Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
48,1615
Dolar
Arrow
41,1780
İngiliz Sterlini
Arrow
55,6235
Altın
Arrow
4755,0000
BIST
Arrow
11.288

Vajinal doğum 'norm'dur; normal değildir! Senin bedenin, senin hayatın, senin kararın!

Kadınların sezaryen ile doğum yapmasına karşı çıkan, bu yöntemin, insan doğasına aykırı olduğunu savunan sistematik fikir akımları, basit cümleler ile, yahut sabit bir fikrin tek yanlı duruşuyla açıklanamayacak kadar karmaşıktır.

Söz konusu bahse, mevzu olan esas, kadının toplumsal kimliği ve bu kimliğe ataerk hegemonya tarafından yapılan kişilik atamaları olunca, mesele psikanaliz, toplumsal cinsiyet kuramı, dogmatik kalıpların imperativ söylemleri, dinsel sembolizm ve kadın düşmanlığının iç içe geçtiği çok katmanlı bir sorgulamaya dönüşüyor.

Öncelikle, sezaryen karşıtlığının sebeplerini ve bu karşıtlığın toplumsal cinsiyet tanımlanmasında neye denk geldiğini analiz etmek gerekir, ki buna da kadının biyolojik farklılığı ile başlamak sanıyorum yerinde olur.

Salt ve yorumsuz bir bakış açısıyla değerlendirdiğimizde, kadın vücudu, hamile kalmak, çocuk doğurmak ve doğurduktan sonra bu çocuğu kendi bedeninde ürettiği bir sıvı ile beslemek gibi, erkek vücudunun yapamadığı biyolojik bir kabiliyete muktedirdir.

Abilite penceresinden bakıldığında, kadını üstün pozisyona yükseltmesi gereken bu özellik erkek egemen düşünceyle karşılaşınca tepetaklak olmuştur.

Kadındaki, insan türünün devamını temin eden biyolojik üstünlüğü, korkunç bir acziyet, yabanıllığa içkinlik ve fıtrat ehli olmak gibi sıfatlar ile bütünleştirilerek, kadın “yardımcı-nesne” konumuna indirgemiştir.

“Kadim ataerk” kadını, insanlık ölçütünde bu denli tenzil-i rütbeye uğratırken, kendi nev-i şahsını ise en kıymetli varlık sıfatıyla, bütün evrensel ölçütlerin merkezine “esas-özne” olarak yerleştirerek taltif etmiştir.

Yani androsantrik bir zorlamayla, yabanıl ilan ettiği kadını, kendi tanrısal pozisyonu karşısında, erkeğin üremesini sağlayan, cinsel ihtiyaçlarını tatmin eden ve gündelik işlerini onun için yapan bir “arzu, üreme ve hizmet nesnesi” olarak konumlandırmıştır.

Bu konumlandırma etrafında şekillenen toplumsal düzende, ataerkin fikr-i sabiti, sadece hamile kadını hedef almaz elbette, aynı zamanda kız çocuğunu, genç kızı, kadına biçtiği kurumsal köle kimliği olan ‘gelini’ ve kadının bütün ara kimliklerini de erk kaleminin keskin sınırlamalarına maruz bırakır.

Bununla da yetinmeyip, kadının sadece kadın olduğu için utanmasını ve kendini noksanlı hissetmesini bekleyerek, bu utanma halini, ataerkil sarayın erkeksi saltanat koridorlarında, bir tür hoşluk olarak kendisine hediye etmek cür’etinde bulunur.

NORM-NORMA-NORMALLİK

Kadının biyolojik üstünlüğü, ataerk anlatı tarafından belirlenen normatif bir çerçeveye pervasızca hapsedilerek, bu normlar kadınlığın omuzlarına utanç duyulması gereken bir kabahat olarak yüklenir. Hem öyle bir yüklenir ki, kadına hamile kaldığı, regl olduğu ya da bebeğini emzirdiği için utanması gerektiği fikri ‘NORMAL’ bir davranış olarak aşılanır.

