Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış haberleri bul
ve ve
ve ve
ve ve
Temizle
Euro
Arrow
48,1615
Dolar
Arrow
41,1780
İngiliz Sterlini
Arrow
55,6235
Altın
Arrow
4755,0000
BIST
Arrow
11.288

Çelik Gülersoy’dan Göksu’ya Ağıt

BU  YAZIYI NEDEN YAZDIM? 

Çelik Bey’in  İstanbul’a dair  pek çok yayını  vardır. Bunlardan birisi de “Göksu’ya Ağıttır” Bu kitabı bir albüm olarak tanımlamak daha doğru  olur. Metin kısmı ikincil plandadır. 

Bu albümde anlatılan bir çok hikayeye kısmen veya tamamen şahit olduğumdan benim için özel kıymeti  vardır. 

Göksu’ya Ağıt’ın sayfalarını  çevirirken çocukluğum, gençliğim, Hisarlı günlerim gözlerimin önünden geçti. Kavacık yolunda imar  izni bekleyen bir evimiz vardır. Biraderle hep oraya dönmenin planlarını yaparız. Döneceğiz de. 

Ben de bu yazımla Çelik  Bey’in “Ağıtına” katılmak istedim. 

Çelik Gülersoy ömrünü İstanbul’un   kültür  tarihine  adamıştı.  Onun İstanbul’a adanmışlığı Reşit Safvet  Bey’in (Atabinen) yanında başladı. Atabinen Turing  Kurumu’nun  başkanıydı. Sonra Çelik Bey  oldu.  İstanbul’u   büyük bir aşkla sevdi. 

Burada   şehre hizmetlerini anmaya gerek yok. Sonra  bir dönem geldi ki eserlerinin   çoğuna   hoyratça el konuldu. 

Göksu Deresi Alemdağı’ndan  başlayarak  irili ufaklı   bir çok  su kaynağını  kendi yatağında  toplayarak   Anadoluhisarı  önlerinde   boğazın  sularına  karışır. Ondokuzuncu Yüzyıl’ın sonunda dere havzasında Fransızlar tarafından ilk Elmalı Barajı  yapılmıştır. 

Derenin etrafındaki  Müslüman Türk   iskanı fetih öncesi devirlere tarihlenir.  İstanbul’un  ilk Müslüman mezarlığı   buradadır. 

Şimdiki  Küçüksu Kasrı’nın yerinde Sultan I. Mahmut devrinde yapılmış bir av köşkü vardı. Göksu ve Küçüksu derelerinin arasındaki geniş  çayırın  bir mesire  alanı  olarak İstanbul  hayatının  bir parçası olması Tanzimat sonrasına  tesadüf eder. 

Bunda, buharlı gemilerle Boğaziçi köylerine ulaşma imkanı doğmasının  payı vardır. Göksu ve Anadoluhisarı Thomas Allom, Antoine Melling’ten başlayarak   bir çok yabancı  ressam ve gravürcünün sevdiği  temalar olmuştur. 

Küçüksu ve Göksu orientalist ressamlarının  ilgisini çekmiş bir boğaziçi yerleşimidir. 

Boğazın  Anadolu yakasındaki iki akarsuyun burada olması bunun  temel nedeni  sayılabilir. Melling’in“İstanbul ve boğaz Kıyılarına Pitoresk Bir Seyahat”albümü bölgeye  ilişkin en eski  kaynaklardan biridir. 

1954’TEKİ BÜYÜK İSTANBUL  KIŞI

Babam  1954’te İstanbul’a gelmişti. Tuna’dan buzların  geldiği  büyük kış.  Bir önceki ise Troçki’nin geldiği 1929 kışıdır. Babam geldiği  gün işe girmiş, İstanbul Sular İdaresinde istihdam edilmişti.  Elmalı Barajında çalışırdı. Elmalı  Baraji   Göksu deresinin su  kaynaklarını tutan bir   baraj gölü oluşturur. Günümüzde  Molla Gürani viyadüğünün  altında  kaldığından pek farkedilmez. Memleketimiz  İstanbul’a komşu  bir vilayettir.   1.5 saatte ulaşılabilir. Köyümüz de   Karadeniz’e  uzak  değildir. Ahalisi tarım ve hayvanlıkla uğraşır. Denizcilikle bir ilgisi yoktur. Ben bu durumu  Osmanlı  kanunnamelerinde  geçen  “Raiyyet oğlu raiyyetir”  hükmüne bağlıyorum.  Ama bugün konumuz bu değil.   

BABAMIN  BALIKÇI  TEKNELERİ 

Babam boğazla çok ilgili bir insandı.  Denizi  severdi. Bu nedenle bizim her zaman bir balıkçı teknemiz olmuştur. Göksu  deresinde  bağlı. Denize çıkmaya dair  ilk hatıralarım  heyecan ve korku ile    karışıktır. 60’ların  ortasında  ilkokuldaydım. Sonbahardı. Lüfer-palamut mevsimi olmalı. Babam  bizi de  yanında  götürmüştü. İstinye Tersanesi   önlerine geldik.  Denizin üstü keyifle avlanan onlarca  balıkçı teknesi   ile doluydu. Bu kaotik kalabalıktan    biraz ürkmüştüm doğrusu. Bakıma alınan gemilerin  devasa  boyutlardaki pervanelerinden  nasıl korktuğumu,  Tersaneden  yükselen  metal  seslerinden nasıl tedirgin olduğumu  her zaman hatırlarım. 

