MUSTAFA KEMAL KİMDİR?
Mustafa Kemal, Türk bağımsızlık savaşının ve Türk Devrimi’nin önderi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur. Miletinin kaderi üzerinde onun kadar etkili olmuş, önder sayısı pek azdır.
Modern Türkiye’nin kurucusunun yaşadığı çağ önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, iki Dünya Savaşı arasında ülkelerini yönetmiş olan Woodrow Wilson, Friedrich Ebert, F.D. Roosevelt, Hindenburg, Hitler, Mussolini, VIII. Edward, Lenin, Stalin ve Troçki ile aynı devirde yaşamıştır.
DEVRİMİN ÖNDERİ HANGİ DÜŞÜNÜRLERDEN ETKİLENDİ?
Bütün Jön Türk kuşağının etkilendiği düşünceler, Mustafa Kemali de etkilemişti. Bu düşünceler pozitivizm ve rasyonalizmdir. Yani olguculuk ve akılcılık. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir sözünün arka planı budur.
Edindiği siyasi değerlere gelince, 8 Mart 1928’de Le Matine muhabirine verdiği mülakatta Türk Devrimi ile Fransız Devrimi arasındaki paralelliğe değinmişti.
Fransız Devrimin üç ilkesi, özgürlük, eşitlik, kardeşlik cumhuriyetçiliğin temelini oluşturmuştu. Bu ilkeler Mustafa Kemal düşüncesinin de temel değerlerdir. Bilindiği gibi, Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” en çok atıfta bulunulan eserlerden biridir. Mustafa Kemal, “Sözleşmeyi” 1913’te, Ziya Paşa’nın çevirisinden kenarına notlar alarak okumuştu. Mustafa Kemal’in Rousseau’da bulduğu şey cumhuriyetçilikti.
Mustafa Kemal’in çeşitli şairlerden etkilendiğini biliyoruz. Bunların başında Namık Kemal ve Tevfik Fikret gelir.
Ali Fuat Paşa (Cebesoy) ve Asım Gündüz Harp Okulunda gizli gizli Namık Kemal okuduklarını hatıralarında yazmışlardır. Fikret’e gelince, şiirlerinin çoğunu ezbere bilir; yeri geldiğinde bulunduğu topluluğa okumayı severdi. Fikret’in Aşiyanını iki kez 1917 ve 1918’de ziyaret etmiş ve anı defterine duygularını yazmıştı.
1916-1918 arasında yaveri olan Şükrü Tezer’in muhafaza ettiği, “Hatıra Defterinden” öğreniyoruz ki Mustafa Kemal Paşa, Namık Kemal’in Makalat-ı Siyasiyesiyesini (siyasi içerikli makalelerini) Diyarbakır Silvan’da okumuştu.
Mustafa Kemal’in düşüncelerini etkilemiş iki kişiden daha söz etmek doğru olur. Bunlar Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi ve Ziya Gökalp’tir. Şehbenderzade İslamda reform, Gökalp ise Türk milliyetçiliği düşüncesinin en önemli isimleridir. Ahmet Hilmi, (1908-1918) döneminin en çok okunan yazarlarındandır. Temel düşüncesi Müslümanların Ortaçağ hayatından çıkarak çağdaş yaşama geçmelerinin zorunlu olduğudur.
Mustafa Kemal’in düşünce dağarcığında yer alan diğer önemli isim, Ziya Gökalp’tir. Gökalp, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” ve “Türkçülüğün Esasları” kitaplarının yazarıdır. Gökalp Türkçülüğün Esaslarında medeniyet ve hars (uygarlık ve kültür) ayrımı yapar. Atatürk bu ayrımı yapay bulur. Uygarlığı kültürden ayırmaz. Onunla Gökalp arasında ara kesiti Durheim üzerinden kurmak daha doğrudur. Atatürk’ün Durheim okumalarının devlet düşüncesi üzerinde etkili olduğunu kabul etmek gerekir.
Kemal Atatürk’ün kendisini hakkında “Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir” dediğini unutmamak lazımdır. Atatürk, John Stuart Mill’in On Liberty (hürriyet üzerine) kitabının Fransızca versiyonunu okumuştur.
Hüseyin Cahit Yalçın, Leon Marblier’in “Vicdan Hürriyeti”ile Stuart Mill’in “Hürriyet Üzerine” kitaplarını ( 1924 ve 1927’de) çevirerek yayınlamış, imzalı birer kopyasını Mustafa Kemal’e hediye etmiştir. 1931’de yayınlanan “Vatandaş için Medeni Bilgiler” kitabının Hürriyet (Özgürlük) bölümünü şahsen kaleme aldığını da hatırlamakta yarar var.
Mustafa Kemal H.G. Wells’in “The Outline of History” başlıklı kitabının Fransızca çevirisini okumuştur. Bu kitap 1920’lerin önemli bir kitabı olup, bir çok dile çevrilmiştir. Wells eserinde dünya tarihini ulusların tarihi değil insanlığın tarihi olarak yorumlamıştı. Nutukta bu esere atıflar vardır. Atatürk’ün çok önemsediği bu kitap, 1927’de Maarif Vekaleti tarafından “Cihan Tarihinin Umumi Hatları” adıyla yayınlanacaktır.