Bu bahiste normallik kavramına kısaca değinmek gerekiyor. “Normal” sözcüğü birçoğumuzun dimağında, doğal biçimde ola gelen, ya da olması gereken doğruluk kavramlarıyla bütünleşmiş bir çağrışım oluşturuyor, değil mi? Ancak kelimenin kökenine baktığımızda, filolojinin akıl yolları bizi bambaşka bir mecraya taşıyor.

“Normal” sözcüğü kökeni itibariyle, Latincedeki norma sözcüğünden geliyor; “norma” marangozların bir çizginin doğruluğunu ölçmek için kullandıkları araç olan “gönye”ye verilen ad.


Somut bir marangoz aletinden soyut bir kültürel ölçüye dönüşerek, doğru çizgiye uyan kurallar ya da standartlar anlamında kullanılan norm, Foucault ve Butler’ın analizlerinde iktidarın en güçlü aracına dönüştüğü açıkça görülen ideolojik bir kavram olarak karşımıza çıkıyor.

Ne diyordu, Fransız düşünür Michel Foucault, “biyopolitika” başlığı altında, anımsayalım:

“Modern iktidarlar yaşamın kendisini, sadece bireyleri cezalandırarak değil, toplumsal normları oluşturarak ya da var olan normları destekleyerek düzenlerler.”

Amerikalı filozof, feminist düşünür Judith Butler ise, Foucault’nun iktidar ve norm kavramlarını, toplumsal cinsiyet bağlamında ele alarak, aynı düzlemde oluşturduğu tezle, bizlere toplumsal cinsiyetin performatif olduğundan söz eder.

Peki bir cinsiyetin performatif olması ne anlama gelir?

Şöyle ki, kadın bedeni, toplumsal söylemler ve iktidar ilişkileri tarafından, “bir kadın nasıl davranmalıdır?” sorularına sürekli maruz bırakılır. Ataerk bu sorulara tekrar tekrar verdiği geleneksel-politik cevaplar ile, kadınlığı ve anneliği normatif bir çerçevenin içerisine hapsederek şekillendirir.

Bu çerçevenin içerisinde yankılanan: “Gerçek annelik vajinal doğumla olur”, “Kadının doğumda, ağrı kesici istemesi ya da sezaryeni tercih etmesi annelik duygusunu noksanlı kılar”, “İdeal anne, fedakârca acıya katlanan annedir” gibi dayatmacı normatif cevaplar, kadının kendi sağlığını, bebeğinin sağlığını, duygularını ve psikolojisini düşünerek vereceği cevaplardan oldukça uzaktadır.

ACININ İDEOLOJİK OLARAK KUTSANMASI

Bu bağlamda, vajinal doğumun, acı ve tehlike içeren bir ritüel olarak kutsanması, kadın bedeninin, toplumsal cinsiyet normları tarafından disipline edilme çabasından başka bir şey değildir.

Dolayısıyla bu çerçevede, kadının sezaryen tercihinin “doğaya aykırı” sayılması, ataerkil norm belirleyicilerin “Kimin hayatı kutsaldır ve korunmaya değerdir?” sorusuna verdiği yanıttan kaynaklanır.

Meseledeki asıl perverzyon, ölümü göze alıp, şiddetli acı çekmeyi önceleyen kadının, ataerk tarafından gerçek annelik sıfatıyla kutsanırken, kendi yaşamı pahasına, “kutsal annelik” normunu gerçekleştirmek için zorlandığı doğum sahnesinde, hayatını, korkularını ve duygularını önceleyen kadının, ataerk tarafından ahlaki olarak değersizleştirilmesi ve günahkâr ilan edilmesidir.

Peki, yazarı hegemonik erkek olan “kutsal annelik” kitabında gerçekten kutsal olan kimdir? Ataerk’in iddia ettiği gibi, birey olan kadının kendisi midir? Yoksa kendisini evrenin merkezine “koşulsuz özne” olarak yerleştiren erkek midir ?