Boğazdan  lüfer  ve  palamutun kovalarla eve getirildiği  yıllardı. Babam gibi amatörlerin  deniz ilgisi Hisar’ın yerli balıkçıları  tarafından  pek hoş  karşılanmazlardı. İmalı bakışlarında  daima bir küçümseme olurdu. 

Emekli olduğunda önce  kürekli bir  sandal aldı. Annemden  koparabildiği ilk izin o kadardı. Amacı çok masumdu:  köy önlerinde biraz  eğlenmek.  Sonra  60’lardakine benzer motorlu  bir  balıkçı teknesi aldı. (1981) 

Bu arada devr-i askeri  olduğunu  hatırlatmak isterim. Sıkıyönetim komutanı Necdet Üruğ, Belediye Başkanı Abdullah  Tırtıl Paşa, Necdet Ayaz İstanbul valisiydi. Askeri idare  büyüklüğüne bakılmaksızın bütün  teknelerin liman  kaydının olmasını zorunlu kılmıştı. Bu suretle bizim de bir liman kaydımız  ve  denizcilik   plakamız oldu. 

Babam  için en büyük keyif sabah erken saatte  izmarit avına  çıkmaktı. Çoğunlukta Amcazade Hüseyin Paşa  yalısının  önlerine giderdi. Sabahın sessizliğinde  iple çekilerek çalıştırılan bir motorun sesi  dere boyunca yankılanırdı. Motor  dereden çıkıncaya kadar mümkün olduğunca   düşük  devirde çalıştırılırdı. Dereden gürültülü çıkış ayıplanırdı. Dereye  giriş  çıkış  bu adap çerçevesinde  olurdu. 

Son teknemizi aldığımızda  İstanbul Siyasal’da öğrenci idim. Israrım üzerine  tekneye “liberte” ismini verdik. Bunda Siyasal Düşünceler Tarihi  derslerinin etkisi olmalı. Hocamın  Murat Sarıca olduğunu   belirteyim bu arada. Yazının şablonunu   ben  yapmıştım. Kartondan. Bu isim  küçük bir  balıkçı teknesi için abartılıydı aslında. Ama ben öyle  olsun istemiştim. 

Babam rahmetli emeklilik hayatını köy önlerinde (İskele civarı), akıntısı  hiç eksik  olmayan Kırmızı Yalı açığında (Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı) ve sarayın  önünde (Küçüksu Kasrı)   kendi ifadesiyle “eğlenerek”  geçirdi.   Bu eğlence   izmarit ve istavrit  avı demekti. 

Sonra  hepimizi  derinden üzen bir hastalığa  tutuldu babam. Hayatının sonuna kadar hep yanında olduk. Ama bu zor süreçte tekne ihmal edildi. Bakımsız kaldı. Motorunu  söküp eve getirdik. 

GÖKSU DERESİ  ÜZERİNDEKİ  KÖPRÜLER  NE ZAMAN YAPILDI?   

Günümüzde Göksu Deresinin üzerinde iki köprü vardır. Erken cumhuriyet döneminde  yapılmışlardır. Bu civardaki  üçüncü  köprü Küçüksu üzerindedir. Köprülerin üzerinde inşa tarihleri vardır. 

Osmanlı   devri resimlerinde köprülerin ahşaptan  olduğu görülür. Cumhuriyetin kısıtlı  imkanlarını bütün  kamu binalarında, hastane ve okullarda    hisseder, görürsünüz. Cumhuriyetin  gururunu da. 

Anadolu ve Rumeli yakasında 30’lara kadar   bir sahil yolu yoktu. Ulaşım denizden sağlanırdı. Örneğin Kandilli’den  Küçüksu’ya karadan geçmek mümkün  değildi. Nedeni  Kont Ostrorog Yalısı, Kıbrıslılar Yalısı ve Cemile Sultan Sahil Sarayının arkasındaki ormanlık alanlar bu mülklere dahildi. Özetle yol yoktu.   Yolu “Cumhuriyet Hükümeti” yaptı. 

30’larda  yapılan bu  yol Anadoluhisarı’nın içinden geçer. Önceki devirlerden kalma geçiş güzergahı  kullanılmıştır. Şöyle sözler duyarsınız. Ecdad  yadigarı   kale Tek Parti devrinde yıkıldı. Yol yapıldı. Oysa ki bu doğru değildir. Küçüksu Camii ve Toplarönü namazgahına dair  çarpıtılmış hikayeler de vardır. Şimdi o bahse girmeyeyim. Sonra   yazarım. 

Bu iddiaları resim  ve gravürleri  karşılaştırarak inceledim. En eski resim ve gravürlerde  bile  ahşap köprü   kaleyi  delerek iskelenin  arkasından  çıkıyordu. 

