Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,2401
Dolar
Arrow
34,4862
İngiliz Sterlini
Arrow
43,5545
Altın
Arrow
2962,0000
BIST
Arrow
9.549

Millet ile devlet arasındaki sosyal sözleşme bozulursa ne olur

Birisi size özgür olmanızın tek yolunun, özgürlüklerinizden vazgeçmeniz olduğunu söylese, şöyle bir durup düşünürsünüz değil mi? Çelişkili gibi görünen bu cümle, paradoksal bir gerginliği işaret etse de, bu paradoks bizi, görünmez bir sosyal sözleşmenin altına imza atan bireyler olarak, toplumsal işleyiş mekanizmasının hareket noktasına iletir. Bu görünmez sözleşme elbette tek taraflı değildir. Bu sözleşmenin taraflarından biri, tüzel bir kişilik olan birey, yani vatandaş iken, diğer tarafı yine tüzel bir şablon olan devlettir.

Hiçbir yerde yazılı olarak bulunmayan bu sözleşme, modern devlet-vatandaş ilişkilerinin temelini oluşturur. Özgürlüklerin verilmesi ve karşılığında alınan teminatlar ile şekillenen bu sessiz anlaşma, bir tarafıyla bireysel özerkliğimizi etkilerken, diğer tarafıyla toplumun istikrarlı işlevselliğinin devamını temin amacı güder. Bu ‘denge akdi’ analiz edildiğinde, kişisel özgürlükler ile kolektif güvenlik arasındaki ilişkinin ne kadar derin olduğunu ve bu ilişkinin dikkatli yönetilmesinin, her vatandaşın refahı için neden bu kadar hayati olduğunu daha iyi kavrayabiliriz.

Birey bu sosyal sözleşme kapsamında birçok özgürlüğünden vazgeçerek yetkilerini devrederken, devlet ise bütün bu yetkileri, vatandaştan devlet garantisi ile devralır. Devlet, topluluğun üyelerinden teslim aldığı bütün yetkileri ve hakları adaletli bir şekilde toplumun menfaatini düşünerek idare edeceğine dair taahhütte bulunur.

Milletvekilleri parlamento'ya girme hakkı kazandıkları zaman, taahhüdi içeriği, vekillerin namus ve şereflerine dayalı olan bir yemin ederler. Bu yemin asl-ı zâtında, devlet ve vatandaş arasındaki sosyal sözleşme ile ilgilidir. Keşke bu kadar önemli bir emanet, namus ve şeref gibi görünmez ve ölçülmesi imkansız olan hasletlerin insafına bırakılmamış olsaydı.

Elbette vatandaş bu yetkileri alelâde bir tavırla devretmez. Vatandaş duygu birliği ile devletin varlığını ve bütünlüğünü içselleştirmesinin yanında, devleti, vergileriyle yani maddi olarak da destekler. Bunun karşılığında devletten, vatandaşının yaşama hakkını, mülkiyet hakkını, eğitim, öğretim, sağlık, güvenlik gibi haklarını kurumsal boyutta temsil etmesini ve korumasını bekler. Devlet de vatandaş tarafından kendisine atfedilmiş olan bu görevleri hakkıyla ifâ etmek üzere kurumlar oluşturur..

Bu sözleşme çerçevesinde oluşturulan kurumlar ile, organize bir devlet çatısının altında yaşayan bireylere, kendi başlarına oluşturamayacakları, altyapı, güvenlik, sağlık, eğitim gibi kollektif kamu hizmetleri devlet tarafından garanti edilir.

ayrıca devlet, kendi garantörlüğünde, halka tarafsız ve adil olacağını taahhüt eden yasalar oluşturur. Topluluğun içerisinde yaşayan bireylere, haklarının, eşit şekilde korunacağının garantisini verir. Yani, birey haksızlığa uğradığında, haklarının devlet tarafından korunacağından emindir.

Böylece, herşeyin gelişigüzel olduğu kuralsız bir toplumda, sürekli tehdit altında yaşamak zorunda kalan birey, özgürlüklerinden feragat ederek, üst yapı ile yaptığı sözleşmede, devlet gücü ve garantisi ile içeriden ve dışarıdan gelebilecek olan bütün tehditlere karşı kendini güvende hisseder.

Yani özgürlüklerini verirken, karşılığında güvenlik adalet ve eşitlik almayı umar…

dolayısıyla, sivilize insanı bu kadar yakından ilgilendiren, toplumsal sözleşme fikri, devlet otoritesinin meşruiyetini ve toplumsal düzenin kökenlerini inceleyen politik felsefenin en merkezi konseptlerinden biri olmuştur. 