Mustafa Kemal, okuyan ve yazan devrimci bir devlet adamıdır. Kendi kişisel kitaplarının sayısı 4289’dur. Gazi’nin kitaplarla alakası bu sayı ile sınırlı kalmamıştır. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinden yararlandığını, kitaplar getirtip okuduğunu biliyoruz. Atatürk’ün temel ilgi alanlarının dil, tarih ve yaratılış olduğunu söyleyebiliriz. Çankaya’daki kitaplarının bir kısmı 1967’de Anıtkabir’e taşınmıştır.
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA: TÜRK MİLLETİNİN HALASKARI
Mustafa Kemal’in hayatındaki en önemli dönüm noktalarından biri-hiç kuşkuşuz- büyük zaferdir. Yoksulluğa, parasızlığa, mühimmat ve lojistik destek eksikliğine, düşmanın sayı ve silah üstünlüğüne rağmen Türk milletini zafere ulaştırmıştır. TBMM Başkanı ve başkomutan olsa da koşulların ağır baskısı altındaydı. Bütün millet etrafında kenetlenmiş, her istediği tartışmasız kabul edilen bir başkumandan değildi. Bir çok muhalifi hatta kendisine husumet besleyenler bile vardı.
Bütün bu olumsuz koşullara rağmen Sakarya ve Başkomutanlık Meydan muharebelerini kazanmış, Türk milletinin “Halaskarı” olmuştu. En sıkı muhalifleri bile kendisine teşekkür etmek zorunda kalmışlardı. İstanbul Hükümeti 10 Eylül 1922’de , bir zamanlar rütbelerini söktüğü, idama mahkum ettiği bu eski generaline “kumandan-ı besalet” hitabıyla bir tebrik telgrafı göndermek durumunda kalmıştı.
O artık, vatanın kendisinden beklediğini gerçekleştirmişti. Büyük zaferle komutanlığını dosta düşmana kanıtlamıştı. Bundan sonra içerde ve dışarda savaş meydanlarından daha zor işleri başarmak durumunda olacaktı.
DEVRİMİN PARTİSİ: HALK PARTİSİ
Mustafa Kemal önderliğini ve yenilmezliğini kanıtlamış, Meclis’te kendisine bağlı bir grup kurmuştu. Yeni dönemde, siyasal hareketini bir siyasi partiye dönüştüreceğinin ilk işaretini İzmit Basın Toplantısında vermişti. Daha sonra partinin programı olan dokuz umdeyi açıklayacaktı.
Mustafa Kemal’den artık köşesine çekilmesini isteyenler vardı. Mesela Halide Edip bunlardan biriydi. Bu talebin arkasında iki neden vardı: birincisi, bazı siyasiler eski rejimin iadesini istiyordu. Bazıları da Mustafa Kemal karizmasının büyümesinden rahatsızdılar.
Ama Mustafa Kemal bunlara aldırmaksızın kafasında sakladığı siyasi projeyi hayata geçirmeye koyuldu; artık yeterince güçlü olduğuna inanıyordu. Bu proje yeni bir toplum kurma projesiydi.
Fakat Orduyu zafere ulaştırmak, kurtuluşu sağlamak başka şeydi, milleti toplumsal dönüşüme ikna etmek başka şeydi. İnsanlar kurtuluş için bir çok şeye katlanmış, kilometrelerce gece gündüz cepheye mühimmat taşımış, çocuklar, gençler, askerler yaşamlarını kutsal savaşta yitirmişlerdi. Şimdi durum bambaşkaydı.
Kurtuluş savaşında kendisine destek olan mütegallibenin nasıl tutucu güçler koalisyonuna dönüşebildiğini bizzat görmüştü. Arkasındaki desteğin kayıtsız şartsız bir destek olmadığının bilincindeydi. Dikkatli olmak, attığı her adımı yerinde ve zamanında atmak zorundaydı.
Zaferi, kuruluşuna önderlik ettiği TBMM’nin meşruiyetine dayanarak kazanmıştı. Devrimi de ona dayanarak gerçekleştirecekti. Bir örgüte ihtiyacı vardı: bu bir siyasi partiydi. Bu düşüncesini ilk kez İstanbul’dan gelen gazetecilere İzmit Abdülaziz köşkünde açıklamıştı; partisinin adını da koydu: Halk Fırkası. Parti cumhuriyetten sonra Cumhuriyet Halk Fırkası adını alacaktı.
Böylece, Mustafa Kemal, Sivas Kongresinden beri önderi olduğu Müdafaa-i Hukuk hareketini bir siyasal program çerçevesinde bir araya getirerek, sağlam bir cephe kurmuş, bir parti kurmuştu. İşte Türk Devrimin motoru bu siyasi parti olacaktır: Halk Fırkası. Mustafa Kemal, Cumhuriyet Halk Partisinin kurucu önderi, ölümüne kadar da genel başkanıdır. Bu nedenle, O’nu Halk Fırkasından bağımsız mütalaa etmek doğru değildir.
