Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
43,9108
Dolar
Arrow
38,9249
İngiliz Sterlini
Arrow
52,4032
Altın
Arrow
4123,0000
BIST
Arrow
9.356

60’larda siyasi iktidar ve anti-komünizm

TEK PARTİ  VE DEMOKRAT PARTİ İKTİDARINDA SOL  TASAVVURU 

Türkiye’de sosyalizm daima komünizm ile özdeş   mütalaa  edilmiştir.  Milli  mücadele ve erken cumhuriyet döneminde açılan davalarda  göreli hafif cezalar verilmiş,  mahkumlar  çeşitli  af kanunları ile  tahliye edilmişlerdi.  Örneğin  Türkiye Halk İştirakiyyun  Fırkası davası (1921),  TKP  davası (1927) kararları bu kapsamda  açıklayıcıdır. Cumhuriyetin 10. Yıl  törenlerine Sovyet  delegasyonun  gelmesi, Voroşilov’un Atatürk’e Stalin’den bir kılıç hediye  getirmesi   Türk-Sovyet dostluk ilişkilerin  bir nişanesi oldu. Sovyetler  TKP’ye   Kominterne  bağlı önemsiz bir  parti  muamelesi yaparken,   Türkiye’nin resmi politikası TKP-SBKP ilişkilerini  görmezden gelme  biçimde olmuştu. Atatürk’ün sağlığının  iyice bozulduğu 1938 yazında  bu rutin  bozuldu. Açılan Harpokulu  ve Donanma  davaları verilen ağır  mahkumiyet  cezaları  ile sonuçlandı.

Nazım Hikmet , Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir, A. Kadir gibi Türk  solunun  tanınmış simaları  askeri  mahkemede  yargılandılar. Yavuz ve Erkin gemilerinde yapılan  yargılamalar  neticesinde üzerine suç atılı bütün zanlılar mahkum oldu.  Atatürk’ün  vefatına yakın bir zamanda  Askeri Yargıtay cezaları  onadı. 

Türkiye’nin seçkin  yazarları  mahkum olmuşlardı. Bu    adli tarihimizde verilmiş  en  utanç verici  kararlardan  biridir.  Benim   kişisel kanaaatim  bu insanların 1950 affına kadar  zindanlarda çürütülmelerinin  müsebbipleri Fevzi Çakmak  ve Şükrü Kaya  ikilisidir. Genelkurmay Başkanı  ve  İçişleri Bakanı savaş yaklaşırken dışarda  komünist bırakmama düşüncesindeydiler. Bu konuda eski  savcı  ve Nazım Hikmet’in  avukatı Mehmet Ali Sebük’ün  Vatan Gazetesinde  yayınladığı  tefrikaya  ve “Nazım’ın Özgürlük Savaşı”  başlıklı kitabına  bakılmalıdır. Sebük’ün  10. Dönemde   Demokrat Parti’den İzmir milletvekili seçildiğini de belirtelim. 

Onaylanan mahkumiyet kararlarında  “hükümeti  devirmeye teşebbüs  suçu”   isnad  edilmişti. Oysa ki ne ceza  hukukunun evrensel  kurallarına   ne de  TCK’ya göre  kanıtlanmış hiçbir şey yoktu.  İddianameler bomboştu. 

50’lerde   konjonktür değişti. Fakat çok  partili demokrasiye  geçiş sola  serbesti getirmedi. TCK’nın  141-142. maddeleri   sol düşünce üzerinde Demoklas’ın kılıcı gibi  sallanmaya  devam etti. 

Demokrat Parti iktidarları ABD’de senatör McCarthy nin adıyla anılan şiddetli  antikomünist politikaları benimsedi. Türkiye bu  yolda ABD’nin  sadık bir izleyicisi oldu. Antikomünizm   fiiliyatta  her çeşit sol  düşünceyi baskı altına  almak  anlamına geliyordu. 

Sosyal ve sınıfsal meselelere ilişkin her türlü faaliyet ve  yayın teşebbüsü Menderes hükümetleri  tarafından  “ komünizm  propagandası”  sayılarak şiddetle  bastırıldı. 

Dalga  dalga tutuklamalar oldu.  6-7 Eylül provokasyonları  bile solculara fatura edildi.  Kemal Tahir ve Aziz Nesin  Org. Nurettin Aknoz’un   sıkıyönetim  komutanlığı  sırasında   altı  ay tutuklu  kaldılar.  Aknoz  meşhur “şu komünistleri salkım  salkım sallandıralım” sözüyle hafızalardadır. 

Avrupa’da İkinci Dünya Savaşından sonra  demokrasiler yeniden kurulurken legal sol partiler   rejimin  sol kanadını    temsil ediyorlardı. Örneğin Fransa’da  komünist Partisi  bile yasal bir partiydi. Sosyalist  partinin dışında.    Sosyalist  ve sosyal demokrat partiler  sistem içi partiler  olarak görülüyorlardı. İtalya ve Almanya’da ise  faşist ve  komünist parti  kurma yasağı vardı. Bu ülkelerin  siyasi  geçmişi  dolayısıyla. 

