Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,6207
Dolar
Arrow
34,8656
İngiliz Sterlini
Arrow
44,4914
Altın
Arrow
3046,0000
BIST
Arrow
10.058

Pembe dantela giyinen erkekler ve ataerkil hegemonya

Erkekler pembe, kırmızı, yeşil ya da beyaz dantelli elbiseler giyinirken, dünya daha mı az maskülen bir yerdi? Erkek çocuklarının, kız çocuklarıyla aynı elbiseleri giydiği bir dönemde, kadınlar daha çok anlaşıldıkları, daha mutlu oldukları ya da daha az şiddete uğradıkları bir dünyada mı yaşıyorlardı?

 

(18. Yüzyılda Joseph Badger Tarafından Yapılmış Bir Resim, Sol Taraftaki Yeşil Elbiseli Çocuk, Bir Erkek Çocuğu)

Olayların tek bir nedene indirgenebileceği mono-kausal bir dünyada yaşıyor olsaydık, böylesi bir teori mantıklı olabilirdi. Ancak birbirine girift kausal ağların, kaotik boyutlarda kompleks olduğu bir sosyal sistemde yaşıyoruz. Sosyal bir varlık olan insanın, içerisine doğduğu doğal karmaşayı anlaşılır hale getirmek için geliştirdiği en doğal yönteme ise reduksiyon diyoruz.

Sosyal kompleksite, reduksiyon ve mono-kausalite kavramları mevzubahis iken, konuyu biraz daha detaylandırmak için Niklas Luhmann’ın kitaplarını karıştırmamak elbette olmaz. Niklas Luhmann, her ne kadar biyolojik sistemlerden aldığı teorileri sosyolojik sistemlere uygulama esnasında yaptığı hızlı geçişler nedeniyle haklı eleştirilere maruz kalsa da, sistem teorisini sosyal bilimlere en kapsamlı ve özgün şekilde uyarlayan kişi olarak da bilinir.

Niklas Luhmann, "karmaşıklığın azaltılmasını;" sistemlerin çevrelerindeki sınırsız bilgi ve olasılıklar içerisinde belirli bir seçimi yaparak, bu seçim ile anlam oluşturma süreci olarak tanımlıyor. Niklas Luhmann’a göre, karmaşıklığı azaltmadan, yani reduksiyon sürecine maruz bırakmadan, karmaşık sistemlerin çalışması mümkün değildir.

Ancak bu karmaşıklığı azaltma işlemi sosyal sisteme bilinçli bir şekilde dışarıdan uygulanmaz; çünkü bu bir icat değildir ve sosyal sistemlerin doğasında zaten mevcuttur. Sosyal sistemler, varlıklarını sürdürebilmek ve kendilerini anlaşılır kılabilmek için reduksiyon çabası gösterirler. Bu çabanın en efektif enstrümanı ise iletişimdir. Sistemler ya da bireyler, iletişim aracılığıyla olayları sınıflandırarak, birbirinden ayırarak ve anlamlandırarak karmaşıklığı azaltırlar, ki sosyal sistemleri anlamak doğal bir şekilde mümkün hale gelsin.

Bizler de, hem insanlık tarihinin hem de günümüzün en kompleks problemlerinden biri olan kadın ve erkek meselesini anlamlandırmak için aynı yöntemi kullanmak durumundayız.

Ortak paydası insan olan, kadın ve erkeğin, neden bu denli derin bir ayrıma tabi olduklarını farklı perspektiflerden bakarak, redukte ederek ce altbaşlıklarına ayırarak incelemek zorundayız, ki çözüm yollarını üretme aşamasına yaklaşabilelim. Çünkü problemler de, tıpkı sosyal sistemler gibi, bütün olarak ele alındıklarında, tek bir teori ile anlaşılmayacak kadar karmaşık yapılara sahiptirler.