Bir de Elisa Zonaro’nun  II. Abdülhamit devrinde  çektiği resimlerde bir üçüncü çıkış kapısı vardır. Bu  da Kızıl  Serçe Sokağı  yönündedir.  Kalenin içinde evler, dükkanlar ve yol olduğu görülür. Cumhuriyet  yolu genişletmiş, betonarme köprüyü  yeni açılan sahil yoluna bağlamıştır. 

Fetihten sonra  hisarlar  işlevini kaybettikleri için  içleri iskan edilmiştir. XX. yüzyılın başında her iki  hisar da bakımsızlık  yüzünden   neredeyse harabeye dönmüş durumdaydı. 

Cumhuriyet idaresi  asırlarca kendi haline bırakılmış Hisar’ın içinden bir yol geçirdi. Betonarme bir Köprü yaptı. Köprü bugünkü köprüdür.  Üzerinden  Dere Kahvesinde  film çekmekte olan Cüneyt Arkın’ı seyretmeye gittiğim köprüdür  bu köprü.  (1960’ların sonu) 

Yol Hisar iskelesine  çıkar. İskele  meydanında bir camii  vardı. Eski resimlerde minaresi farkedilir. İskelenin  hemen arkasında. Cumhuriyet  yolu geçirirken camiyi  birkaç yüz  metre ileriye taşıdı. Adı Fatih Camii’dir. Aslında  Sultan Hamit devrinde   tadil edilmişti. Bugün yolun  sağındaki  camii  nakledilen bu camidir. 

Benzer olaylar 1950’lerdeki  imar hareketleri  sırasında  da oldu.  Menderes İstanbul’un  bir ortaçağ  kentine  benzediğini düşünüyordu. Kısmen haklıydı da. Proust planını  kendine göre  tashih  ederek  uyguladı. Yüzlerce mescit, türbe yıkıldı. Sur içi İstanbul  dümdüz edildi. Karaköy’deki ahşap cami dahil. Hiçbiri nakledilmedi. Tarihe karıştı. Bunlardan hiç söz edilmez. 

DERENİN İLERİ  KISIMLARINDA BAŞKA  NELER VARDIR?   

Halat Fabrikasının bittiği yerde  Göksu üzerinde ikinci bir köprü daha vardır. İnşa tekniği  kalenin  yanındaki ile  aynıdır.1920’lerin  başına tarihlenen resimlerde  burada bir  ahşap köprü olduğu görülür. Resimlerin  arkasından   Peksimetçi Salih Efendi Mescidi görünür. Burası Yenimahalledir. Muhacir ve  mübadil ailelerin yaşadığı bir   yerdir. Burada  yerleşimin  1877 Osmanlı-Rus  savaşı   muhacirlerine kadar  gittiğini sanıyorum. 

İlkokula giderken   dikkatimi çeken  bir bina vardı. Köprünün hemen arkasında. Önceleri  metruk  bir bina idi.  İlerdeki çayır Baruthane  adıyla anıldığından  buranın  eski bir baruthane olduğunu,   sonra Haydarpaşa gibi  büyük bir infılak geçirdiğini   düşünürdüm. Binanın  sadece iskeleti vardı. Başına  büyük  bir felaket gelmiş olmalı  diye hayal ederdim.   Sağlam bir şekilde inşa edildiği bakiyesinden bile belliydi. 

Daha sonra  bina büyük bir tadilat geçirerek  Kuran  kursuna çevrildi. Annem beni  birkaç yaz bu kursa göndermişti. Osmanlıcayı “Kurana gönderilme” sayesinde  kolayca öğrendim. Tabii  matbu  harfli yazıları. Günay Kut hocadan paleografya   dersi alarak biraz daha ilerttim. 

Binaya ilişkin gerçek ise benim  tahayyül ettiğim gibi  değildi.  Bina infilak etmiş bir baruthane filan değilmiş.  Bir Rum  müteşebbis hanım  tarafından kurulmuş bir  değirmendi. Rum madam (eskiler öyle derler) değirmen için  Avrupa’dan dönemin en modern makinelerini getirtmişti. Değirmenin  resimlerini internet ortamında görebilmek mümkündür. 

İlerde Baruthane  çayırı ve Reşat  Ekrem Koçu’nun İstanbul  Ansiklopedisine madde  olmuş Dört Kardeşler Gazinosu vardır. Çelik Gülersoy’un 1950’lerde çekilmiş bir resmi albüme alınmıştır.  Bu resimde Baruthane çayırı ve metruk değirmen  görünmektedir. 

Dört Kardeşlerde ( yapışık gövdeli dört büyük  meşe  ağacı vardır) Koçu burada, bir İstanbul Rumunun işlettiği  bir gazino olduğunu yazar.

Çelik Bey’in  Göksu Ağıtında bahsettiği her şey benim ucundan kıyısından  yetiştiğim  Göksu’ya aittir. 