Türkiye’de  ise  “demagojik ikiz  partiler”  düzeni kurulmuştu. Çok partililik kısır  ideolojik  bir ortamda  doğmuştu. Türkiye demokrasiyi Avrupa  standartlarında   değil bir çeşit küçük  Amerika olmak tasavvuru ile kurmuştu. 27 Mayısçılar da  siyasi  spektruma aynı kafayla baktılar. Milli Birlik Komitesi  üyelerinin siyasi meselelere ilişkin  düşünceleri  epey karışıktı. Çoğu tepki temelinde  düşünüyorlardı. 1961  seçimlerinden sonra TİP’e  girenler de oldu. Totaliter eğilimli  CKMP’ye girenler de oldu.  14’lerin çoğunluğu  Türkeşle birlikte davrandılar. 

TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİNİN  PARLAMENTOYA GİRİŞİ 

Türkiye İşçi Partisi (TİP)  13 Şubat 1961’de 12  sendikacı  tarafından  kurulmuştu. Kemal Türkler, İbrahim Denizcier, Kemal  Nebioğlu, Rıza Kuas, Şaban Yıldız aklıma  gelen ilk isimler. 

Partiye daha sonra,  Mehmet Ali Aybar,  Behice  Boran, Adnan Cemgil,  Cemal Hakkı Selek, Fethi Naci,  Yaşar Kemal, Murat Sarıca gibi  aydınlar da katıldılar. Bu isimler  partide etkin olarak çalıştılar.  Bir kısmı 1965 seçimlerinde milletvekili  oldu. 

TİP, sadece işçi sınıfı sorunlarıyla değil köy-köylülük-ülkede hala varlığını sürdüren  feodal ilişkilerle  ilgilendi. Emperyalizm TİP’in  daimi gündemiydi.  TİP Türkiye  kamuoyunu  bu konularda sürekli  uyarmaya çalıştı. 

1966  Malatya Kongresinde   partide   bir fraksiyon olarak  varlığını sürdüren MDD’ciler etkinliğini yitirdi. Bundan sonra partide    parlamenter yoldan  seçimleri kazanarak (legalist   çizgi)   sosyalizmi  gerçekleştirme  düşüncesi egemen  oldu. 

TİP’in   parlamentoda etkili olduğu yıllar  Demirel’in  başbakan, Adalet Partisinin iktidar olduğu döneme tekabül eder. 

ADALET PARTİSİ  HÜKÜMETLERİ VE ANTİ KOMÜNİZM 

Adalet Partisi,   iktidara geldiği 1965’ten   12 Mart 1971  muhtırasına kadar  çok yönlü baskılar  altında kaldı. Öncelikle ordu  içinde  AP iktidarına karşı hoşnutsuzluk söz konusu  idi. 

Demirel, Cevdet Sunay’ı  Cumhurbaşkanı  seçtirerek bu  tavrı  lehine çevirmeye çalıştı.  Hükümet, TSK Personel Kanununda   önemli iyileştirmeler  yaptı.  Bu suretle iktidara  karşı  olumsuz tavrı  bir ölçüde  gidermeyi başardı.    Demirel’in,  orduya yönelik  bu  hamlelerini “orduyu satın alma”   girişimi  olarak  yorumlayan  çevreler  oldu.  Hatta  bazı Milli Birlik Komitesi  üyeleri (artık  hepsi  tabii  senatör olmuştu) böyle düşünüyorlardı. 

Adalet Partisinin  asıl  sorunu, yükselen sosyalist sol  dalgaydı. TİP’in  parlamentoya   girmemesi için  çok gayret sarfettiler. Başarılı  olamadılar. Bir sonraki seçimde seçim sistemini  değiştirerek etkisizleştirdiler. 

TİP’in  parlamentodaki varlığı Adalet Partisi çoğunluğunu ciddi  biçimde rahatsız etti. Küçük bir grup olmasına rağmen söylem ve siyaseti AP hükümetini TİP’i   kuşatma politikası izlemeye sevk etti. TİP  baskı altına alınmalıydı. Aksi halde büyüyebilirdi. 

TİP  millevekilleri,  çoğunlukla komünizm propagandası yapmakla suçlandılar. AP’ye göre sınıf  meselesine dokunmak  “komünistlik” demekti. Çetin Altan’ın dokunulmazlığının kaldırılması  örneğinde olduğu  gibi,  TİP’liler meclis içi ve dışındaki eylemleriyle sürekli  komünizm  propagandası  yapmakla itham ediliyorlardı. AP’lilere göre  sınıf ve sömürüden bahsetmek  komünistlikti.  

TİPliler  ise AP’yi, Amerikan işbirlikçiliği (çoğu zaman  uşaklığı) yapmak ve egemen sınıfların  çıkarlarını  temsil etmekle itham ediyorlardı. 

TİP’in üslubu siyaseten  doğruydu. TİP  sosyalist bir partiydi. Fakat bu tutumları -kaçınılmaz olarak-iktidarın sinir  uçlarıyla oynamak demekti.  TİP’in  iddiaları büyük ölçüde  gerçeklerle örtüşüyordu. AP, DP’den devraldığı ABD ile iktisadi, siyasi ve  askeri alanda  yakınlık siyasetini  devam  ettiriyordu. Daha açıkçası Amerikancı bir  siyaset izliyordu. 

Şuna da kuşku yoktu ki  AP, Türkiye’deki hakim sınıfların çıkarlarını örgütleyen bir partiydi.  Toplumun bağımlı sınıflarını (işçileri, köylüleri) peşine  takmış, iktidara gelmişti. 50’lerde  Demokrat Parti’nin  yaptığı  gibi. 