Eğer bu atfedilen “kutsallık” yalnızca kadının biyolojik olarak doğum yapabilme yetisine ilişkin olsaydı, evlilik dışı hamile kalan kadınlar, toplum tarafından reddedilme, hakarete uğrama, hatta kimi yerlerde öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar mıydı?

Butler, "Frames of War” ve “Undoing Gender’da” “grievability” (yas tutulabilirlik) kavramını açıklarken, “Her hayat eşit derecede yas tutulmaya değer sayılmaz; iktidar, hangi kaybın ‘önemli’ olduğunu kendisi belirler” der. 

Peki, nasıl olur da kadın ve erkek aynı türün iki cinsiyeti iken, erkek soyunun devamını merkeze alan ataerk, doğumda ölen kadının hayatını yas tutulabilir bir değer olarak görmez?

LACANCI TEORİDE ARZU NESNESİ KAVRAMI VE YAS TUTULABİLİRLİK

Bu noktada, meseleyi anlamaya çalışırken, psikanalitik teori, bizlere farklı bir bakış açısı sunar. Lacan’a göre insanda esas olan duygu arzudur; bu arzuya nesne olarak seçilen varlıklar ise geçicidir. Bir arzu nesnesinin kaybı halinde arzunun kendisi sönümlenmez; kişi yeni bir arzu nesnesini temin çabasına girer.

Peki, kadını kendisinin “yardımcı nesnesi” olarak ilan eden “esas-özne”  ataerk için, kadının doğum yaparken ölmesi ne kadar mühim olabilir?

Kadının kaybı üzücü bir durum olsa bile, yeni bir arzu nesnesinin bulunmasının önünde toplumsal bir engel yoktur. Bu durumun erkeğe yönelik acımasız bir tespit olduğu düşünülebilir, evet!  Eşini kaybeden erkeğin üzülmeyeceğini düşünmek elbette insafsızlıktır, ancak toplumdaki erkeklik kavramı, kadın kaybının yasını değil, yeni bir kadına geçişi “rasyonelleştirir.”

Dul kadın ve dul erkeğin sosyal statüleri arasındaki uçurum bu durumun çok çarpıcı bir örneğidir.

Karısı ölen erkek, hüzünlü bir acıma ve merhamet süjesidir; erkeksi algı sisteminin altın varaklı tahtına yerleştirilir, kusurları örtülür, kötü tarafları törpülenerek, yeniden alışverişe çıkmış bir sahip pozisyonuna yükseltilir. Bir an evvel daha iyi, yeni bir eş bulunarak, geleneksel ataerk’in korumacı sevgisi ile ödüllendirilir.

Kocasını kaybeden kadın ise, geleneksel dogmatik toplumda artık “bakire olmayan” ve “sahibi olmayan” kadındır. Üstüne üstlük evliliği boyunca, sosyal ve ekonomik hayatın dışında tutulmuşsa, dolayısıyla maddi bir güvencesi yoksa, diğer erkeklerin tacizine ve sapkınlığına maruz kalacak olan bir arzu nesnesi olarak konumlandırılır. 

Dul kadına bırakılan tek yol, ya zorunlu olarak yeni bir erkek-sahip bulup yeniden toplumun bir parçası olmaya çalışmaktır ki ataerk çarkın dişlileri kadını bu doğrultuda hareket etmeye zorlar; ya da bu kadın, aforoz edilerek toplum dışına itilmeyi göze aldığı, geleneksel sisteme yabancılaştırıldığı bir hayat yaşamak durumunda kalır.

KADININ ÖLÜMÜNÜ KUTSALLAŞTIRMAK

Peki, ataerk kendisine verdiği bu ödülle yetinir mi? Elbette hayır!

Kadını yas tutulamaz ilan ettiği yetmiyormuş gibi, bir de ölmesi halinde kadını ödüllendirmeye kalkışır. Kadına, doğum yatağında ölmesi halinde, bu durumun kendisi için ulaşabileceği en büyük şeref olduğu fikrini aşılar…

Nasıl mı? Geleneksel dogma, kadına; doğum yatağında ölmesi halinde, koşulsuz cenneti vaat eder.