Binlerce yıllık tarihimizden günümüze kadar gelen bu meselenin birkaç on yıl içerisinde basitçe çözüleceğini ummak naiflik olur. Ancak çözüm arayışından vazgeçmemenin yolu da yine geçmişe bakmaktır. Çünkü değişimi ölçebileceğimiz en gerçekçi cetvel zamandır.

Kadın hakları hususunda yeterli boyutlarda geliştiğimiz fikri, ataerkil otoriteler tarafından iştahla savunuluyor olsa da, kadınların hâlâ kocalarının isimleriyle tanımlandığı, çocuklarına kendi isimlerini doğal olarak veremedikleri bir dünyada yaşıyoruz. Ancak yakın geçmişimizdeki karanlığı düşünecek olursak; kadınların elde ettiği, miras edinme hakkı, çalışabilme hakkı, üniversiteye gidebilme hakkı, çok yakın geçmişte edindiğimiz haklarımız olsa da, kat edilen mesafeyi küçümsememek cihetinden bakınca mühim.

Ne kadar hızlı bir değişim yaşadığımızı gözlemleyip, bu konuda ümitvar bir yazı yazmak için siyah beyaz tarihi albümleri internet vasıtasıyla karıştırmaya başlamıştım ki çok sevimli bir kız çocuğunun resmine rastladım. Altında yazan ismi okuyunca şaşkınlığımı kendimden bile gizleyemedim doğrusu. Dantelli, fırfırlı, kurdeleli bir elbise giyinerek gururla poz veren bu sevimli kız çocuğu, İkinci Dünya Savaşı döneminde Amerikan başkanlığı yapan Franklin D. Roosevelt’ten başkası değildi. Sonra aynı konu üzerinden biraz daha ilerleyince, birçok farklı ve ünlü ismin fotoğraflarıyla karşılaşmak, merakımı iyiden iyiye celbetti.

(19. Yüzyılda, Franklin D. Roosevelt: O yıllarda erkek çocuklarının kız çocukları ile aynı giyinmeleri ve saçlarının uzun olması normal karşılanıyordu.)

Anlaşılan o ki, 19. yüzyıl ve öncesindeki dönemlerde de kız ve erkek çocukları arasında keskin çizgilerle ayrılan bir giysi ve renk ayrımına gidilmemişti.

1933 ile 1945 gibi, İkinci Dünya Savaşı yıllarına denk gelen bir dönemde, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı olarak görev yapan Franklin D. Roosevelt’in, çocukken giydiği dantelli, fırfırlı elbiselerin, onun maskülen bir devlet başkanı olmasına engel olmadığı aşikâr.

Ancak Başkan Roosevelt’in eşi Eleanor Roosevelt’in feminist politikalarını ve toplumsal cinsiyet eşitliğini destekleyen, aktivist ve güçlü bir karakter olduğunu biliyoruz. Eleanor Roosevelt, kadınların iş gücüne katılımını ve insan haklarını savunan güçlü bir figürdü. Bu bağlamda, Başkan Roosevelt’in, eşinin feminist mücadelesini desteklemiş olmasında yahut eşinin çalışmalarını engellememiş olmasında, ta bebekliğinden itibaren kız çocukları ile iki ayrı varlıkmış gibi muamele görmemiş olmasının bir etkisi olabilir mi diye düşünmemek mümkün değil.

Kız çocuklarına geçmişte de, şimdi olduğu gibi, pembe, beyaz  renkli, dantelli süslü, kat kat etekli elbiseler  giydiriliyordu, ancak erkek çocukları, mutlaka pantolon giymek üzere, süper kahraman çıkartmalı, mavi renk ağırlıklı giysilerle donatılan, süper kahraman namzetleri değillermiş.

(Soldaki resim,İngiltere Kralı II. Charles’ın 1630 yılında yapılmış bir resmi. Sağdaki resim. 18. yüzyıldan yağlı boya anonim bir resim.)