50’lerde   sınıf meselesinin  konuşulmadığı Türk tipi McCartism ortamında siyaset kolaydı. 60’larda  şartlar değişmiş,  siyasete  yeni aktörler girmişti. Toplumda  mobilizasyon artmıştı.  TİP’in emekçi sınıfları uyaran söylemi  düzenin temellerini sarsıyordu. Bu  siyaset  tarzının AP iktidarı tarafından sadece  izlenmesi beklenemezdi. TİP  sınıf siyaseti  izliyordu. Yasal yolları  kullanarak  sosyalizmi  iktidara  getirmeye  çalışıyordu. 

Adalet Partililer   TİP   parti kongrelerini basarak, milletvekillerini mecliste döverek veya “komünizm propagandası”  iddiası ile  adli takibat yaptırarak  şiddetli bir karşı  taarruza geçtiler. 

AP’liler açısında TİP,  “kıpkızıl bir partiydi. Elde bulunan  bütün araçlarla bu  partiye karşı şiddetli   bir mücadeleye ihtiyaç vardı. 

Sola  karşı  en sert    tavırlarıyla  dikkat çeken AP’li parlamenterler şunlardır:  Samsun Senatörü  Dr. Fethi  Tevetoğlu,   İstanbul milletvekili İlhan Egemen Darendelioğlu, Antalya  milletvekili Osman Yüksel Serdengeçti.  Darendelioğlu daha  sonra MHP’ye  geçti.  Osman Yüksel Serdengeçti  Adalet Partisinden çıkarıldı.  Adalet Partisi içinde  sol karşıtı tutumuyla en fazla  tanınan isim  İçişleri Bakanı Dr. Faruk Sükan idi.  Sükan Konya  milletvekili idi. İlginç bir  bilgi Dr. Sükan  Paris’te Atatürk’ün doktorlarından  Nihat Reşat Belger’in yanında  dahiliye ihtisası  yapmıştı. 

YÖN DERGİSİ : DOĞAN AVCIOĞLU,  MÜMTAZ SOYSAL, CEMAL REŞİT  EYÜBOĞLU 

Yön bildirisi  Yön’ün  20 Aralık 1961 tarihli ilk sayısında yayınlandı. Dergi,  1961    demokrasisinin  kuruluş çabaları ile kronolojik olarak   örtüşür. Bildiriye imza atan  531  aydın Anayasaya  olumlu  bakmakla  birlikte  Türkiye’nin  meselelerine çözümün anahtarı olarak  görmüyorlardı. Çözüm Türk  devrimine yeni bir ruh  katmaktan geçiyordu. 

Bildiri ile belki de ilk defa emperyalizm açıkça   kamuoyunun dikkatine  sunulmuş oluyordu. Bildiri de  dikkat çeken   başka bir nokta ise, imzacıların  Türkiye’nin geleceğine   dair  olumlu bakışı ve  aydınlara duyulan güvendi. Kurulan yeni  demokrasi azgelişmişlik meselesine  çözüm aramak üzere  bir tartışma platformu  sağlamış oluyordu.  

Derginin  kurucuları Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal, Cemal Reşit  Eyüboğlu idi.

Yön Bildirisinde temel mesele, çok partili siyasal hayat, demokratik toplum  düzeni,  hukuk devleti beklentilerinin  çok üstündedir. 

Yön arşivi tarandığında  yayınlanan  yazıların bu amaca  hizmet ettiği görülür. Kurucuların  60’lar  sonrasında takındıkları  siyasi tutum derginin   gelişim  çizgisini açıklar  mahiyettedir.  

MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM TEZİ NEYDİ? DEVRİMİN ÖNCÜSÜ HANGİ GÜÇLER OLACAKTI?

Milli Demokratik  Devrim   tezi   temel olarak  Türkiye’deki  toplumsal koşulların  sınıf  ilişkilerinin  sosyalist devrim için  elverişli olmadığını savunur. 

Bu teze göre, Türkiye’de   emperyalizme  bağımlı  komprador burjuvazi, çözülmemiş feodal bağlar  varolduğu sürece   sosyalist devrim  gerçekleştirilemez.  Öncelikle gerçekleştirilesi  gereken  demokratik   devrimdir. Bu devrimde  milli burjuvazi de ittifaka  dahil edileceğinden   devrimin niteliği Milli Demokratik Devrim  olacaktır. 

Böyle  bir  devrimin  Türkiye’nin  bütün ilerici  güçlerinin desteği  ile gerçekleştirilmesi mümkündür. 

Burada, MDD   literatüründe  sıklıkla bahsedilen  Zinde Güçler  kavramı  devreye girer. Zinde Güçler, Kemalist  aydınlar ve ordunun   devrimci özünü  korumuş kesiminden oluşur.   Türkiye,  Kuzey  Atlantik  İttifakına  girmiş  ve ABD  yanınnda  saf tutmuştur. Bu önemli bir sapmadır. Buna rağmen “Kemalist  Devrim değerlerini”    muhafaza eden subaylar  Zinde kuvvetlerin   ağırlıklı  kesimini oluştururlar. Bu dinamik gruplar milli   demokratik devrimin öncüsü olma potansiyelini taşımaktadırlar. 

MDD, Zinde Kuvvetlere devrimin  gerçekleştirilmesi yolunda özel önem vermektedir. 

TİP, 1965’te   dikkat çekici  bir sayıyla parlamentoya girdikten sonra,  MDD çevresi TİP’ten uzaklaşmıştır.  1966’da  Malatya  Kongresinde alınan  kararlar TİP’in içinde  artık MDD’ye yer olmadığı anlamına gelmiştir. 