Göksu  Deresi  kıvrımlarla  Elmalı’ya  kadar  uzanır. Kenarları  bağ,  bahçe ve bostanlarla doluydu. Bunlar içinde  en çok aklımda kalan mısır ve  bakla  tarlalarıdır. Buraları  ekip biçen  aileler çoğunlukla muhacir aileleri idi.   Dere boyunca ahırlar vardı. Sütçülük yapılırdı. Takalara istif edilmiş güğümlerle sütler Bebek’e götürülürdü.  Sütçülük  bence Balkan harbinden sonra başlamıştı. Özal devrine kadar  devam etti. Ahırların   yerlerini hatırlıyorum. 

ATATÜRK’Ü  GÖKSU’YA  GELİŞİNDE  KİMSE TANIMAMIŞTI

Çelik Bey’in kitabına aldığı Kılıç Ali’den bir pasaj var. Ben de burada  bahsetmek  isterim. Öncelikle  Atatürk  ve Göksu ile ilgili  eskiden beri zihnimde canlandırdığım bir tasavvuru  paylaşayım. 

Atatürk’ün   Harbiye’de   küçük bir arkadaş  grubu vardı. Bunu biliyoruz. Bunların  bir kısmı Manastır’dan  beri arkadaşıdır.  Ali Fethi,  Kazım Özalp gibi. Bu isimlere Ali Fuat İstanbul’da katıldı. Ali Fuat  Paşa’nın   bu isimler içinde özel bir yeri vardır. Saint Joseph’i bitirdikten sonra Harbiye’ye geçmiştir. Atatürk  Harbiye’ye geldiğinde kendisini   karşılayan  sınıf  mümessilidir. Ali Fuat Cebesoy’un babası İsmail Fazıl Paşa’dır. Birinci Meclis’te  Bayındırlık Bakanlığı da yapmıştı,  Çengelköy’de bir köşkleri vardır. Bu köşkte Atatürk’ün bazı  hafta sonlarında kaldığını biliyoruz.  İki   Harbiyeli   birlikte gezerlerdi. Boğaz, Adalar.  Ata binerek  Alemdağ’daki Abdülaziz köşküne kadar  gittikleri de olmuştur.

Atatürk’ün talebeliğinde Göksu’ya  geldiğinden emindim. Hatta   buralarda kaldığından. Kafamda yazdığım senaryo şöyle idi. 

İlkokulu Defterdar Mehmet Bey İlkokulunda  okudum. Okula giderken Halat Fabrikasının hemen yanında  metruk bir  bina vardı. Üzerinde Hotel-Brasserie- Restaurant  (Fransızca ve  eski  harflerle) yazan bu binanın ne olduğunu merak ederdim.  Zaman içinde buranın konaklamalı  bir otel-  restaurant olduğu  sonucuna  varmıştım. 

Burası Göksu-Küçüksu’ya Şirket-i   Hayriye vapurlarıyla gelenlerin 1-2  gece konaklayabileceği bir yer olmalıydı. Gerçekten de  dere  boyunca Rumların işlettiği  birkaç yer varmış. Reşat Ekrem Koçu  İstanbul Ansiklopedisinde bunlardan söz eder . 

İki  genç Harbiyeli’nin Mustafa Kemal (Selanik) ve Ali Fuat (Salacak) birlikte burada konakladıklarını  düşünürdüm.  Hafta sonu   rakısının Dimitrakopulo  olduğundan eminim. 

Şimdi Kılıç Ali’nin Göksu ve Atatürk   hikayesine dönebiliriz. 30’ların ortasında olmalı.  Atatürk  Boğazda bir motor gezintisi yaparken şöyle  demiş: Harbiye günlerinden sonra  hiç Göksu’ya gelemedim. Herhalde cumhurbaşkanlığı “Ankara”motoru olmalı. Bir kayıkla   derede  biraz gezmek istemiş. Kayık  temin edilmiş. Hisarlı balıkçılar Atatürk’ü  tanımamışlar. Dört  Kardeşler’e  kadar gidilmiş. 

Dönerken bir  yalı bahçesinde oturmakta olan  yaşlı  hanımlardan biri tanımış. İçlerinde Devlet-i Ali Osman’dan  miras  bir “bacı kalfa”   da varmış.  Kahve içmeye davet etmişler. Atatürk’ün  bahçesinde kahve  içtiği bu  yerin Santuri Ethem Efendi yalısı  ile Arap  Paşa  Konağı arasında bir yalı olduğunu sanıyorum. O gün kandil günü imiş. Atatürk, kadınlar tarafından  dualarla uğurlanmış.   

GÖKSU  DERESİNİN KENARINA HALAT FABRİKASINI KİM  KURDU? FABRİKANIN  SEMT TARİHİNDEKİ ÖNEMİ NEDİR? 

Evimiz Halat Fabrikası’nın  arkasından Kavacık’a çıkan   yol  üzerindedir. Anadolu Hisarı’nın  bu arka mahallesi 60’larda oluşmuştu. Daha öncesinde mezarlığın arkasında birkaç konak  olduğunu sanıyorum. 