Partinin kuruluşu ilan edildikten sonra, Birinci Meclis 1 Nisan 1923’de seçimleri yenileme kararı aldı. Bu karar TBMM’nin ikinci döneminin önünü açmış oldu. 1923 Meclisi, 1920 meclisinden oldukça farklı bir meclisti. Mustafa Kemal, kurtuluşu Birinci Meclisle, devrimi ise, partisinin çoğunlukta olduğu İkinci Meclis ile gerçekleştirdi. Cumhuriyet, hilafetin lağvı, Türk hukuk devrimi, yeni anayasa ikinci meclis döneminde hayata geçirildi.
ATATÜRK’ÜN SEKİZ YIL ARADAN SONRA İSTANBUL’A GELİŞİ NASIL YORUMLANMALIDIR?
Cumhuriyet ilan edilmesine, “Türkiye Reisicumhuru” seçilmesine rağmen, Mustafa Kemal, 1927 Temmuzuna kadar İstanbul’a gelmemiştir: İstanbul’dan 1919 Mayısında ayrıldığına göre, bu sekiz yıl demektir. Bu sürenin içine kongreler, TBMM’nin kuruluşu, İstanbul hükümetleri ile iktidar mücadelesi, Türk İstiklal Savaşı, saltanatın lağvı, Lozan, ikinci meclis, cumhuriyet devrimi, hilafetin lağvı, Terakkiperver parti muhalefeti, İzmir suikasti yargılamaları gibi bir dizi gelişme sığmıştır.
Atatürk’ün İstanbul’a karşı 1927’ye kadar süren bu mesafeli tutumunun iki nedeni olduğu ileri sürülebilir: Birincisi, İstanbul’un eski rejimi sembolize etmesi; ikincisi, devrim hareketleri sürecinde muhalefetin İstanbul milletvekilleri etrafında örgütlenmiş olması. O, bu süreçten tam manasıyla galip çıkana kadar İstanbul’a gelmemeyi tercih etmiştir.
Mustafa Kemal, 1927 yılının 1 Temmuz günü , büyük bir karşılama töreni ile İstanbul’a geldi. Seyahat Ankara’dan İzmit’e kadar trenle gerçekleşmiş, oradan Ertuğrul Yatı ile İstanbul’a geçilmiştir.
TBMM’nin 1 Kasım 1922 tarihli 307 ve 308 sayılı kararları ile saltanat kaldırılmış ve İstanbul Hükümeti lağvedilmişti. 6 Ekim 1923’de müttefiklerden teslim alınan eski başkent, 1926’ya kadar Ankara rejimine karşı muhalefetin örgütlendiği bir şehir olmuştur.
Bu mesafeli ilişkiye rağmen, Büyük Zafer’den sonra başkumandan Mustafa Kemal’e İstanbul Darülfünunu Yahya Kemal’in önerisiyle fahri müderrislik, 1923’de de İstanbul belediyesi fahri hemşehrilik ünvanı vermiştir.
Hatta Gazi Mustafa Kemal’in ilk heykeli Sarayburnunda 3 Ekim 1926’da açılmıştır. Eser İstanbul Belediyesi tarafından Heinrich Krippell’e yaptırılmıştı. Bu eserin Türk devriminin görselleştirilmesi açısından özel bir önemi vardır. Ama o tarih itibariyle “Türkiye Reisicumhuru” hala İstanbul’a gelmemişti.
DEVRİMİN ÖNDERİ BÜYÜK NUTUK’U OKUYOR
Nutuk’un büyük bir kısmı 1927 yazında İstanbul’da yazılmıştır. Kaleme alınma dönemi de anlamlıdır: 1926 İzmir suikastından sonra. Nutuk, bütün siyasi hasımlarını kesin olarak mağlubiyete uğrattıktan sonra yazılmıştır.
Nutuk, Mustafa Kemal’in kendi siyasi mücadelesinin hikayesidir. Bu hikaye bizzat kendi kaleminden çıkmıştır. Cumhuriyet Halk Partisi’nin İkinci Büyük Kurultayında 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında parti delegelerine okunmuştur. İçerik olarak, milli kurtuluş davasını nasıl başarıya ulaştırdığı ve hangi engellerle karşılaşıldığı anlatır. Nutuk’ta yer yer çok sert, tahfif edici (küçümseyici) bir üslup gözlemlenir. Özellikle Terakkiperver Parti kurucuları ile polemikler vardır.
Büyük Nutuk ilk defa 1927’de, biri asıl metin, diğeri belgeler olmak üzere eski harflerle iki cilt olarak yayınlanmıştır. Aynı yıl, tek cilt halinde lüks bir baskısı da yapılmıştır. Yazı devriminden sonra, 1934’de Millî Eğitim Bakanlığınca üç cilt olarak yeniden basılmıştır. Nutuk, en son Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezince yeniden basılmıştır.