1968  GENÇLİK OLAYLARI VİETNAM SAVAŞI-PARİS BAŞKALDIRISI 

Batıda   1968  başkaldırıları     gençlik olayları olarak  yorumlandı. Toplumsal   düzeni sarsan  bu  gelişme İkinci Dünya Savaşından sonra  ortaya çıkan soğuk savaş  dengesine bir tepkiydi.

1962’de patlak veren Küba Krizi ve nükleer başlıklı  füzeler meselesi   Türkiye’yi  de çok yakından  ilgilendiriyordu. Dünya  bir nükleer savaşın eşiğine geldi.  İşin ciddiyeti anlaşılınca taraflar  geri adım  atmak  zorunda kaldılar. 

Sonunda, Sovyetler Küba’daki füzelerini, ABD, Türkiye’de konuşlandırdığı Jüpiter  füzelerini söktüler.  Dünya rahat  bir nefes aldı. Nükleer bir savaşın eşiğinden  dönülmüştü. 

60’ların   bir   başka veçhesi   üretim artışıydı. Kapitalist dünyada  sermaye  birikimi, üretim, bölüşüm,  doğurganlık, yaşam kalitesinin  arttırılması tartışmasını  başlatmıştı. Özellikle  üniversite gençliği içinde  sosyo-ekonomik düzen sorgulanmaya  başlandı.

Öte yandan,  60’lar   bütün dünyada  “sola  kayma” ya denk düşer. Solun ortak paydası ABD karşıtlığıdır.  Vietnam Savaşı  bunu  daha da pekiştirdi. ABD  yaptığı  her işte suçlu  bulunuyordu.   Dünyanın  her yerinde  kötülüğün kaynağı ABD  olarak görülüyordu.  

Gençler için  Bolivya’da ABD  destekli güçler  tarafından  öldürülen Che Guevara  bir  “ikon” haline gelmişti. 

 Bilgi ve iletişim imkanlarının  artması  Vietnam halkına karşı  misket  bombası, napalm bombası  gibi ürpertici güçte  silahların kullanılması  ABD  ve Avrupa’da  savaş karşıtı  bir kuşağın yükselişine tanıklık  etti. 

TÜRKİYE  68’İ NASIL ALGILADI? 

60’larda ideolojik  düşünce  hegemonyası soldaydı. Coşkulu bir verimlilikle gençlik solun etkisi altındaydı.  Gençlik  solcuydu. Sosyalistti. 

Genel oy çoğunluğu ise sağdaydı. Sağda  sol algısı  mülkiyet ve  din düşmanlığı  ile özdeşleştiriyordu. Ortalama sağ  seçmene göre sol  komünistlikti.  Dinsizlikti. 

60 lardaki standant algılama için şunu  söyleyebiliriz:  gençler,  öğretmenler, yazarlar, üniversite  hocaları hep  solcuydu. Hepsi milli  ve manevi değerlere karşıydılar. 

 RADİKAL SOL OLUŞUMLAR VE ADALET PARTİSİ  

Adalet Partisi hükümetlerine karşı asıl büyük tehlike radikal  sol gruplardan geliyordu. Bu grupların  ideolojik  kaynağı  MDD  tezleri idi. 

Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli  -nüanslarla-Milli Demokratik Devrim  tezlerinin   fikir babalarıdır.  Şu farkla ki  Avcıoğlu, devrimin motoru olarak  zinde kuvvetleri görürken,  Belli   gerilla faaliyetlerini (kent ve kır gerillası) önemsiyordu. 

Her iki isim de   Türkiye’yi  sosyalizme  parlamenter yollarla  geçişin  mümkün olmadığı bir ülke olarak görüyorlardı. 

Doğan Avcıoğlu bu  durumu  sandıktan hiçbir zaman  sol çıkamaz;  çünkü “tutucu  güçler koalisyonu” buna engeldir sözleriyle açıklarken   şöyle devam ediyordu:  “halk halk  düşmanlarının  peşindedir”

TKP kökenli Mihri Belli de Türkiye’yi   burjuva demokratik devrimini tamamlamamış bir ülke olarak görüyordu.  Emperyalizme ve işbirlikçi  sınıflara karşı  milli  bir kalkışmayı  zorunlu  buluyordu. 

Avcıoğlu  çevresi baştan itibaren TİP’e mesafeli davranmıştı. Belli  ise temas  halindeydi. TİP’i legalist çizgiden  ayırmaya çalıştı. Başarılı  olamadı. Belli’nin düşüncelerine en yakın gruplar sol gençlik hareketlerinin içinden gelecekti. 

MDD kendi içinde  birtakım  ayrışma  süreçlerinden geçti. Sonunda bölündü. Ana çizgi   Aydınlık Sosyalist Dergi çevresidir.  Diğeri ise PDA  idi. 

ASD’den  kopan  Gün Zileli,  Cengiz Çandar ve arkadaşları  Proleter Devrimi Aydınlık dergisini çıkarması başladılar.  Doğu Perinçek  bu grubun önemli simalarından  biri oldu.  PDA’ya  Korkut Boratav ve Hikmet Kıvımcımlı da destek verdiler.  PDA,  Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin  öncü örgütüydü.

Neticede -bana göre-  THKO, THKP-C,  TİİKP gibi gruplarından  hepsinin kaynağı  Milli Demokratik Devrim tezi idi. Aralarındaki fark  devrim stratejileri, eylem alanları ve öncelikleri  olacaktır. 