Bu mahallenin çocukları sabahları bir  fabrika düdüğü ile uyanırlardı. Sanırım  bizim düdük dediğimiz ses   yoğun basınç altında tutulan su buharının şiddetle tahliye edilmesine dayanıyordu. 6.30 ve 6.50 de iki kez çalardı  düdük. Bu  Halat Fabrikasının mesaiye çağrı düdüğüdür. 

Hatırladığım başka  bir şey daha  var: fabrikadan  dışarıya yayılan makine sesleri.  Ritmik seslerdir bu sesler. Belki bir volanın   belki  bir çarkın  dönüşünü  dışarıya haber veren. 

Bu fabrika Göksu Deresi  boyunca Yenimahalle  Köprüsüne   kadar epey uzun bir alanı  kaplar. 

Halat Fabrikası’nın  Hisar’ın   balıkçılarından ve yalı halkından oluşan yerli ahalisi üzerinde  pek bir etkisi  olmamıştır. Fabrika, muhacir ve  mübadillerin yerleştirildiği ve 50’lerden itibaren  Anadolu’dan gelenlerin  oturduğu arka mahalleleri etkiledi. Onlar için  yeni  bir dinamik oldu.  Bu mahallelerin  nüfus yapısını değiştirdi. 

Halat Fabrikası  erken cumhuriyet   döneminde boğazda kurulmuş ve  mevcut  iktidar  döneminde kapanmış    çok sayıda fabrikadan biridir. Bir zamanlar Vaniköy’den Beykoz’a kadar bir çok  fabrika vardı. Paşabahçe Cam, Paşabahçe Rakı ve İspirto fabrikası, Beykoz Deri  Kundura gibi. Şimdi bunların yerinde  yeller esiyor. 

Çevre yolundan fabrikanın köşesine  kadar  geldiğinizde hala yerinde duran  tabelasını görebilirsiniz. Kendir, Keten  ve Halat Fabrikası. Kuruluş tarihi  1934’tür.

Fabrika kömür-steam ile çalışan  bir fabrika idi. Kurucularından biri Gündüz Pamuk’tur. Gündüz Bey,  Şevketve Orhan Pamuk kardeşlerin babası, SODEP’in  kurucularındadır. 

Cumhuriyetin  ilk burjuvalarından müteşebbis  bir zattı. Kendir  ve Ketenin ham madde olarak   kullanıldığı  devirlerde  ciddi bir üretim ve istihdam imkanı sağlamıştı.  Ben buna şahidim. Fabrikanın  seslerinden ve sabahın alacakaranlığında işlerine giden   komşularımızdan. Orhan Pamuk, “Babamın Bavulunda”   Gündüz Bey’in  pek  başarılı   bir işadamı  olmadığını ima eder. Ama benim  gözümde Halat Fabrikası Türk sermaye   sınıfının  başarılı  bir yatırımıdır. 

Fabrikadan  zihnimde  hala canlılığını koruyan izler  var. Fabrikayı baştan başa   geçen bir  dekovil hattı vardı. Kömür ve  üretilen ürünleri nakletmek için yapılmış olmalı. Dekovil   vagonlarının bilyalı tekerlekleri  eskiyince kapıda bekleşen çocuklara dağıtılırdı. Tahtadan  yapılan kaydıraklar için.  Bu dağıtım  çocuklar arasında   bir “cülus bahşişi”  kadar  sevinç yaratırdı. 

Günümüze ulaşan resimlerden işletmenin  geç sanayi devrimi teknolojisi  ile  çalıştığı anlaşılır. Bu enerjinin kömürle sağlanması  demektir. 30’larda zaten sanayii   elektriği yoktu. Makineler buhar ile çalışıyordu. 

Halat Fabrikası   benim için biraz da iğneci Osman’dır. Fabrikanın   tek sağlık personeliydi. Tarihteki  önemi bana 40 günlük iken  ilk penisilin iğnesini yapmış olmasıdır. Osman abi Kore gazisiydi. Menderes  ve Demirel   hayranıydı. Partizanlıkta sınır tanımazdı.  Eczaneler ve hastaneler dışında  iğne yapılabilecek  hiçbir yerin olmadığı eski Türkiye’de evlere  iğne yapmaya gidilirdi.  Osman Abi iğne yapmaya  geldiğinde ateşli  siyaset konuşmaları yapmayı severdi. Bu konuşmalar  uzadıkça uzardı. Ocakta  sterilize edilmekte  olan iğneler ve  alkol kokuları arasında “ infazını” bekleyen hasta  çocuğun  ruh hali ile ilgilenmez;  Kore’de Çinlileri nasıl püskürttüklerini ballandırarak anlatırdı. 

 İğneci Osman’ı eski Türk  filmlerinde bazı küçük rollerde görmek mümkündür. Bu roller  onun ağzında  başrolle eşit kıymete dönüşüverirdi.  

Fabrikaya ilişkin  iki not daha  eklemek isterim.  Siyah dumanlar salan epey yüksek bir baca ve su deposu. Depodaki su “steam”  için kullanılıyor olmalıydı. Fakat beni şaşırtan bir  şey de şuydu.  Depodaki   su sürekli  tahliye edilirdi.  Bazen şelale gibi su aktığını  hatırlarım. 