Günümüzde ise, aşırı derecede cinsiyetlendirilmiş, neredeyse geleneksel diyebileceğimiz oldukça muhafazakâr bir çocuk modası ile karşı karşıyayız. Cinsiyet rollerine atfedilen ataerkil normatiflik, çocukların toplumda üstlenmeleri gereken rolleri önceden belirlemek gibi bir vazife edinmiş durumda. Çocukların büyüyünce hangi standartlara uyacakları, ne tür beklentileri karşılamaları gerektiği ve ileride nasıl yetişkinler olacakları en küçük yaşlarından itibaren dikte ediliyor.

Peki ne oldu da, zaman ilerledikçe, medeniyet doğrultusunda ilerleme kaydetmesini beklediğimiz dünya, kız ve erkek çocuklarının arasına mavi ve pembe renkli uçurumlar açmaya karar verdi? Neden çocuklarımızı doğdukları andan itibaren,ısrarla, bir tür kendini tanımlama çerçevesinin içerisine yerleştiriyoruz? İnsanların kendilerini tanımlamaları bir ihtiyaçtır, evet, ancak bu tanımlama çabasının ayrıştırıcı bir enstrümana dönüşmesi de bir o kadar kolaydır. Çünkü insanlar kendilerini tanımlamak için, ne olduklarından çok, ne olmadıkları fikrine odaklanırlar.

Erkek çocukları en küçük yaşlarından itibaren şu bilgiyle karşılaşırlar: “Erkekler mavi giyinen çocuklardır.” Erkek çocukları bu enformasyonu, “Kızlar pembe giyinen çocuklardır” enformasyonu ile karşılaştırdıklarında, insan doğası gereği, “Erkekler pembe giyinmeyen çocuklardır” çıkarımına ulaşırlar. Ve bu ötekileştirme bilgisi ile atılan temel, sadece meselenin üst başlığıdır.

Çocukların hayal dünyasını en çok etkileyen araçlardan biri, çocuk kitaplarıdır. Bu kitaplardaki kız çocuğu, gelinliğe benzeyen elbiseler giyinir. Bu elbiselerin ekseriyetle pembe, uçuş uçuş etekleri olur. Kız çocuğuna ideal genç kadın olarak dikte edilen prenses, mükemmel taranmış saçlarındaki gelin tacıyla şarkılar söyleyerek pırıl pırıl, şıkır mıkır prensine koşarken, mutlu son aldatmacası ile kitabının son sahifesini çevirir.Hiçbir prenses, çocuk kitabındaki macerasında, vinç operatörü değildir mesela; iş makinası kullanamaz, mühendis değildir, süper güçleri de yoktur. Zor bir durumda kaldığında sadece ağlar ve yardım bekler. Çünkü kendini savunma yöntemleriyle ilgilenmek, prenses kızın ajandasında yoktur. Çaresizlik macerası tırmandırılıp prenses iyice köşeye sıkıştırıldığında ise, peri annesi gelip onu kurtarır ve prensin kollarına atar.

Aile içi şiddet yüzünden her yıl binlerce kadının öldürüldüğü bir dünyada, ya hikayedeki çirkin canavar, damat-prensin ta kendisiyse? Ya gönderildiği yerde, kendini savunmayı bilmeyen prenses kız, güvende değilse ve hatta hayati bir tehlike ile karşı karşıyaysa? Ne bunları düşünerek tedbir almak, ne de prenses-kıza, gerçek hayatın gerçek problemleri karşısında kendini nasıl savunacağını öğretmek hiç kimsenin aklına gelmez. 

Erkek çocukları ise, itfaiye, polis arabaları, iş makineleri, uçan, kaçan, dövüşen süper kahraman kitapları ile büyürler. Hiçbir erkek çocuğunun süper kahramanı, yakasına çiçek takılmış damatlık giyinen bir karakter değildir. Çünkü erkek çocuğunun hayatında ona edindirilmesi arzulanan tek gaye, birinin eşi olup, hayatı boyunca bu eşe  yemek pişirmek, ütüsünü, temizliğini yapmak değildir. Erkek çocuklarına, kız çocuklarını ötekileştirme temeline dayandırılarak edindirilmiş bu yanlış davranışsal bilgi, patriarkal dogmaya yeterince maruz kaldığında, “Erkek insandır ve kadın ona hizmet etsin diye yaratılmış bir canlıdır” gibi hastalıklı bir fikre dönüşmekte gecikmez. Kaldı ki bu sapkın eğilim, dünyada ve güzel ülkemizde örneklerine az rastlanan bir lakırdı değildir.