TÜRK DEVRİMİNİN TEMELİ LAİK CUMHURİYETÇİLİKTİR
Türk Devrimi’nin dayandığı üç ilke asli, üç ilke talidir. Devrimin asli ilkeleri cumhuriyetçilik, laiklik, ve milliyetçiliktir. Devletçilik, devrimcilik, halkçılık ise zaman içinde eklenmiş ilkelerdir. Bu ilkeler, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1931 kurultayında program haline getirilecektir. CHP, müdafaa-ı hukuk hareketinden doğmuş bir partidir. Devrimin örgütlü gücüdür.
Türk devriminin temeli, hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın laikliktir. Bugün, çevremizdeki müslüman ülkelerden daha gelişmiş bir toplum olmamızın nedeni,“müslüman mahallesinde salyangoz satmak sanılan” laik devlet ilkesidir.
Laiklik, yanlış bir şekilde ileri sürüldüğü gibi din ve vicdan özgürlüğü değildir. Din ve vicdan özgürlüğü başka bir kavramdır. Laiklik, dine dünya işlerine müdahil olma yasağı getiren ve devleti bu konuda yetkili kılan bir ilkedir.
Laiklik hukukun meşruiyetini dinden almaması demektir. Hukuk aleminde yenilik yaratan bir düzenleme yapılırken dini otoriteden onay almamaktır. Atatürk’ün Türk devlet ve toplum hayatına soktuğu laiklik ilkesini, Orta Doğu ülkelerinde uygulayan başka bir ülke daha yoktur. Türk laikliğinin temelinde Atatürk Devrimi vardır.
TÜRK HUKUK DEVRİMİ NEYİ BAŞARDI?
Modern Türkiye’nin temelindeki ikinci saçağı, Türk Hukuk Devrimidir. 1921 Anayasası ile temelleri atılan Türkiye Devleti, 1924 Anayasası ile Türkiye Cumhuriyetine dönüşmüş; 1928’e kadar gerçekleştirilecek bir dizi değişiklikle hukuk alanında yepyeni bir görüntüye kavuşmuştur.
Yakın dönem Türkiye tarihinin dikkatli bir gözlemcisi olan Kont Ostrorog- ki meşrutiyet döneminde İttihatçılara hukuk danışmanlığı yapmak üzere Türkiye’de bulunmuştu- 1927’de Londra’da yayınlanan “The Angora Reform” başlıklı kitabında 1922 ila 1927 arasında gerçekleştirilen reformların dünyada eşi ve benzerinin bulunmadığını, Türklerin hukuk düzenlerinde büyük değişiklikler gerçekleştirdiklerini yazacaktır.
Benzer şekilde Kurt Steinhause da “Atatürk Devrimi Sosyolojisi”nde 30’lu yılları değerlendirirken, büyük ölçüde kırsal ve kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin hakim olduğu Türkiye’nin Kemalistlerin önderliğinde gelişmiş bir Batı ülkesinin bütün üstyapı kurumlarına sahip olduğunu yazacaktır.
Türkiye’de hukuk alanında neyin değiştiği görmek için 1876 ve 1924 anayasalarını karşılaştırmak yeterlidir. Bu karşılaştırma, meşrutiyetten cumhuriyete hukuk düzeninin hangi yönde değiştiğini gözler önüne sermektedir.
Türk Hukuk Devriminin önemli bir boyutu anayasal eşitlik ilkesinin gerçek manada hayata geçirilmesidir. Bu da kadınların bütün kamu haklarına kavuşmaları, seçme ve seçilme haklarının tanınması demektir. Türkiye’de kadınların genel oy hakkına sahip olmaları bir çok Avrupa ülkesinden çok önce gerçekleşmiştir. 5 Aralık 1934’de kadınlara siyasal haklar tanınmış ve ilk kadın milletvekilleri 1935 TBMM seçimlerinde meclise girmişlerdir.
TBMM’ye giren ilk kadın milletvekilinden bazıları şunlardır. Dr. Fatma Memik (Edirne), Fakihe Öymen (İstanbul), Satı Kadın (Hatı Çırpan, Ankara) Bahire Bediş Morova (Konya) gibi. Türkiye o yıllarda dünyanın ilk Kadın Kongresine de ev sahipliği yapmıştır.
EĞİTİM BİRLİĞİ YASASI DEVRİMİN TEMELLERİNDENDİR
Devrim tarihimizin bir başka boyutu eğitim devrimidir. Erken cumhuriyet döneminde eğitim alanında yapılan değişiklikler radikal niteliktedir. Tevhidi Tedrisat (Eğitim Birliği ) Yasası’nın hilafetin lağvı yasasıyla birlikte çıkarılması son derece anlamlıdır.
Bu alanda atılan en önemli adım eğitim ve öğretimin merkezileştirilmesi kararıdır. Bütün eğitim kurumları Maarif Vekaletine bağlanmıştır. Bu uygulama, ülkenin her yerinde, bütün çocuklar için fırsat eşitliği sağlayan, parasız genel eğitim olanağı sağlamıştır.
Daha milli mücadele devam ederken Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey (Tanrıöver) Milli Eğitim Şurasını toplamıştı. Bu Şura’da önemli kararlar alınmıştır.