Ortak  hedef aynıydı. Mevcut düzeni yıkmak. Bu da pratik olarak Adalet Partisi  hükümetini, başbakan Demirel’i devirmek anlamına  geliyordu. 

SOL ADALET PARTİSİ  HÜKÜMETLERİNİ NASIL DEĞERLENDİRİYORDU?

Solun ortak düşüncesi  şuydu:  Çok partili siyasal hayata geçiş ve DP iktidarı ile  birlikte Türk Devrimi rayından çıkmıştı.  Cumhuriyet devriminden  sonra elde edilen kazanımlar kaybedilmişti. Toplum  gericilerin eline  düşmüş, iktidar emperyalist dünyanın  müttefiki olmuştu. 

NATO’ya giriş  Türkiye’yi   milli  kurtuluş savaşından   gelen  bağımsızlıkçı çizgiden saptırmış, az gelişmiş   bir ülkede emperyalizme bağımlı   komprador  burjuvazi tarafından  yönetilen  bir ülkeye  dönüşmüştük. 

Bu durumun   genel oy  ile  çözülmesi mümkün değildi.  Türkiye’nin  toplumsal koşulları  gereği sandıktan  daima “tutucu güçler koalisyonu”  çıkacaktı. 

Halk gericiliğin, feodalizmin ve işbirlikçi egemenlerin  hegemonyası altındaydı.  Adalet Partisi  tam da bu  ilişkileri  açığa vuran  bir partiydi.  İktidara gelişi de bu nedenle  kaçınılmazdı. Sola göre Demirel,  Amerika’nın adamıydı. Morrisoncuydu. 

FİKİR  KULÜPLERİ  FEDERASYONUNUN  DEV-GENÇ’E DÖNÜŞMESİ 

1960’lar Türkiyesinde  oldukça  heyecanlı  sol bir yükseliş yaşandı. 1965   seçimleri   sonrasında ise iki yeni  gelişme oldu. 

İlki,  TİP’in   parlamentoya girmesiydi.  Bu önemliydi.  İkincisi ise Adalet  Partisi   milli  bakiye sistemine rağmen  tek başına iktidara  gelmişti. Bu  da sol açısından  özel   öneme  sahip  bir  başka olguydu. 

AP’nin iktidara gelmesi, solda seçimler  ve genel oyun Türkiye koşullarında ne anlama geldiğinin   sorgulanmasına neden oldu. 

Fikir Kulüpleri  Federasyonu, 1965  seçimlerinden hemen sonra (Kasım ayında)  Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi  öğrencileri  tarafından  kuruldu. İlginç  birkaç ismi  burada anmak  isterim.   Ümit Hassan, Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Hüseyin Ergün. 

9-10  Ekim  1968 Kongresinde FKF,  Dev-Genç’e dönüştü: Türkiye  Devrimci  Gençlik  Dernekleri Federasyonu. Atilla Sarp başkan seçildi.

FKF’nin  radikalleşerek  silahlı eylemler yapan Dev-Genç’e dönüşmesinin  en önemli nedeni-bence-1968 6. Filo  protesto eylemlerininin  hükümetçe bastırılma biçimidir.  1968 Temmuzunda  ABD’nin Akdeniz Filosu (Altıncı Filo) gösterilere neden  olmuş, İTÜ  Gümüşsuyu yurdunda Vedat Demircioğlu  öldürülmüştü.

Altıncı Filo’nun İstanbul Limanına gelmesi, hükümetin  olaylara  müdahale biçimi, Kanlı  Pazar olayları öğrenci derneklerinin  radikalleşmesine neden oldu. 

ALTINCI FİLONUN  GELİŞİ:  1968  TEMMUZ VE 1969 ŞUBAT OLAYLARI 

Türkiye 1952’de Kuzey Atlantik ittifakına   kabul  edildi. İttifakın  öncüsü  ABD  Atlantik ve Pasifik’te   büyük  deniz filoları  kurdu.  Bu  bir çeşit dünya jandarmalığı idi.   Sonuncu  filo Akdeniz   filosudur: Altıncı Filo. Karargahı Napoli’dir. Kuruluş tarihi  12 Şubat 1950’dir. 

Bu  filo  ABD’nin Akdeniz  ve  Ortadoğu  çıkarılarının    bekçiliğini yapıyordu. Lübnan Krizinde, Süveyş  Kanalı krizinde kullanıldı.  Menderes  hükümetleri  büyük bir coşku ile Altıncı Filo operasyonlarını  desteklediler. Filo, resmi  söylem olarak NATO’nun Doğu Akdeniz    kanadını güvence altında tutan  önemli bir işlev görüyordu. Fiiliyatta ABD’nin  vurucu gücüydü. 

Türkiye’ye  zaman  zaman gelmiş, İstanbul  ve İzmir limanlarında görünmüştü. Filonun  Türk denizlerinde  görünmesi  Türkiye’yi yönetenler açısından  ittifak sisteminin  olağan  bir  sonucuydu. Türkiye Kuzey Atlantik İttifakının  üyesiydi ve ABD  dost ve müttefik bir ülkeydi. 

Emperyalizmin  simgesi  sayılan bu filonun limanlarımızı ziyareti solcu gençler arasında   tepkiyle karşılanıyordu.

