Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
36,3818
Dolar
Arrow
34,6450
İngiliz Sterlini
Arrow
43,5963
Altın
Arrow
2931,0000
BIST
Arrow
9.639

Şiddet ile uygarlık arasındaki ters korelasyon

UYGARLIĞIN HUZURSUZLUĞU 

Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu adlı kitabında; uygarlık, bireylerin ilkel içgüdülerini bastırması ve bu bastırma sürecinin insan psikolojisinde yarattığı gerilim üzerine kuruludur, der.

Gerilim sözcüğünden çıkarım yaparsak, uygarlık ile şiddet arasında ters bir korelasyon bulunur.

Freud’a göre, insan doğasında iki temel içgüdü vardır. Bunlardan birincisi, yaşam içgüdüsü dediği; sevgi, cinsellik ve yaratıcı enerjiye yönelik dürtüleri ifade eden Eros, ikincisi ise, yıkıcı, saldırgan ve şiddet eğilimlerine yönelik dürtüleri ifade eden Thanatos, yani ölüm içgüdüsüdür. İnsan doğası, şiddet ve cinsellik gibi bastırılması gereken dürtülerini, toplumsal nizama uyum sağlamak ve güvenli bir ortamda yaşayabilmek için baskılar. Bu faydalı çatışma halinin adı, bireylerin kendilerini dizginleyebildiği ölçüde uygarlıktır.

Bu durumda, uygarlığın olmadığı bir yerde, şiddet eğilimlerinin önündeki bütün engellerin kalkacağını ve toplumun kaosa sürükleneceğini söylemek mümkün müdür?

Bu kadar kesin bir yargıya varmadan evvel, uygarlığın kültürel dimağımızda nasıl bir anlama geldiğine, şöyle bir bakmak gerekiyor...

SOSYAL SÖZLEŞME VE UYGARLIK 

İlkel olduğunu varsaydığımız bir kabile düşünelim; günümüzdeki sivilizasyon aşamalarının hiçbirinden haberleri olmasa bile, bu topluluk insanlarının bir arada yaşayabilmeleri için herkesin kabul ettiği bir kurallar dizini oluşturmaları gereklidir. Topluluğun insanları, güven içerisinde varlıklarını sürdürebilmek ve hayatta kalmak için bireysel özgürlüklerinden vazgeçerek topluluğun kurallarına tabi olmayı seçmek zorundadırlar. Aksi halde, çok kısa süre içerisinde birbirlerini yok ederler.

Aydınlanma döneminin önemli düşünürlerinden biri olan İngiliz filozof John Locke, "Yasanın olmadığı yerde özgürlük de yoktur; çünkü özgürlük, diğerlerinin kısıtlamalarından ve şiddetinden uzak olabilmektir. Bu, herkesin istediğini yapabileceği bir özgürlük değildir. Herkesin keyfiyetine göre hareket ettiği bir yerde kim özgür olabilir ki?" der.

Ancak, insanların sadece kabileler halinde yaşadığı zaman köprülerinin altından çok sular aktı. Mâlum-u âliniz, nüfusu milyarları geçen ülkeler var artık. Bütün ülkeler aynı gelişmişlik düzeyinde olmasalar da, modern, bilimsel, ekonomik refaha ermiş ve de uygarlık bâbında rasyonel prensiplerle hareket eden ülkeler mevcut. Bu, işlevsel ülkelerin hangi aydınlanma aşamalarından geçtiklerini ve dolayısıyla bir uygarlığın nasıl bina edilmesi gerektiğini bilmiyor değiliz.

Örneğin, sadece cezalandırma sistemiyle bir topluluğun suçtan alıkonulamayacağı bilgisine sahibiz artık. Uygar bir toplulukta bireylerin, rasyonel, bilimsel ve sivilize bir eğitim sistemine dahil edilmeleri gerektiğini de biliyoruz artık.

''ÖZ AHLAK''

(The School of Athens-1509 and 1511-Raphael)

Rasyonel bir eğitim almayan, bilimsel düşünme metotlarını öğrenmeyen, dolayısıyla olaylar arasındaki bağlantıları ve nedensellik ilişkilerini sağlıklı bir şekilde kuramayan insanlardan, bireysel bir "öz ahlak" kavramı oluşturmalarını bekleyemeyiz. Öz ahlâkı olmayan, dış kaynaklı ahlak prensiplerinin baskıları ile karakterlerini şekillendiren bireyler, ahlâki bir dilemma ile karşılaştıklarında, özlerinde vücu bulmamış olan, ahlaki yapının noksanlığı sebebiyle şahsi menfaatleri yönünde karar verirler. Bu türlü bireylerden oluşan bir toplulukta, haksızlıkları ve tabiatıyla şiddeti kontrol altına almak imkân dahilinde değildir.

Ne diyordu Kant, "Kategorische imperativ" ilkesinden söz ederken, "Handle so, dass die Maxime deines Willens jederzeit zugleich als Prinzip einer allgemeinen Gesetzgebung gelten könne." "Öyle davran ki, iradeni yöneten ilke, her zaman genelgeçer bir yasanın prensibi olarak kabul edilebilsin."