"LEVİATHAN" VE "HÜKÜMET ÜZERİNE İKİ İNCELEME"

Thomas Hobbes, 1651 yılında yazdığı "Leviathan" adlı eserinde, insanların kural koyucu bir üst iktidar olmadan, kendi hallerine bırakılmaları durumunda, toplumun "herkesin herkese karşı savaştığı" bir yapıya dönüşeceğini söyler. Hobbes'a göre, bu yapı içerisinde, endüstri, kültür veya güvence altına alınmış mülkiyetler olmadığından insan hayatı "yalnızlıklar içerisinde, sefil, iğrenç, hayvansı ve kısa süreli" olacaktır. Bu kaotik durumdan kaçmak için bireyler, mutlak özgürlüklerini ve güçlerini bir üst yetkiye devrederek, karşılığında korunma ve toplumsal düzen almak üzere bir egemen hükümdara veya hükümete devredecekleri bir toplum sözleşmesine razı olurlar.

john locke ise biraz daha optimist bir bakış açısıyla analiz eder toplumsal sözleşmenin gerekliliğini. Locke, 1690'da yazdığı "Hükümet Üzerine İki İnceleme" adlı eserinde, toplumsal sözleşmeye tabi olan toplumu, özgürlüklerin olduğu ancak serbestiyetin olmadığı bir durum olarak tanımlar. Locke toplum sözleşmesini, yönetilenlerin onayı ilkesine dayandırarak anlatır. İnsanlar, yaşamlarını, özgürlüklerini ve mülkiyetlerini korumak için bazı haklarından feragat ederler. Ancak Locke'a göre bu feragatın ön koşulu, hükümetin gücünü adil ve kamu yararına uygun şekilde kullanmasıdır.

PEKİ DEVLET VE MİLLET ARASINDAKİ BU SÖZLEŞMEDE ÇATLAMALAR OLUŞURSA NE OLUR? 

Birey, özgürlüğünden vazgeçerek, hayatını, mülkiyetini, güvenliğini, sağlığını ve gelecek nesillerinin istikbalini emanet ettiği üst yapıya yabancılaşırsa, bu kavramları temsil eden kurumlara olan güvenini kaybederse ve sonuç olarak, iki taraf arasındaki sözleşme bağı koparsa ne olur?

Bireyi toplum içerisinde görünür ve anlaşılır kılan, kendi varlığı kadar içerisinde yaşadığı düzenli yapının sağladığı ‘güvende hissetme’ duygusudur. Birey fiziki açıdan, finansal açıdan ve manevi açıdan bir tür varlık karmaşası yaşarsa ve kendini her yönden tehdit altında hissederse, o bireye ne olur? Daha da önemlisi bu bireylerden oluşan bir toplum neye dönüşür.

Varlık kaygısı yaşayan, güvende hissetmeyen, ekonomik kriz sebebiyle barınma ve açlık gibi temel tehlikeler ile karşılaşan birey, bütün bu baskılara dayanamadığında intihar eder mi? Toplumdaki intihar oranları bu sebeple artarsa, bu durum insan psikolojisinin hanesine mi yazılır, yoksa sosyolojik erozyonun kaynağı olan, vazifesini hakkıyla ifâ edemeyen devletin hanesine mi yazılır?

EMİLE DURKHEIM'IN BU KONUYA IŞIK TUTAN TEORİSİNİN ADI ANOMİ 

Durkheim'a göre anomi, bir normlar yoksunluğu halidir. Hızlı sosyal değişimlerin veya ciddi ekonomik krizlerin yaşandığı zamanlarda, insanlar artık kurumlardan ve toplumdan ne beklediklerini, veya kendilerinden neyin beklenildiğini kestiremedikleri bir duruma gelirler. Bu durum bireylerin alışkın oldukları normları kaybetmeleri anlamına gelir ki, bu da bir normlar yoksunluğu yani anomi hali oluşturur. Toplumsal normların kaybı, belirsizlik yaratır ve açık davranış kurallarının eksikliğine yol açar.

KURUMSAL ARAÇLAR İLE HALK ARASINDAKİ UYUŞMAZLIK 

Robert Merton ise Durkheim'ın teorilerini daha detaylı bir şekilde analiz ederek, anomi'nin şu yönüne ışık tutar. Merton, halkın güvenlik, zenginlik gibi kültürel hedeflere olan tek meşru erişim yolunun eğitim ve iş imkanları olduğunu söyler. Şayet halkın eğitim ve iş imkanları gibi kurumsal araçları, onu zenginlik ve güvenlik gibi kültürel hedeflerine ulaştırmaya yetmiyorsa, yani kültürel hedefler ile kurumsal araçlar arasında bir uyuşmazlık varsa, bu noktada bir norm kaybının oluşması beklenir. İnsanlar meşru başarı yollarının tıkanık olduğunu fark ettiklerinde, hedeflerine ulaşmak veya haklarını savunmak için yasa dışı yöntemlere başvurma, şiddet eylemleri ya da kendi başlarına adalet sağlama eğilimleri gösterebilirler der.