TİP’in meclise girmesinden sonra iktidara  ilk  taarruz  ABD  ilişkileri üzerinden oldu.  Amerikan üslerinin Türkiyedeki varlığı gündeme getirildi. Sol Türkiye topraklarının bir kısmının işgal altında olduğunu   savunurken, başbakan  ve  AP genel  başkanı Demirel  “ üs yok, ortak  savunma tesisi var”  diyordu.

Altıncı filo İstanbul’a ilk geldiğinde   İTÜ yurdunda kalan  Hukuk Fakültesi  öğrencisi  Vedat Demircioğlu  öldürüldü. (24 Temmuz 1968)    AP Hükümeti, özellikle İçişleri Bakanı Dr. Faruk Sükan,  ABD karşıtı eylemleri  kızıl  tehlike, komünist ihtilal provası olarak   yorumluyordu. 

Anti-emperyalist gösteriler, gerici  basın tarafından  çarpıtılarak   dinci çevreler tahrik ediliyordu.  “Beyazıt Kulesine   kızıl  bayrak çektiler”   provokasyonu bunlar içinde   en ünlüsüdür. 

Bugün gazetesinden Mehmet Şevket   Eygi, artık  şeritçıların eline  geçmiş   olan Milli Türk  Talebe Birliği  başkanı İsmail  Kahraman  o zamandan isimleri  günümüze ulaşmış malum  simalardır. 

1969  yılında  ABD karşıtı  eylemler  daha da büyüdü. 12 Şubat 1969 Pazar günü solcu  öğrenci gruplarının    Beyazıttan   başlatılarak   Taksim’de sona erdirilecek olan gösteri yürüyüşü ülkücü-şeriatçı  ittifakının saldırısına  uğradı.  Bir çok öğrenci  öldü ve yaralandı. 

Bu nedenle olaylar  tarihimizde  Kanlı Pazar  olayları adıyla  anılır. Polis  Taksimdeki olaylara   sadece nezaret etti. Devletin güvenlik kuvvetleri, Türkiye’nin  tutucu güçlerinin para-militer  eylemlerine göz yumdu.  Zaten   saldırıları   meşrulaştırmak için kılıf  bulmak  zor değildi:  komünist kalkışmaya  karşı   milli  duyarlılık. Güvenlik kuvvetlerine yardımcı olma. 

Adalet Partisi  iktidarları devrinde  bu tür olaylarda  başbakan  Demirel susmuş, çoğunlukla  İçişleri  Bakanı Dr. Faruk Sükan Konuşmuştur.

 Sükan, “biz solcuların  nefes alışverişlerini bile  izliyoruz” sözüyle malumdur. Sükan’ın bu sözleri Türkiye ölçeğinde  bir McCartism  siyaseti  uygulandığını  itiraf  anlamına  geliyordu. Dr. Sükan’ın “Türkiye’de Aşırı Sol Hareketler Üzerine”  başlığını  taşıyan bir kitabı da bulunmaktadır. (1969) 

ADALET  PARTİSİ ‘NİN  CHP KARŞISINDAKİ  TUTUMU 

CHP 1966 Kurultayında “Ortanın Soluna” yönelmişti. İçeriği  biraz muğlak olmakla   birlikte Ortanın Solu sosyalizmi  çağrıştırıyordu.  Bana  göre Ortanın  Solu sınıfsal temeli tam  tanımlanmamış bir halkçılık  çağrısı idi.  Sosyal  demokrasi bile değildi. Adalet Partisi  açısından  ise Marksizmdi. 

Ecevitçiler, partide   güçlendikçe Ortanın solu dalga  dalga yükselişe geçti. Feyzioğlu  ve diğer  tutucu  Atatürkçüler   bu  değişime karşı tepkiliydiler.  Onlara merkezdeki tutucular   anlamına gelen  “Göbekçiler”  deniliyordu. 

Demirel’in bu koşullarda işi  kolaydı.  Muhafazarlığı, milliyetçiliği, serbest rekabeti,  özel mülkiyeti (aslında  kapitalizm)  savunmak yeterliydi. Cephe hattında   anti-komünizm  bayrağı dalgalanmaya  devam etmek  şartıyla. 

DEMİREL SOLA KARŞI  HANGİ GÜÇLERDEN YARARLANDI? 

Demirel hükümetleri Altıncı Filoyu  protesto eylemlerinden itibaren sola  karşı  gittikçe daha sert  tedbirler almaya başladı.  Sola  karşı   tutucu  güç odaklarını   kullanmaya başladı. 

Bunlar Milli Türk  Talebe Birliğinde temsil edilen İslamcılık ve adı MHP  ile anılmaya  başlayan ülkücü komandolar olacaktır.  

Adalet Partisi  hükümetlerinin   bu  tutucu  güçlerle  ortak  bir noktaları vardı: antikomünizm. Adalet Partisi,   bu grupların  sola karşı eylemlerini  ya görmezden geldi. Ya da dolaylı yollardan destekledi. 

1969 “Kanlı Pazar’dan”  12 Mart 1971  muhtırasına kadar sol  gruplar  daha radikal eylemlere yönelirken, Milli Güvenlik Kurulunun askeri kanadı,  kamu  düzeninin ağır şekilde bozulmasından  hükümeti  sorumlu tutuyordu. Sonunda yüksek  komuta   kademesi   12 Mart1971 günü  Türkiye   radyolarının  13.00  bülteninde yayınlanan  bir  muhtıra ile Demirel’i istifaya  zorladı.