Erkeğin esas özne, kadının yardımcı nesne olarak konumlandırılmaya çalışıldığı ataerkil bir yapıda, Simone de Beauvoir’ın tespitlerine bir daha, bir daha hak vermemek mümkün değil.

Simone de Beauvoir, "İkinci Cinsiyet" (Le Deuxième Sexe) kitabında toplumsal cinsiyet rollerini analiz ederken, kadınların tarih boyunca nasıl "öteki" olarak konumlandırıldığından ve bu konumlandırmanın toplumsal, kültürel ve ekonomik sonuçlarından söz eder. Beauvoir, "Ataerkil yapı, erkeği bağımsız, düşünceye dayalı bir özne olarak tanımlarken, kadını tarih boyunca evrensel erkeğin karşısında bir 'öteki' olarak tanımlamıştır," der. Çünkü ataerkil yapı, kadının varlığını erkeğin tanımı ve ihtiyaçları üzerinden şekillendirerek, kadını erkek için var olan bir nesneye indirgemiştir.

Bu bilinçli ve de kötücül uygulamanın, dinler, gelenekler ve ataerkil emir buyurmalar ile toplumun her köşesine ne kadar derin bir şekilde nüfuz ettiğini bilmemek ve bu durum karşısında çaresiz hissetmemek elbette çok zor. Ancak toplum bireylerden oluşur, ve değişim   uzun sürse bile her zaman aşağıdan yukarıya doğru gerçekleştirilir.

Dolayısıyla kendi çocuklarımızın taptaze dimağına yanlış tohumlar ekmemek ile başlayabiliriz işe. Erkek çocuklarımıza tüllü, dantelli elbiseler giydirelim demiyorum elbette; bu ayrışmayı geri döndürmek için biraz geç kaldık. Ancak, mutfağa gidip kendi başına bir bardak su alamayacak kadar kendini paşazade zanneden oğullar yetiştirmemeye özen gösterebiliriz. Ya da bulaşık yıkamayı, yemek pişirmeyi, makineye çamaşırları atıp sonra da çamaşırlığa asmayı hayal bile edemeyen ergen oğlan çocukları yetiştirmeyerek de başlayabiliriz dünyayı değiştirmeye.

Yetişkin hayatlarına vardıklarında, ataerkil erkek dünyası karşısında fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalma ihtimali çok yüksek olan kız çocuklarımızı, akıllı uslu köle prensesler, gönüllü hizmetçiler olarak da yetiştirmeyebiliriz.

Bu nüanslar, aile ve çocuk yetiştirme şekli kendi haline bırakıldığında gerçekleşen durumlar değil maalesef. Bilinçli ve de pozitif yönde manipülatif bir ajanda ile hareket etmek gerekiyor. Örneğin, babası eve geldiğinde koşarak babasının terliklerini getiren, ceketini alıp vestiyere asan bir kız çocuğunun davranışını övmemek gerekiyor. Öncelikle baba erkeğin, kızına neyi yanlış yaptığını anlatması gerekir. Ebeveynlere bir sevgi davranışıymış gibi görünen bu eylemin, çocuğunuzun karakterinde oluşturacağı kırılmayı hesaplayıp, zor da olsa bir anlık sevilme duygusundan vazgeçmemiz gerekiyor.

Çünkü sadece çocukluk ve ergenlik dönemini bizlerle yaşayan çocuklar, yetişkin hayatlarında toplumun aktif birer üyesi olarak, gelecekte bizlerin ve çocuklarımızın nasıl bir dünyada yaşayacağının ana hatlarını belirliyorlar.