Olur ya, ölüp de cennete gidecek kadar şanslı bir kadın değilse, o halde mümkün mertebe fazla acı çekmesi gerekir ki genç kadın çektiği acılarla günahlarından arınabilsin. Bu sebepledir ki, doğuma eşlik eden kadınlar, olanca güçleriyle, genç kadını vajinal doğum yapması ve bu süreçte sezaryeni asla düşünmemesi konusunda manipüle ederler.

Zaten günahkâr olduğuna inanılan ve kendisi de bu duruma ikna edilmiş olan genç kadının, kulağına dokuz ay boyunca ve özellikle doğum esnasında sürekli, çekeceği şiddetli acıların eski günahlarını tamamıyla sileceği fikri fısıldanır.

Doğru anlıyoruz evet, ataerk kendisine o kadar hayrandır ki, kadınına: “Benim için acı çekmen sana bahşettiğim bir fırsattır, bunu iyi değerlendir” der.

Yani kadın, efendisinin çocuğunu doğuruyorken çektiği acılara minnet duymalı; ve hatta ölürse, öldüğü için kendisi ve etrafındaki herkes “mertyre” olduğu için bu ölümü mutlulukla kutsamalıdır.

Peki bu perverzyon, geleneksel dogmaya bütün içtenliği ile ikna olmuş kadın için ne anlama gelir?

Sistemin içerisine entegre olarak, hayatta kalmak için kabullenmek yolunu seçmiş genç bir kadın için, erkek tarafından vaad edilmiş bu kutsal ölüm ve acılar ile günahların dökülmesi fırsatı, neredeyse mutlu bir şekilde yaşayacağı bütün hayattan daha kıymetlidir.

Çünkü bu sistemin içerisindeki kadın, zaten kadın olarak doğduğu için bütün günahların nesnesi olduğuna ikna edilmiştir. Normal doğum yaparken ne kadar çok acı çekerse, hatta mümkün mertebe ölürse, günahlarından o denli arınacağına ya da koşulsuz cennet ile ödüllendirileceğine ikna edilmiştir.

Dolayısıyla, illa ataerkil dogmanın akıllı uslu gelini olacağım ve doğum yaparken günahlarımdan arınacağım diye inandırılmış genç bir kadının ölme ihtimali, diğer genç kadınlara göre çok daha yüksektir.

NORMATİF SÖYLEMLER VE GERÇEKLER 

Tüm bu normatif söylemlerin ardında görünmez kılınan ise, kadının doğum deneyiminin gerçekliğidir:

Bir kadının hamilelik boyunca yaşadıkları, vajinal doğum yahut sezaryen sırasında çektiği acılar, bedensel parçalanma, çaresizlik duygusu, ilk aylar boyunca yaşadığı şiddetli mide bulantıları, 9 ay boyunca yaşadığı doğum ve ölüm korkusu, bebeğini kaybetme riski, üstleneceği psikolojik ve fiziksel yük, doğum sonrası kendisini bekleyen hormonal değişiklikler, sosyal etkenler, değişen hayatı, her şeyiyle kendisine bağlı olan yeni bir insan ile yaşamaya başlaması ve tüm varlığı ile ondan sorumlu olarak, bebeğini kendi bedeninden beslemesi göz ardı edilir.

Doğal bir süreç denilerek basitleştirilen hamilelik süresince, yaşanılan rahatsızlıkların hiçbiri, kadının zaten önceden tanıdığı ve hazırlıklı olduğu fiziksel reaksiyonlar değildir. Midesi bulanırken, “ahh ne güzel midem bulanıyor” demez; hasta hisseder, rahatsız olur, bitkin hisseder. Duyduğu bu rahatsızlığın derecesi, bir erkeğin aynı rahatsızlıklarla karşılaşması halinde hissedeceği acıdan daha az ya da farklı değildir.