Bana göre, muhtıra ile siyaset  alanında bir revizyon olmuştu. Toplumsal düzeni  ağır bir şekilde  tehdit eden  sol  gruplara  karşı sivil  idare seçeneği yetersiz kalmıştı. Egemen sınıflar ittifakı sola karşı askeri  kanadı öne çıkardı. Demirel’in istifa ettirilmesinin temel nedeni  buydu.  

ADALET PARTİSİ  HÜKÜMETLERİNİN GERİCİ  AKIMLAR KARŞISINDA TUTUMU 

Adalet  Partisi din istismarı geleneğini devam ettirdi. Bu   siyaseti  DP’den devralmıştı. Demokrat Parti eliti  pek   dindar insanlar  olmasa da. “Dine hizmet  ediyor” görüntüsü  kolay  ve sonuç alıcı bir yoldu. 

Adalet Partisi, köy, kasaba kültürünün  ana dokusu (taşra  tutuculuğu)    olan  dini  kent  burjuvazisinin   sınıf   çıkarları  ile   örtüştürmeyi  başarı  ile sürdürdü. 

27 Mayıs  ihtilaline kadar  karşı devrim ideolojisi  liberal  söylemden  beslenmiyordu. Bu   çevrelere  göre, Atatürk  devrimleri  her yönüyle yanlıştı. Müslümanlığı  yok etmeye yönelikti.   Demirel’in   dinci  çevrelere karşı   tutumunu     açık destek değil   dolaylı himaye   biçiminde yorumlamak yerinde olur. 

Demirel, laikliği “din hürriyeti”  bağlamına  oturtmaya  çalışmıştır. Halbuki  laiklik din   hürriyeti değildir. Dinin  devlet   alanına  müdahalesini olanaksız  kılan  hukuk  kurumudur. 

Tek parti  ve  Demokrat Parti   iktidarı  devirlerinde   hiçbir zaman  görülmeyen   dini  ritüellere   katılma,    namaza gitme Demirel’in   başbakanlığı  ile başlamıştır. Özellikle cemaatle kılınan Cuma ve   bayram namazları. 

İlk kez TBMM  Başkanı Ferruh Bozbeyli tarafından Mecliste iftar yemeği verilmiştir.  Bunlar,  60’lar Türkiyesi  için   önemli  yeniliklerdi. 

Demirel cemaate  katılmaya, köyünde bayram namazı kılmaya   özen gösteriyordu. Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in İstanbul’da toplanan  bir İslam Konferansında   diğer  Arap   ülkelerinin  bakanları  ile birlikte  Sultanahmet’te namaza iştirak etmesi laik  çevrelerde  kınandı. Siyasilerin namaza  ve camiye  gitmelerine laiklik adına  karşı çıkmak   hep Adalet Partisinin  işine  yaramıştır. 

Adalet Partisi iktidarında,  en büyük gerici  gösteri, Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in cenazesinde  yaşanacaktı.  Öktem,  vefatından  önceki  Adli  yılın  açılışında  gericilere  çatmış, devletin laik niteliğini vurgulamıştı. 

İmran Öktem’in konuşması  dinci çevrelerde  dinsizlik  olarak  yorumlandı. Öktem vefat ettiğinde  Ankara Maltepe Camii  imam  hatipleri  cenaze namazını kıldırmayı reddettiler.  Camiin  kadrolu   imamları görevlerini yapmadılar. Gerekçe olarak  Öktem’in Müslüman olmadığını  ileri sürdüler. 

Cenazeyi bekleyen cemaat  aleyhine  gösteriler tehdit boyutlarına ulaştı. Cenazeye katılan İsmet Paşa’yı korumak isteyen  bir tuğgeneral  (Nabi Alpartun) silahını  çekerek  gösteri yapmakta olan   mürteci guruba “ bu memleket sahipsiz  değil”  diye bağırdı. 

General’in bu  eyleminin  tarihimizde  sembolik önemi vardır. Olayın  arka  planında  Jön Türk  devriminden cumhuriyet  devrimine intikal eden ideolojik motiflerin  olduğu  açıktır.  31 Mart isyanının  bastırılması,  kurtuluş savaşındaki  gerici isyanların  bastırılması, erken cumhuriyet dönemindeki gerici başkaldırılara karşı uygulanan   Kemalist  politikalar vardır.  Silahı çeken  general devleti  kuran önderliğin “sınıf  refleksi” ile  davranmıştır. 

60’LARDA YARGININ  SOLA YÖNELİK TUTUMU  

Yirmi yıla  yakın  süren  1961  demokrasisinin başat  partisi Adalet Partisi  idi.  AP  tek başına veya koalisyonlarla iktidarı  çoğunlukla  elinde tuttu. 

TİP’in  parlamentoya  girmesi ve parlamento dışındaki sol faaliyetler  AP hükümetlerini  rahatsız etti.

Yargı ise, sola  karşı   30’lardan beri sürdürdüğü tutumunu devam ettirdi. Savcılar  dava açmak  konusunda  tereddüt etmiyorlardı.  Yargıçlar da ceza vermekten çekinmiyorlardı. 

Ben bu durumuTürkiye’nin içinde bulunduğu ittifak sistemi içinde yargının  “sola karşı”  devleti  savunma refleksi olarak  görüyorum. Diğer bir  ifadeyle:  soğuk savaş teyakkuzu. 