Tanzimattan beri, Türkiye’de temel eğitim hizmetleri , her vilayetin kendi mahalli idareleri eliyle yürütülmeye çalışılırdı. Bu da kaynakları kısıtlı vilayetlerde temel eğitimin geri kalmasına, öğretmen istihdamının yetersiz olmasına neden olurdu.
Karşı devrim literatürü, yazı devriminin halkı geçmişinden kopardığını, kültürsüzleştirdiğini söyler. Acaba gerçekten yeni Türk harflerinin kabülü nedeniyle, Türk halkı kültürsüz bir hale gelmiş midir? Kanımca, gerçek tam tersidir: Harf devrimi halkı kültürsüzleştirmemiş, tersine uygarlaşmanın önünü açmıştır.
Yeni Türk harflerinin yürürlüğe konulduğu 1 Kasım 1928 tarihi itibariyle halkımızın okuma yazma oranlarına bir göz atıldığında, kadınların %3’ü, erkeklerin %7’sinin okuma yazma bildiği görülür. 1727’de matbaanın Türkiye’ye girmesinden o tarihe kadar anlamlı bir Türkçe kitaplığı yaratılamamış; kütüphanelerin temelini elyazması dini kitaplar oluşturmuştu. O tarih itibariyle, bilim, sanat ve uygarlık ile ilgili Osmanlı Türkçesi ile yazılmış bir birikimden söz etmek mümkün değildir.
Halkın %90’nın bilmediği ama dini sebeplerle kutsadığı arabi harfleri değiştirmek Türkiye’nin rotasını değiştirmek kararlılığından doğmuştur. Kanımca, harf devriminin halkı kültürsüzleştirdiğini ileri sürmek geçmiş statükoyu devam ettirme düşüncesinden başka bir değildir.
DARÜLFÜNUN’UN KAPATILMASI ÜNİVERSİTE’NİN KURULUŞU
Bir başka devrimci gelişme yüksek öğretim alanında oldu. Türkiye’de Atatürk devrine kadar bir üniversite yoktur. Bir tek İstanbul’da Darülfünun vardır. Onun da öğretim kadrosunun önemli bir kesimi milli mücadeleyi desteklememiş; cumhuriyeti uzaktan küçümseyici bakışlarla izlemiştir.
Atatürk’ün 1933 Üniversite Reformu Türk yüksek öğretim tarihinde bir dönüm noktası olmuş, Darülfünun lağvedilmiş ve yerine 1946’ya kadar Türkiye’nin tek üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. Ankara’da ise Siyasal Bilgiler, Hukuk ve Dil ve Tarih Coğrafya fakülteleri birer kamu tüzel kişiliği olarak örgütlenmişlerdir. Bu okullardan Siyasal Bilgiler Fakültesi, Osmanlı devrinin Mülkiye Mektebidir; 1936’da İstanbul’dan Ankara’ya nakledilmiştir.
Atatürk’ün Ankara’da kurduğu iki okulun özel önemi vardır. Ankara Hukuk Mektebi ve Dil ve Tarih Coğrafya Fakülteleri. İkisinin de temelinde “Türk Rönesansı” düşüncesi vardır. Ankara Hukuk Mektebi ile cumhuriyetin hukuk adamları, yargıçları savcıları yetiştirilmiştir. Dil-Tarihte Türk dili, tarihi ve uygarlığı araştırmalara konu olmuştur.Türk dil tezi ve Türk tarih tezi bu iklimden doğmuştur. Ünlü tarihçimiz Halil İnalcık, Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ fakültenin ilk mezunlarındandır.
Avrupa’da faşizmin yükselişi Türk üniversite reformuna öğretim üyesi kaynağı sağlamış, Türkiye’ye gelen bilim adamları seçkin bir bilim ortamının doğmasına olanak sağlamıştır. Her biri kendi alanında büyük birer isim olan bu bilim adamları, İkinci Dünya Savaşının sonuna kadar hatta bazıları daha sonra da Türkiye’de kalarak, tıp, mühendislik ve sosyal bilimler alanlarında çok önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Bugün her alanda kendisini kanıtlamış bir çok bilim adamı, Atatürk Türkiyesine misafir olarak gelen bu akademisyenlerin öğrencisi veya asistanı olmuştur. Türkiye’nin o dönemde kucak açtığı dünya çapındaki bilim ve sanat adamlarından bazıları şunlardır: Andreas Schwarz, Fritz Neumark, Clemens Holzmeister, Bruno Taut, Ernst Hirsh, Paul Hindemint, Bela Bartok, Carl Ebert.
TÜRK TARİH VE DİL TEZLERİNİN AMACI NEYDİ?
XX. yüzyılın başında, bütün Jön Türkleri etkileyen iki sorun bulunuyordu: Bunlar, Şark Meselesi (Doğu Sorunu) ve Türklerin aşağı bir ırktan geldiği tezidir. Bu ırk uygarlığının gelişimine tarih boyunca engel olan sarı ırktı. Bu ikincisi, dönemin egemen antropoloji paradigmasının öne sürdüğü bir tezdi.