Fabrikanın  ürünlerinin  ülkenin  her  tarafında geniş bir Pazar bulduğundan eminim. Bu ürünler  içinde benim  için  en anlamlı olan ise vapurlarda   kullanılan  halattır. Boğaz  vapurlarıyla 80’lerde   okullarına gidenler çımacının “kement”  atar gibi büyük bir  beceriklikle vapuru iskeleye bağlamasını  hatırlarlar. Halatın sağlamlığı beni  şaşırtırdı. Vapurla  halat arasındaki  mücadele her  zaman  vapurun teslim olması ile sona ererdi. 

KIZILSERÇE SOKAĞINDAKİ ARAP PAŞA YALISI’NIN YERİNDE ŞİMDİ NE VAR? 

Güzelcehisar ilkokulu  1964  yılında yapılmıştır.  XX. Yüzyılın başından  o tarihe kadar  ilkokul Hisar’da değişik yerlerde faaliyet gösterdi. Fausto Zonaro’nun tablolarında diğer binalardan daha büyük  bir yalı-köşk  görürsünüz. Bu Arap Paşa  yalısıdır. Yalının   sahibi II. Abdülhamit devri   Mabeyn  katiplerinden Arap  İzzet Paşa’dır.   İstanbul’da  bir çok  başka  mülkü vardı.  Örneğin Pangaltı ve Büyükada’da. Troçki’nin  adada  oturduğu  evlerden biri   bir zamanlar  ona  aittir. 

İttihatçıların nefret ettiği  bir sima idi. Jön Türk Devriminden sonra  Mısır’a gitti. 1924’te Kahire’de öldü. Mülkleri uzun  süre  sahipsiz kaldı. İttihatçılar Göksu deresi üzerindeki yalıyı  mektebe çevirdiler. 

Türkiye’nin Sorbonne doktoralı ilk kimyacısı  Remziye Hisar  bu okulda  okumuştu. Bina  uzun yıllar bakımsız kaldığından  30’larda  Küçüksuda (şimdiki öğretmenevi) yeni bir okul yapıldı. Ben de bir süre o okulda okudum .

1964’de İsmet Paşa son başbakanlığı sırasında Küçüksu çayırına gelmiş , kazanlarda  pişen mısırlardan kendisine ikram edilmişti. İnönü’nün    Küçüksu resimleri vardır. Dünürleri Sohtorikler Komodor Remzi Bey  yalısını henüz almamışlardı o tarihte.  İsmet Paşa’ya metruk Arap Paşa konağının yeniden   okul  yapılması  için ricada  bulunulmuş.  Konak yıkıldı. Yerine bugünkü Güzelcehisar İlkokulu yapıldı. Sahildeki bina da Ortaokul oldu. Bu  okul  Anadoluhisarı Ortaokuludur. 

Uzun yıllardır   Anadoluhisarında yaşamıyorum. Ama nüfus kaydım Beykoz Anadoluhisarındadır. İlk oyumu  Güzelcehisar  ilkokulunda (1982)  “ret”  olarak  kullandım. 

Okulun  geniş bir bahçesi vardır.  İlkokulun bahçe duvarına yapışık muhafaza  demirleri  altında bir türbe vardır. Sürekli mumlar yanan  bir türbedir  bu. İstanbul’da mum yakma adeti  Ortodoks Rumlardan bize geçmiştir. 

Ortaokul arkadaşlarımdan ikisi okulun  bulunduğu Kızılserçe Sokağında otururlardı. Nejat Yavaşoğullarının  evine yakın evlerde. Babaları  Hisarlı  balıkçılardı. 

Bu sokak boyunca biraz ilerleyince  Zonara  ve Türk  ressamlarının tablolarına konu olmuş bir çeşmeye rastlarsınız. Yol yukarıya  doğru Muaşşisinan Camii’ne gider. İleriye  doğru Kabristan’a  çıkar. Santuri Ethem  Efendi’nin  bir zamanlar  yaşadığı mütevazı yalısından hemen sonra  binalar  biterdi. 

ANADOLU HİSARI  MEZARLIĞINDA KİMLER VAR?  

Anadoluhisarı Mezarlığı Göksu Deresi   boyunca uzanır. Mezarlığa defnedilmiş  bir çok ünlü kişi vardır. Bunlardan  bazılarını  aşağıda yazacağım. Bir de benim için  özel önemi olan insanlar var elbette.  Benim için en önemli kişi ilkokul öğretmenim Hayat Çalışal’dır. Hayat Hocamın  evi Remziye Hisar  hocaya komşu idi. Otağtepeye çıkan yol üzerinde idi. Göksu Kabristanında da komşular. 

Remziye Hisar, ünlü fizikçimiz Feza Gürsey’in annesidir. Feza hoca da annesinin  yanındadır. 