Türk Anayasa Mahkemesi rejimin sol sınırını Türkiye İşçi Partisi  olarak  çizmişti. TİP, iktidarın “kriminalize etme çabalarına rağmen” 12 Mart döneminde  Kürtçülükten kapatılıncaya   kadar meşru-yasal  bir parti olarak  kaldı. 60’lar boyunca   Anayasa  sosyalizme açık mı kapalı mı  tartışması  sürekli sıcaklığını   korudu. 

Yargı özellikle  gazete, kitap ve dergiler üzerinde  50’leri aratmayan bir denetim  mekanizması kurdu.  Bu  çoğunlukla  baskıya  dönüştü. 

Bu uygulamaların bence Adalet Partisi  hükümetleri  ile  doğrudan bir ilgisi yoktu. 60’ların   düşünce  hürriyeti  havasını anlamak bakımından  bazı  örnekler vermek isterim:

Örneğin  Andre Malraux’un İspanya iç savaşını anlattığı  Umut  romanı toplatıldı. Aziz Nesin Sovyet Yazarlar Birliği’nin  davetlisi olarak Rusya’ya gidip   dönmüştü.  Nesin,   Moskova   iken, Devlet  Arşivinde biraz  araştırma yapmıştı. Özellikle Nazım- Münevver   yazışmalarını buldu. Bazılarını  el yazısı ile  istinsah etti. Döndüğünde  inanılmaz casusluk senaryolarıyla karşılandı. İddialara  göre TKP’den aldığı  talimatları içeren bir evrakla dönmüştü. Emniyette sorguya çekildi. 

Nesin, bu baskılar  üzerine Akşam Gazetesinde başbakan Demirel’e açık bir mektup yazdı.  Emniyetin tutumunu  kınadı. Gazetenin mülkiyeti  Malik Yolaç’a aitti. Ama solcu  köşe yazarları vardı.  Yolaç’ın   motorunu Refik Erduran Nazım’ı kaçırmakta kullanmıştı. (1951) 

Orhan Kemal  defalarca tutuklandı.  Marksist literatürü  yayınlamak için kurulan  Sol, Dost, Onur  yayınevleri üzerinde ağır bir  baskı  rejimi kuruldu. Manifesto  dahil bir çok sol yayına  toplatma kararı verildi. Mao’nun, Che Guevara’nın   “gerilla literatürü” kitapları  toplatıldı. 

Gürbüz Şimşek adında bir lise öğrencisi  ödevinde  Atatürk ve Lenin’i karşılaştırdığı   ve Türk  Sovyet ilişkilerini  anlatan bir ödev  yaptığı için öğretmeni tarafından  ihbar edildi   ve bir süre tutuklu  kaldı. 

1933’de  ünlü Sovyet yönetmen Sergey Yutkevich tarafından  “Türkiye’nin  Kalbi Ankara” belgesi   çekilmişti.  Şimdilerde büyük bir gururla  izlediğimiz bu belgesel  komünizm  propagandası  olarak  görülmüştü. 50’lerde  yasaklandı. 60’larda TRT’de  yayınlanmak istendi. İdeolojik açıdan  yine sakıncalı görüldü. Yayından kaldırıldı. 

Yazar Şadi Alkılıç “Türkiye’yi kurtaracak tek  yol sosyalizmdir”   yazısı nedeniyle  6 yıl üç ay hapse  mahkum oldu. Yaşar  Kemal  de yargının  hedeflerinden  biri olmuştu. Hakkında  davalar  açıldı. 

Çetin Altan , Akşamdaki yazıları  nedeniyle defalarca koğuşturmaya uğradı.  Dokunulmazlığı  kaldırıldı.  Yargı başta belirttiğim saiklerle özellikle  yayınlar  üzerinde  baskı  kurmuştu. 

Günlük  hayatta  da antikomünizm  dikkate değer  boyutlardaydı. Solcu öğretmenlere yönelik  AP örgütleri tarafından  şiddet  eylemleri  düzenlendi. Tipik antikomünist  eylem  solcuları dövmek (meydan dayağı atmak)  biçiminde oluyordu. 

Fakat  ilginç bir noktayı hatırlatmadan geçemeyeceğim: 

 AP çoğunluğu ve  hükümet,   kendisini Ortanın Solunda  tanımlayan CHP’den başlayarak   sosyal demokrasiden  sosyalizme kadar solu  komünistlikle suçlanırken,   Cumhurbaşkanı Sunay, Başbakan Demirel, TBMM  Başkanı Ferruh Bozbeyli,  Dışişleri Bakanı  Çağlayangil  Moskova  ziyaretleri    yapıyorlardı. Sovyetler de iade-i ziyarette bulunuyorlardı. 

Sovyetler Türkiye’nin  ilk   kalkınma planını 30 larda yapmışlar, Karabük Demir Çelik Fabrikasını  kurmuşlardı. 60’lar da Ereğli, 70’lerde İskenderun Demir Çelik  fabrikası için Sovyet  yardımı yine  talep edildi. Sovyetler   Türk  ağır    sanayi  yatırımlarını  yine desteklediler. Aliağa rafinerisi ve Seydişehir Alüminyum   Tesislerini kurmak için Sovyetler Türkiye’yi desteklediler.  Rusya’da yaşayan TKP’lileri   yok  saydılar.   

Bir taraftan solculara yönelik olarak  “cadı avı devam  ederken, her taşın altında  komünistler  aranırken” öte yandan Sovyet  yardımı ile ağır  sanayi yatırımları  yapılıyordu. Oldukça ironik bir durum doğrusu.