Doğu Sorunu, XIX. Yüzyıl Avrupasında ortaya çıkmış, nesnesi Doğu olan bir Batı sorunuydu. Alber Sorel’in 1889’da yayınladığı, “La Question de Orient” başlıklı kitabında ilk kez ortaya atılmış bir düşünceydi. Mustafa Kemal de bu kitabı okumuştu. Sorel kitabında, Osmanlı Devletinin yıkılarak Türklerin Avrupa’dan atılmasını ve eski Doğu Roma’nın (Büyük Yunanistan adıyla) kurulmasını öneriyordu. Jön Türkler bu yaklaşımın ne anlama geldiğinin bilincindeydiler. Birinci Dünya Savaşı Avrupalıların gözünde bu sorunu Türkler aleyhine çözmüştü. Türklerin vatansız ve devletsiz bırakılmaları anlamına gelen bu çözüme verilen yanıt İstiklal Savaşıdır.
Atatürk, Türk Tarih Tezi üzerinde çalıştığı dönemde, Marx’ın Eastern Question’ı dahil olmak üzere Batı’da yayınlanmış 100 civarında kitabı İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nden getirterek incelemiştir.
İkinci sorunun kaynağında, Türklerin aşağı ırktan olduğu tezi vardı. Bu tez J.A. Gobineau’nun 1853-1855 arasında yayınladığı “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine” başlıklı kitabına dayanıyordu. Geniş taraftar bulan Gobineau, uygarlığın Ari ırk tarafından yaratıldığını, içlerinde Türklerin de bulunduğu sarı ırkın ise tarihin her aşamasında uygarlığın gelişimine ket vuran olumsuz, yıkıcı bir işlev gördüğünü ileri sürmekteydi.
Bu teze, aslen Polonyalı soylu bir mülteci olan Mustafa Celaleddin Paşa, Paris’te 1870’de yayınladığı Les Turcs Anciens et Modernes (Eski ve Yeni Türkler) kitabı ile yanıt vermişti. Paşa, kitabında sarı ırkın uygarlığa etkisini tartışmıyordu; Gobineau’nun iddialarına karşı Türklerin Turani bir halk olduğunu öne sürmekteydi. Yani Türkler sarı ırktan değillerdi. Bu reddiye, bütün Jön Türklerde büyük ilgi uyandırdı. Maneviyatını yükseltti.
Yine aynı problematik içinde, bir başka önemli kitap Leon Cahun’un Asya Tarihine Giriş: Türkler ve Mogollar’ı idi. Cahun kitabını 1896’da Paris’te yayınlamıştı. Cahun’un 1877’de yayınladığı La Bannière Bleue (Gökbayrak) romanı da Türk tarihi ile ilgiliydi. Mustafa Kemal, bu kitapları altını çizerek okumuştu. İşte, imparatorluğun son döneminde, bütün düşünen insanları meşgul eden sorunlar temel olarak bunlardı.
Mustafa Kemal, iktidarını pekiştirdikten sonra, tarih ve dil çalışmalarına yönelmiştir. Bu çalışmaları, milli devlet inşa süreci içinde değerlendirmek doğru olur. Günümüzde bazı çevrelerde eleştirilen tarih ve dil çalışmaları Devrim Tarihi açısından son derece anlamlıdır. Hepsinin temelinde Türklere tarihte onurlu bir yer bulmak ve çağdaş dünyanın eşit bir üyesi olmak arzusu vardır.
Mustafa Kemal, 1931’de Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti’nin kuruluşuna önderlik etmiş, ve ilk Türk Tarih Kurultayı 1932’de, ikincisi ise 1937’de gerçekleştirilmiştir.
Bu kurultaylara hakim olan düşünce Türklerin tarihi kökenleri ve uygarlık tarihindeki yeridir. Türk Tarih Tezinin temel problematiği Türklerin uygarlık tarihinde olumsuz değil olumlu yeri olduğunu kanıtlamaktır. Günümüzde bazı yönleriyle yadırgadımız Türk Tarih Tezi “uygarlığımızı” kanıtlama ikliminden doğmuştur.
Atatürk’ün Türklere uygarlık tarihinde yer bulma konusunda yoğun olarak çalıştığı dönemde, Cenevre Üniversitesi’nden antropoloji profesörü Eugene Pittard dikkatini çekmişti. Pittard, devrin egemen paradigmasının tersine, uygarlığı Anadolu ve Mezopotamya’dan başlatıyor; Neolitik Devrimi gerçekleştiren toplumların eklemeli bir dil kullandıkları bulgusundan yola çıkarak Anadolu’nun en eski halkı Hititlerin Turani bir halk olduğunu iddia ediyordu.
1924’da Les Races et l' Histoire (Irk ve Tarih) adıyla bir kitap yayınlamış olan Pittard, II. Türk Tarih Kurultayına davet edilmiş ve bir bildiri ile kurultaya katılmıştır. Bu arada, Afet İnan’ın, Pittard’ın kürsüsüne doktora yapmaya gönderildiğini belirtmekte yarar var. İşte günümüzde epey çarpıtılarak gündeme getirilen Tarih Tezi Türklerin aşağı ırktan olmadığını kanıtlama çabasından başka bir şey değildi. Çatalhöyük’te, Alacahöyük’te, Yazılıkaya’da yapılan kazılar, Anadolu’nun tapusu üzerinde Türklerin hakkını meşrulaştırmak, Anadolu’nun sadece son bin yılda değil, Hititlerden beri Türk ve uygar olduğunu kanıtlamak için yapılmışlardı. Türk Tarih Tezinin peşinde olduğu dava, Türklerin brakisefalliği değil, uygar bir halk olduğu idi.