ANOMİ’NİN YANİ NORM KAYIPLARININ TOPLUMDA SEBEP OLACAĞI BAZI DURUMLAR ŞÖYLE SIRALANABİLİR:

• Suç oranlarında ve sapkın davranışlarda artışlar gözlemlenir. Bu durum, toplumdaki stres, kaygı ve paranoya seviyesini yükseltir. 

• Eğitim, sağlık, adalet gibi temel haklara erişimin toplumun her kesimi için eşit olmaması durumu, toplumdaki sosyal yabancılaşmayı arttırarak dayanışmanın azalmasına ve sınıfsal ayrışmanın derinleşmesine sebep olur.

• Halkın devletten uzaklaşması ve kendisini korumak için alternatif illegal yöntemler araması, ya da kaçak usuller ile para kazanmaya çalışması, Devlet kurumları ve hükümet üzerindeki yükü arttırarak, kaynakların kontrolünü güçleştirir ve kurumsal işleyişin aksamasına sebep olur.

• Ülke içerisindeki ekonomik güvensizlik, yatırımcılar için risk oranını yükselteceğinden, içerideki yatırımcılar paralarını ülke dışına kaydırırlar, yabancı yatırımcılar ise ülkeye yatırım yapmaktan vazgeçerler.

• Artan politik ve sosyal istikrarsızlığın uluslararası arenada risk faktörü olarak değerlendirilmesi, ülkenin kredi notuna zarar verir; bu durum, yeni borç alım maliyetlerini artırarak, ülkenin daha fazla borçlanmasına sebep olur ki, bu da ülkenin hem uluslararası finans piyasalarına erişimini zorlaştırır, hem de finansal manevra alanını kısıtlar.

ALTERNATİF NORM TUZAKLARI 

Sonuç olarak, normlardaki dejenerasyon sebebiyle, kurumsal araçlara olan güven duygusu kaybolan halk, kendini sahipsiz ve ve her anlamda tehdit altında hisseder. Dolayısıyla içgüdüsel bir varlık kaygısı ile, kendini, ailesini ve mal varlığını korumak üzere alternatif çözüm arayışlarına girer. 

Güvenlik ve adalet konusunda sapmalar yahut gecikmeler yaşayan bireyler, özellikle ticaret yapan para sahibi bireyler, devlet yerine, silahlı mafya gruplarından koruma talebinde bulunurlar. Bu da paranın resmi devlet dolaşımından çıkıp, suç ekonomisine aktarılan, kayıt dışı paraya dönüşmesi anlamına gelir.

Sağlık kurumlarına olan güvensizlik, halkı alternatif tıp yada irrasyonel - spiritüel tedavi akımlarına yönlendirerek halkın fiziksel ve ruhsal sağlığında geri döndürülemez hasarlar oluşturur. Sağlık kurumlarına verilmesi gereken para, şarlatanların cebine girerek yine kayıt dışına çıkar.

Eğitim sistemi ile arasındaki bağı kopan halk, devlet okulları yerine özel okulları tercih ederek ciddi bir ekonomik yük altına girer. Kendi ülkesinde okuyup çalışarak, hedeflediği kültürel refah seviyesine ulaşamayacağını düşünen gençlerin yurt dışına çıkmaları ise ülkedeki entellektüel seviyede telafi edilemez bir erozyona sebep olur.

GERÇEKLER BAZEN KLİŞEDİR, "HEPİMİZ AYNI GEMİDEYİZ"

Gerçekler bazen acıdır evet, ancak bazen de klişedir. Maalesef en klişe  haliyle ifade etmek gerekirse, hepimiz aynı gemideyiz, uzun süredir rüzgârın aksi istikametinde açtığımız yelkenler çoktan parçalandı. Geminin motor dairesinde hem hasar var hem de yakıt kalmamış gibi görünüyor. Gemiyi tamir edecek fizikçilerimiz mühendislerimiz dünyanın başka ülkelerinde, kendilerine tahsis edilmiş laboratuvarlarda çalışarak uluslararası ödüller alıyorlar. Gemideki bilim insanlarına fikirleri ne hikmetse layıkıyla sorulmuyor, gençlere evrim ve integral öğretmemişiz. Yolcular ile kıdemli mürettebat arasındaki sözleşme rüzgâra kapılmış, üstelik pusula da kayıp. Eğer kanatlarınız yoksa, ve sizi, su alan geminin güvertesinden alıp, uçuracak özel bir uçağınız ya da helikopteriniz yoksa, iğne ipliği elimize alıp, giysilerimizi kullanarak, yamalı bir yelken dikmenin tam zamanı. Okul çocuklarımızı yatırlara evliyalara değil, fizik laboratuvarlarına gönderip integral, matematik, biyoloji, kimya, astronomi öğreterek, kendi usturlabımızı üretmenin de tam zamanı. Mâlum-u âliniz takdir eder ki, su almakta olan, pusulasız ve yelkensiz bir geminin âkibetini tahmin etmek için allâme-i Cihan olmaya gerek yok.