişkisi siyasi lideri yaşam boyu liderlik koltuğunda tutabilir.

Söz konusu ilişkilerin sosyolojik alanda yansıması da bireylerin tarikat kanalından sömürücü sisteme ve onun politik temsilcilerine yönelik aidiyet duygusu beslemesidir. Tarikat kanallarından sağlanan yardımlar giderek yoksullaştırılarak köleleştirilen halkın dincilik sistemine aidiyet bağı ile bağlanmasını sağlayarak, sosyal çalkantılarda siyasi denge unsuru rolü oynayabilir. Dincilik yolu ile bireye aidiyet kazandırmaya çalışan devlet çağdaş devlet olmaktan uzaklaşıp feodal ağa sistemine dönüşmüş, bu sistemde vatandaşlar da özgür vatandaş olmaktan çıkmış ve serf konumuna geriletilmiş olur.