Sonuç itibariyle, Osmanlı vakanüvis geleneğine bir tepki olarak doğan cumhuriyetin tarih anlayışı, Tarih-1-2-3-4 serisinde somutlaşacak, Türk milli devletinin resmi tarih anlayışı olacaktır.
1930’larda Türk Tarih Tezine koşut yürütülen Türk Dil Tezi de (Güneş Dil Teorisi) gerçekte, Payitaht’ın yüzlerce yıl boyunca ihmal ettiği Türkçeyi özgün haliyle ayağa kaldırma amacıyla ortaya atılmıştır.
Bu dönemde, Avusturyalı bir dilbilimci olan Prof. Hermann Kvergic'in "Türk dilinin dünyada esas bir dil olduğu” teorisi milli kimlik yaratma peşinde olan Türk seçkinlerinin dikkatini çekmiş, Türk dili üzerindeki çalışmalar üzerinde etkili olmuştur. 1936’da Dolmabahçe sarayında toplanan Üçüncü Dil Kurultayında Güneş Dil Teorisi’nin kabul edilmesi süreci tamamlamıştır.
Mustafa Kemal’in şu sözleri “dilin” aslında bir milletleşme meselesi olduğunu apaçık kanıtlar niteliktedir: “Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesinin, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de, yabancı dillerin boyunduğundan kurtarmalıdır.”
Sonuç itibariyle, Her iki tez de Atatürk Devrimleri'ni anlamak açısından son derece önemlidir. İşlevleri Türklere Batı karşısında özgüven aşılamak olmuştur.
Ulus devlet inşa sürecinin önemli uğraklarından biri “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabıdır. Bu eser geçmişin teb’a zihniyetinden kurtulmuş, yeni yurttaşı yaratmak amacına hizmet ettiği aşikardır. 1930’da yayınlanan bu kitabın üstünde yazar olarak Prof. A. Afet İnan görülmektedir. Atatürk, bu kitabın “hürriyet” bölümünü şahsen kaleme almış, diğer bölümlerini ise Afet İnan’a dikte etmiştir. Gerçekte, kitabın müellifi (yazarı) Atatürk’tür. Medeni Bilgiler’in hedefi cumhuriyet yurttaşını yaratmaktır. Bu eser, cumhuriyet devriminin siyasi terbiye açısından önemsenmesi gereken belgelerinden biridir.
TÜRK DEVRİMİ NASIL YORUMLANMALIDIR?
Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde Türk Devrimi vardır. Bu devrimin iki yönünden söz etmek doğru olur. Bunlar sırasıyla, bağımsızlık savaşı ve eski rejimin tasfiyesidir. Türk Devrimine anlam veren gelişmelerin temelinde emperyalizme karşı verilmiş bağımsızlık savaşı yatar. Bu savaş Birinci Dünya Savaşının sonuna eklenmiş bölgesel bir savaştır. Nedeni “Doğu Sorununa” müttefiklerin önerdiği çözümün reddidir. Türkler planı kabul etmezler. Müdafaa-ı Hukuk direnişi Anadolu İhtilali’ne dönüşür. Mustafa Kemal’in öncülüğünde Türkler, kendilerine Orta Anadolu’ya hapsedilmiş bağımlı bir köylü devletinden başka bir şey bırakmayan Sevr Anlaşmasını reddederler. Bu red Türk bağımsızlık savaşının ilanıdır.
Hiç kuşku yok ki devrimin önderi bir Türk Rönesansı gerçekleştirmek düşüncesindeydi. Bu Batı’nın iki yüz yılda gerçekleştirdiği toplumsal dönüşümü kısa sürede hayata geçirmek demekti. Bunun yolu Türk demokratik devriminden geçiyordu. Bazı çevrelerde üst yapı devrimleri diye küçümsenen yasal düzenlemelerle Atatürk, burjuvazinin toplumsal değişime önderlik edemeyeceği bir ortamda Türklerin burjuva demokratik devrimini gerçekleştirmiştir. O’nun çeşitli söylevlerinde dile getirdiği “muasır medeniyet” bundan başka bir şey değildir.
Türk Devriminin “demokratikliği”, anti-feodal, anti-monarşik niteliğinden kaynaklanır. Bu yönüyle Fransız Devriminin izlerini taşır. Günümüzde devrimin muarızlarının öfkelerinin temelinde, Kemal Atatürk’ün Türkleri, bin yıldır ait oldukları medeniyet dairesinden çıkararak başka bir medeniyet dairesine sokma kararlılığı vardır.