Şahsen tanıdığım önemli  bir sima Vural Altın  hocaydı.  Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesinin  en karizma  hocalarından  biriydi.  Türkiye’nin fen alanında yetiştirdiği en önemli bilim adamlarından biri olduğunu  söyleyebilirim. 

Geç ama çok güzel  bir evlilik yapmıştı.  Kısa bir süre sonra “kalp krizinden” vefat etti. Genç yaşta aramızdan ayrıldı. (1950-2012) Anadoluhisarı Camiinden kaldırılan  cenazesine  iştirak ettim. Eşi  hanımefendiye şöyle dediğimi  hatırlıyorum:”Türkiye  çok büyük  bir evladını kaybetti” Bunu büyük bir içtenlikte söylemiştim. 

Ankara Fen lisesinden sonra kazandığı devlet bursu ilelisans, yüksek lisans ve doktora  öğrenimini UCLA’da yapmıştı. Otağtepe’de otururdu.  Kendisini tanıdığım için bahtiyarım. 

Ünlü söz yazarı -besteci Fecri Ebcioğlu Anadoluhisarlıdır. Göksu mezarlığında medfundur. Ebcioğlu tam bir  hayat adamıydı. Hisar’ın futbol takımında kalecilik de yapmıştır. Muhteşem şarkı sözleri  vardır. Bestecidir. Ajdayı Türkiye’ye tanıtan  müzik adamıdır. Ebcioğlu’nu en son Dere Kahvesinde  sabahın erken   saatlerinde görmüştüm. Üniversitede öğrenciydim. (80’ler) Solunum  güçlüğü içindeydi.  Bir  krakeri çayına  batırarak kahvaltı  ediyordu. 

Benim için özel önemi olan  insanlardan biri Dr. Sami Uslu’dur. Sami Bey  de öğretmenime yakın bir parselde medfundur. Dr. Sami Bey  belediye doktoruydu. Eski devrin  her şeyden anlayan  pratisyen hekimlerinden biriydi. Bana da  defalarca bakmış, uzun penisilin kürleri uygulamıştı. 

Anadoluhisarında 60’larda bir belediye doktorunun  bulunması  tuhaf  gelebilir. Bunun nedeni  30’larda kurulan  İstanbul  belediye teşkilatıdır.  İstanbul’da mülki ve mahalli  idare birleşikti. Valilik  ve  belediye tek bir idare idi.  Bu durum  1961 anayasasına  kadar sürdü. Belediye dairelere bölünmüştü. Beykoz’un iki  nahiyesinden  biri Anadoluhisarı  idi. Nahiye müdürünün ofisi Kızılserçe Sokağının  köşesindeki  binadır.  Bir ara İş Bankası şubesi  olarak  kullanılmıştı.  

Belediye tabibliği burada idi. İlkokula kayıt öncesi  ilk karma aşımı  burada yaptılar. (1965)  Belli  etmemeye çalışsam da ağlamaklı olduğumu gören otoriter görünümlü  ebe-hemşire hanım “erkek olduğumu ve ağlamamam gerektiğini”  ihtar etmişti. 

Vapurda  her zaman gördüğüm Doğan Kuban Hoca İTÜ Mimarlık  fakültesinin hocalarındandı. Kuban Türk mimarlık ve sanat tarihi alanında büyük bir otorite idi. Bunun  ötesinde tam  bir Türk  aydını idi.  Cumhuriyette  ilgiyle okunan  deneme yazıları  yazardı. Vapurun  gelişini  “Cumhuriyet”  okuyarak  beklerdi. 

Mehmet Ali Birand da  buradadır. Birand  tepedeki sitede otururdu. Kendisini  hiç görmedim.  Mehmet Barlas  da aynı sitede  otururdu. İskelenin açığında  bir tekne  refakatinde denize girerken  görmüştüm bir keresinde. Birand’ın akrabalarından birinin  Hisarın içinde  oturduğunu biliyorum. 

İki kişiden daha  bahsederek    kabristan bahsini  kapatacağım.  Bunlar Osmanlı  devrinde yaşamışlardır.  Mizancı Murat Bey ve Santuri Ethem Efendi. 

Her ikisinin de artık pek  az sayıda kalmış olan eski  mezar  taşları tarafında olmaları  gerekirdi. Fakat  ikisini de bulamadım.  Taşlarının   sökülüp  götürülmüş olmaları  ihtimal dahilindedir. Bu isimler  Anadoluhisarında  yaşadılar. Ve burada hayata veda ettiler. 

MİZANCI MURAT BEY’İN YALNIZLIĞININ  SEBEBİ NEYDİ? 

Mizancı Murat Bey  iskeleye yakın bir  yalıda oturan mülkiye profesörüydü. Jön Türk hareketinin tutucu kanadının ideologu sayılır.   Öteki  kanadı Ahmet Rıza Bey temsil eder. Seküler-batıcı-pozitivist kanat  demek istiyorum. İkisi de  sefalet içinde öldüler. Mizancı Anadoluhisarı mezarlığında Ahmet Rıza Bey Kandilli’dedir. 