Doğum esnasında vajinası parçalanırken, doğum yapabilmesi için makatına dışarıdan müdahale ile kesi yapılırken ya da kendiliğinden yırtılırken, sihirli bir el ışıklar içinde gelerek, hiç acı çektirmeden çocuğu dışarı çıkarmaz ve kadına beyaz dantelli giysiler giydirip, saçını kırmızı kurdele ile süsleyerek yatağına yatırmaz.

Kadın kanar, parçalanır, çığlık çığlığa acı çeker. Bu acıya katlanan bir kadına, hiçbir otoritenin “senin acı çekmen normal ve doğal olandır” diyemez, dememeli.

Hiç kimse bir kadının, daha az acıyla doğurma ihtimalini, ağrı kesici alma isteğini ya da sezaryenle doğurma isteğini şeytanlaştırıp, bu türlü insani istekleri olan kadını, çocuğundan fedakârlığını esirgeyen “noksanlı anne” statüsüne indirgeyemez.

DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜNÜN ATAERKİL SESİ

Dünya Sağlık Örgütü (WHO), sezaryen ile ilgili açıklamalarını son yıllarda yumuşatarak kadının da karar verme mekanizmasına dahil edilmesi gerektiğini söyleme lütfunda bulunsa bile, en erkeksi sesiyle “sezaryen oranlarının yüzde 10’un üzerine çıkması halinde bile kadın ve çocukların hayatta kalma sayıları üzerinde ciddi bir artış görülmemiştir” diyerek, devletlerin maksimum %15 sezaryen oranına kilitlenen politikalarına dolaylı yoldan destek veriyor.

Mesele sadece ölüm ya da hayatta kalma oranları değil; bu iki uç nokta arasında WHO’nun ve erkeksi sağlık politikalarının göz ardı ettiği bir şey var: KADIN!

İstatistiklerle birey olduğu gerçeği göz ardı edilen, devletlerin üreme politikalarını desteklemek üzere bir araç fonksiyonuna indirgenen kadın var! 

Kadının korkuları, ruh sağlığı ve karşı karşıya kalacağı tehlikeler var!

• Doğum sırasında aşırı acı yaşaması sebebiyle oluşacak travmalar,

• Bebeğine yabancılaşma tehlikesi,

• Postpartum depresyon (lohusalık depresyonu) ...

Batı’da bile, anne ölüm nedenleri arasında ilk sıralarda yer alan postpartum depresyona bağlı intiharlar, kadının karşı karşıya olduğu risklerden yalnızca biridir. Bunca risk varken, WHO’nun “sezaryen yapılsa bile kadının ya da bebeğin hayatta kalma oranlarında bir değişiklik olmuyor” demesi, binlerce yıllık ataerkil zorbalığın kadınlar üzerinde hâlâ nasıl etkin olduğunu göstermiyor mu?

Doğum yapmak, anne olmak, sadece ve sadece insan olan, birey olan, özne olan kadının kendisi ile ilgilidir. Kendi hayatı ve yaşayacakları hakkında karar verme yetkisine yüzde yüz hâkim olan bizzat kendisidir. Ne ataerkin hastalıklı acı çektirme fantezilerinin oyuncağı, ne de devlet politikasının maliyetleri aşağıda tutulması gereken üreme nesnesidir.

Bu sebeple feminist bakış açısıyla, kadın ve erkek her birimizin üzerine düşen vazife; hayatını riske atarak anne olmayı göze alan genç kadını toplum içerisinde, kendi kararlarını verecek, gelenekçi dogmanın ve devlet politikalarının oyunlarını anlayacak ve bunlarla mücadele edecek kadar güçlendirmektir.

Çünkü mevzu bahis olan şey, hem kendisinin hem de çocuğunun ruh sağlığı ve hayatıdır. Ne geleneksel bir kayınvalide, ne dogmatik hisseden bir anne, ne manosferik bir koca, ne de kadını istatistiklerle araçlaştıran devlet politikaları, kadının hayatı ve nasıl hissedeceği ile ilgili söz hakkına sahip değildir.

Senin bedenin, senin hayatın, senin kararın.