Sadece Kant’ın ifade ettiği ahlâki yapıya sahip bireylerin oluşturduğu bir  ülkede uygarlıktan söz edilebilir. Aksi halde, toplumun her kademesinde vazife yapan, bireysel "öz ahlak" tan mahrum olan insanların kurduğu bir ülkede yaşamak zorunda kalırız.

Bu fotoğraf, Almanya’daki bir otobandan. Ambulans sesini duyan arabalar, sağa ve sola mümkün olduğunca yanaşarak ambulansa yol açıyorlar. Bunun sebebi, "günün birinde biz de o kurtarma arabasında olabiliriz" fikri değil. Çünkü bu davranış, içerisinde çıkar barındıran, samimi olmayan, hatta kısmen kötücül bir iyiliktir. Yolu açan insanların amacı, ambulanstaki bireyin şahsında, içerisinde bulundukları sistemin işlerliğini korumaktır. İçlerinden hiçbirinin aklından, ne ambulansın peşine takılarak süratle yolu katetmek geçer, ne de yolda bekleyen diğer bütün araçların haklarını gasp ederek, ambulanstaki hastanın hayatını tehlikeye atmak geçer. Bu bilgiye ve güven duygusuna, ambulansın içerisindeki hasta da, çalışanlar da sahiptir. Almanya’da, bu türlü durumlarda sıkça söylenilen bir cümle vardır, mealen: "Eğer bu basit kuralı bile çiğnersek, sonumuz topluluk olarak nereye varır?" derler.

UYGARLIK DUVARINDA ÇATLAKLAR 

Uygarlığın oluşturulabildiği ülkelerde, devlet ile millet arasında sosyal bir sözleşme vardır. Bu sözleşme, millet tüzel varlığı ile devlet tüzel varlığı arasında imza edilmiştir. Gâyesi, topluluğun refâhını ve güvenliğini sağlamak olan bu sosyal sözleşme, karşılıklı güven esasına dayanır.

Ancak, anlaşmanın tatbikinde, akde sadık kalınmadığında, güven esasına dayalı olan sosyal sözleşmede ahlâki boşluklar oluşmaya başlar. Locke’a göre, sosyal sözleşmenin olmadığı bir toplumda kaos hâkim olur. Bu ahlâki bozulmalar, kurumlara, eğitime ve gündelik hayata sirâyet ettiğinde ise devlet ile millet arasındaki sosyal sözleşme uzun vâdede tamamen bozulur.

Ve en başa dönerek, Freud’un söz ettiği, uygarlık ile bağları kopmuş olan, şiddet uygulamaktan kaçınmayan, insan namzetleri ile karşı karşıya kalırız.

Ki sosyal taahhütlere olan güveni sarsılan insanın, şiddet ile arasındaki uygarlık duvarında çatlaklar oluşmuştur artık. İnsanların yıkılan ahlâki değerleri ile birlikte açığa çıkan şiddet, ilk olarak topluluğun en çok yardıma muhtaç ve savunmasız olanlarına zarar vermeye başlar: hayvanlar, bebekler, kız ve erkek çocuklar, yaşlılar, kadınlar ve erkekler. Ülkenin her yerinden çığlıklar yükselmeye başlar. Cinayetler, intiharlar, gelir dağılımı dengesizlikleri, sınıfsal uçurumlar, hırsızlıklar, dolandırıcılıklar süratle ve katlanarak artar.

Herkes, korkulu gözlerle izlediği bu felâketin bir yerde durmasını bekler. Ancak, ciddi anlamda, geniş tabanlı ve reformist bir müdâhale edilmediğinde, maalesef bu vaziyet, nihayeti olan bir bozulma süreci değildir. Bir millet, ideolojik kavgalara, iktidar hırslarına, siyasi çıkar kavgalarına, maddi çıkarlara feda edilemeyecek kadar kıymetlidir. Bozulan sistemin çarkları, insan öğütmeye başlamışken, ülke yangın yerine dönmüşken, muhakkak tedbir alınması gereklidir.

Bu tedbirlerin en baştan icat edilmesi de gerekmiyor üstelik. Hem yakın tarihimizde Mustafa Kemal Atatürk’ün uyguladığı medeniyet ve uygarlık seferberliği, tekrarı mümkün ve elzem olan bir örnektir, hem de dünyada Aydınlanma dönemini başarıyla tamamlamış ve hâlâ gelişmekte olan birçok ülke örneği mevcuttur. Bu tedbirler, siyaset ve ideolojiler üstü bir gereklilik ile ülkemizin her köşesi için gereklidir. Aksi halde, önümüzdeki on yıl içerisinde ülkemiz, hiç tanımadığımız ve içerisinde yaşamayı istemediğimiz, hatta kaçmak için yollar aradığımız bir ülkeye dönüşecek.