Mizancı Murat Bey , Sultan Hamit’e muhalefinde  zayıf çıktı. Onunla uzlaştı. Paris’ten geri döndü.  Mülkiye’de siyasi tarih profesörlüğü  ve Düyunu Umumiye komiserliği görevlerini kabul  etti. 

Jön Türk   devriminde  yer almadı. Düşüncelerini monarşi içinde   reform  olarak yorumlayabiliriz.1917’de  yalısında yalnızlık ve fakrü zaruret içinde  öldü. Mizancı Murat Bey Yalısı  günümüzde Fazilet Hanım  yalısı olarak  bilinen yalıdır. 

SANTURİ ETHEM EFENDİ’NİN HÜZÜN VEREN VEDASI 

Öbür sima ise  Santuri Ethem Efendi’dir. Onunkisi   oldukça  hazin bir hikaye. Göksu deresi üzerinde satın aldığı  mütevazı bir yalıda  yaşıyordu.   Ethem Efendi büyük bir sanatçıydı.  Santur virtiyözü ve besteciydi. Osmanlı  elit  sınıfının- sarayın  davetlerinde  sıklıkla bulunurdu. Yüzlerce bestesi vardır. En çok  bilinen şehnaz longadır. Bu muhteşem eserin    bestecisinin   hayatı çok büyük talihsizliklerle geçmiştir. 

Meşrutiyetin iadesinden  sonra derenin kenarındaki evinde  yaşamaya başlamıştı. 1893’te Fransızların yaptığı  ilk Elmalı  barajı  aşırı yağışlar nedeniyle yıkıldı. Ve derede büyük bir sel  baskını oldu.  Evi harap oldu.   Eserlerinin  çoğu kayboldu. 

Birinci Dünya Savaşında oğlu şehit oldu. Hayatının  sonuna doğru yalnız  kaldı. Felçli bir şekilde yaşadığı evinde  çıkan bir yangında ağır yaralandı. Ve sonra vefat etti. Son dönem  eserlerinin notalarını ezberinden  tekrar yazdığı söylenir. Bir kısmı ise kaybolmuştur. 

Bundan sonrası benim için çok  hüzün vericidir. Büyük bestecinin  cenaze  namazı  iskelenin  arkasındaki  camide  kılındıktan sonra Kızılserçe Sokak’taki  evinin önünden geçirilerek  hemen  yakınlarda bir yere defnedildi. 

Bir makalede   kendisini  pek az kişinin tanıdığını, cemaatinin on  kişiyi bile bulmadığını okudum. Çok  üzüldüm. Böylesine büyük bir  bestecinin yaşadığı  semtte hiç farkedilmeden  defnedilmesi  doğrusu içime dokundu. Fani dünya.  Yalnız doğar yalnız ölürsün. 

GÖKSU DERESİNİN EN DEĞERLİ TEKNESİ ŞİMDİ NEREDE?

Göksu deresinde   suyun debisini belirleyen Elmalı  Barajının su tutma seviyesidir. Eski İstanbul’da çok yağmur alan  ilkbahar ve sonbaharlar olurdu. Barajda hızla su seviyesi  yükselirdi. Birinci Elmalı barajının  temeli çok eskidir. 1893. Babam çalıştığı  yeri “eski bent” olarak  tarif ederdi. 

Barajda tutulan su hızla  tehlikeli seviyeye  çıkabilir.  O zaman  su tahliye edilmek  zorundadır.  Savaklardan  suyun tahliyesine de  barajın su seviyesinin manyetolu  telefonla sürekli rapor edilişine de şahit olmuştum.  Babamın amirine saygılı “beyefendi” hitapları eşliğinde.  

Suyun  gücünü tahliye borularından serbest kalışında görürsünüz. Bu biraz ürkütücü bir görüntüdür. Su  bazen tedbirsizce bırakılır. İhtiyatsız tahliye  derede sele neden olabilir.  O  zaman deredeki tekneler zarar görür. Biz millet  olarak her şeyi unuturuz. Bir süre sonra sel unutulur. Ders  alınmaz. Hiçbir tedbir alınmaz.

2000’lerin başında  derede büyük bir   sel oldu. Ben bunu Santuri Ethem Efendi’nin  notalarının  kaybolduğu büyük taşkına  benzetirim. (1910’lar) 

Derede bağlı teknelerden  bazıları  parçalanmış, bazıları boğaza  kadar gitmişti. Bizim teknemiz ise derenin getirdiği alüvyon tortusunun altında kalmıştı. Su o kadar  büyük bir güçle gelmişti ki  derenin topoğrafyası  bile değişmişti. 

Sonunda  dereyi açmak için gelen iş makineleri yüzlerce yıllık balçığı iki tarafa atarak yeni bir kanal açtığından bizim Liberte  tamamen  balçığa gömüldü. 

Yenimahalle köprüsünden  Hisar’a doğru bakarsanız  solda 100 metre ilerde son 50 yılın hatıralarıyla uyumakta olan  bir tekne vardır. Birkaç metre derinde. O, İdris Bey’in  teknesidir. O tekne, benim için “Uluburun batığı” kıymetindedir.