Bilindiği üzere, Atatürk Türkiye’sini “diktatörlük” olarak niteleyen çevreler vardır. Hiç kuşkusuz, Kemalistler kurdukları rejimin bastırıcı aygıtını kullanmakta tereddüt etmediler. Ama, “devletin zorlama aygıtı”, Fransız ihtilalinde olduğu gibi eski rejimin gerici güçlerine karşı kullanıldı. Kemalistlerin hışmına uğrayanlar feodal, ayrılıkçı, monarşist ve Ortaçağ kalıntısı karşı devrimci odaklar olmuştur.
Ne ilginçtir ki, günümüz Türkiyesi’nde bu dönemi diktatörlük olarak niteleyenler Sultan Hamit istibdadını, Vahidettin vizyonsuzluğunu inanılmaz senaryolarla tarihte haklı çıkarmaya çalışan çevrelerden başkaları değildir.
Mustafa Kemal hiç kuşkusuz muhaliflerini tasfiye etmişti. Ama onun muhalifleri Türkiye’nin “demokrat” güçleri değildi. Türkiye’de çok partili siyasal hayatı (burjuva demokrasisi) yaşatacak bir altyapı henüz yoktu. Atatürk’ün karşısındaki güçler eski rejimin uzantılarıydılar. İktidar mücadelesini onlar değil, Mustafa Kemal kazandı.
Atatürk rejimi gericilere, hanedan yanlılarına, devrime direnen feodallere karşı otoriterdi. Bunun dışında farklı siyasi görüşten insanlar O’nun devrinde himaye bile görmüşlerdir. Örneğin, partisinde Şevket Süreyya Aydemir, İsmail Hüsrev Tökin gibi solcu entelektüeller olduğu gibi, Ahmet Ağaoğlu, Ahmet Hamdi Başar, Celal Bayar gibi liberaller de kendilerine yer bulabilmişlerdi.
Kemalizm’in Türkiye’de yükselişi ile Avrupa’da totaliter rejimlerin zamansal olarak örtüşmesi yanıltıcı olmamalıdır. 1922’de İtalya’da Mussolini 1933’te Almanya’da Hitler 1936’da İspanya’da Franco iktidara geldiler. Buna Orta ve Doğu Avrupa’da diğer dikta rejimleri eşlik etti. Polonya’da Mareşal Pilsudski, Macaristan’da Amiral Horti, Romanya’da Karol, Yugoslavya’da Aleksandr, Bulgaristan’da Çar Boris idaresi gibi. Ancak bunların hiç birinin Mustafa Kemal Atatürk rejimi ile ilgisi yoktur.
Bunun önemli kanıtlarından biri Hitler faşizminden kaçan 142 bilim adamının “Aydınlanma Adası” Türkiye’ye sığınmış olmalarıdır. İngiltere Kralı VIII. Edward, Türk mucizesini görmeye herhalde boşuna gelmedi. O’nun ziyaretine geldiği devlet başkanı, mazlum milletlere örnek olmuş devrimci bir lider, bir milli kurtuluş önderiydi.
Kemal Atatürk’ün en büyük başarısı muarızlarının şiddetle karşı çıktığı laikliktir. Atatürk, toplumsal ilerlemenin temelinde, laikliği görmüş, ulusunu buna adapte etmeye çalışmıştır. Laiklik sayesinde, 30’ların sonuna gelindiğinde Türklerin tüm yasaları çağdaş normlarla işler hale getirilmiştir.
Kemal Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen Türk Devrimini üç açıdan değerlendirmek mümkündür. Birinci olarak Atatürk devrimi Türk Rönesansıdır. İkinci olarak halkçı bir siyasi harekettir. Üçüncü olarak ise topyekun kalkınmacılıktır. Atatürk düşüncesinde kalkınma bir bütündür. İstanbul Üniversitesi’nin, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin kuruluşu en az Karabük Demir Çelik’in kuruluşu kadar önemsenmiştir. Atatürk devrinde maddi kalkınma ile kültür devrimi at başı gitmiştir. Devletin güçlü, ülkenin mamur, milletin medeni ve müreffeh olması temel hedef alınmıştır.
Kemal Atatürk bir siyaset ve devlet adamıdır. Bir devrimcidir. Kemalist devrim, son çözümlemede, burjuva demokratik devrimlerinin az gelişmiş bir ülkede hayata geçirilmesidir.
Çok Okunanlar

Özgür Özel ve Özlem Çerçioğlu görüşmesinde neler yaşandı?

Kıskanç sevgili dehşet saçtı: 3 ölü

Kılıçdaroğlu cephesi kurultay sessizliğini bozdu!

Gözaltına alınan 48 kişi belli oldu: Listede MHP'li isim de var

Mutlak Butlan davası öncesi olası senaryolar belli oldu!

Erdoğan CHP operasyonları hakkında ne düşünüyor? MKYK toplantısından sızdı

'Liderimizin adı Recep Tayyip Erdoğan' diyen valiye CHP'den tepki

Mideniz kaldıracaksa İmralı’ya gidin!..

Erdoğan'ın rozetini taktığı Özlem Gürzel Vural'a tükürüklü tepki iddiası!

İmamoğlu'nun mahkeme görüntülerine jet soruşturma!