BU YAZIYI NEDEN YAZDIM?
Çelik Bey’in İstanbul’a dair pek çok yayını vardır. Bunlardan birisi de “Göksu’ya Ağıttır” Bu kitabı bir albüm olarak tanımlamak daha doğru olur. Metin kısmı ikincil plandadır.
Bu albümde anlatılan bir çok hikayeye kısmen veya tamamen şahit olduğumdan benim için özel kıymeti vardır.
Göksu’ya Ağıt’ın sayfalarını çevirirken çocukluğum, gençliğim, Hisarlı günlerim gözlerimin önünden geçti. Kavacık yolunda imar izni bekleyen bir evimiz vardır. Biraderle hep oraya dönmenin planlarını yaparız. Döneceğiz de.
Ben de bu yazımla Çelik Bey’in “Ağıtına” katılmak istedim.
Çelik Gülersoy ömrünü İstanbul’un kültür tarihine adamıştı. Onun İstanbul’a adanmışlığı Reşit Safvet Bey’in (Atabinen) yanında başladı. Atabinen Turing Kurumu’nun başkanıydı. Sonra Çelik Bey oldu. İstanbul’u büyük bir aşkla sevdi.
Burada şehre hizmetlerini anmaya gerek yok. Sonra bir dönem geldi ki eserlerinin çoğuna hoyratça el konuldu.
Göksu Deresi Alemdağı’ndan başlayarak irili ufaklı bir çok su kaynağını kendi yatağında toplayarak Anadoluhisarı önlerinde boğazın sularına karışır. Ondokuzuncu Yüzyıl’ın sonunda dere havzasında Fransızlar tarafından ilk Elmalı Barajı yapılmıştır.
Derenin etrafındaki Müslüman Türk iskanı fetih öncesi devirlere tarihlenir. İstanbul’un ilk Müslüman mezarlığı buradadır.
Şimdiki Küçüksu Kasrı’nın yerinde Sultan I. Mahmut devrinde yapılmış bir av köşkü vardı. Göksu ve Küçüksu derelerinin arasındaki geniş çayırın bir mesire alanı olarak İstanbul hayatının bir parçası olması Tanzimat sonrasına tesadüf eder.
Bunda, buharlı gemilerle Boğaziçi köylerine ulaşma imkanı doğmasının payı vardır. Göksu ve Anadoluhisarı Thomas Allom, Antoine Melling’ten başlayarak bir çok yabancı ressam ve gravürcünün sevdiği temalar olmuştur.
Küçüksu ve Göksu orientalist ressamlarının ilgisini çekmiş bir boğaziçi yerleşimidir.
Boğazın Anadolu yakasındaki iki akarsuyun burada olması bunun temel nedeni sayılabilir. Melling’in“İstanbul ve boğaz Kıyılarına Pitoresk Bir Seyahat”albümü bölgeye ilişkin en eski kaynaklardan biridir.
1954’TEKİ BÜYÜK İSTANBUL KIŞI
Babam 1954’te İstanbul’a gelmişti. Tuna’dan buzların geldiği büyük kış. Bir önceki ise Troçki’nin geldiği 1929 kışıdır. Babam geldiği gün işe girmiş, İstanbul Sular İdaresinde istihdam edilmişti. Elmalı Barajında çalışırdı. Elmalı Baraji Göksu deresinin su kaynaklarını tutan bir baraj gölü oluşturur. Günümüzde Molla Gürani viyadüğünün altında kaldığından pek farkedilmez. Memleketimiz İstanbul’a komşu bir vilayettir. 1.5 saatte ulaşılabilir. Köyümüz de Karadeniz’e uzak değildir. Ahalisi tarım ve hayvanlıkla uğraşır. Denizcilikle bir ilgisi yoktur. Ben bu durumu Osmanlı kanunnamelerinde geçen “Raiyyet oğlu raiyyetir” hükmüne bağlıyorum. Ama bugün konumuz bu değil.
BABAMIN BALIKÇI TEKNELERİ
Babam boğazla çok ilgili bir insandı. Denizi severdi. Bu nedenle bizim her zaman bir balıkçı teknemiz olmuştur. Göksu deresinde bağlı. Denize çıkmaya dair ilk hatıralarım heyecan ve korku ile karışıktır. 60’ların ortasında ilkokuldaydım. Sonbahardı. Lüfer-palamut mevsimi olmalı. Babam bizi de yanında götürmüştü. İstinye Tersanesi önlerine geldik. Denizin üstü keyifle avlanan onlarca balıkçı teknesi ile doluydu. Bu kaotik kalabalıktan biraz ürkmüştüm doğrusu. Bakıma alınan gemilerin devasa boyutlardaki pervanelerinden nasıl korktuğumu, Tersaneden yükselen metal seslerinden nasıl tedirgin olduğumu her zaman hatırlarım.
Boğazdan lüfer ve palamutun kovalarla eve getirildiği yıllardı. Babam gibi amatörlerin deniz ilgisi Hisar’ın yerli balıkçıları tarafından pek hoş karşılanmazlardı. İmalı bakışlarında daima bir küçümseme olurdu.
Emekli olduğunda önce kürekli bir sandal aldı. Annemden koparabildiği ilk izin o kadardı. Amacı çok masumdu: köy önlerinde biraz eğlenmek. Sonra 60’lardakine benzer motorlu bir balıkçı teknesi aldı. (1981)
Bu arada devr-i askeri olduğunu hatırlatmak isterim. Sıkıyönetim komutanı Necdet Üruğ, Belediye Başkanı Abdullah Tırtıl Paşa, Necdet Ayaz İstanbul valisiydi. Askeri idare büyüklüğüne bakılmaksızın bütün teknelerin liman kaydının olmasını zorunlu kılmıştı. Bu suretle bizim de bir liman kaydımız ve denizcilik plakamız oldu.
Babam için en büyük keyif sabah erken saatte izmarit avına çıkmaktı. Çoğunlukta Amcazade Hüseyin Paşa yalısının önlerine giderdi. Sabahın sessizliğinde iple çekilerek çalıştırılan bir motorun sesi dere boyunca yankılanırdı. Motor dereden çıkıncaya kadar mümkün olduğunca düşük devirde çalıştırılırdı. Dereden gürültülü çıkış ayıplanırdı. Dereye giriş çıkış bu adap çerçevesinde olurdu.
Son teknemizi aldığımızda İstanbul Siyasal’da öğrenci idim. Israrım üzerine tekneye “liberte” ismini verdik. Bunda Siyasal Düşünceler Tarihi derslerinin etkisi olmalı. Hocamın Murat Sarıca olduğunu belirteyim bu arada. Yazının şablonunu ben yapmıştım. Kartondan. Bu isim küçük bir balıkçı teknesi için abartılıydı aslında. Ama ben öyle olsun istemiştim.
Babam rahmetli emeklilik hayatını köy önlerinde (İskele civarı), akıntısı hiç eksik olmayan Kırmızı Yalı açığında (Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı) ve sarayın önünde (Küçüksu Kasrı) kendi ifadesiyle “eğlenerek” geçirdi. Bu eğlence izmarit ve istavrit avı demekti.
Sonra hepimizi derinden üzen bir hastalığa tutuldu babam. Hayatının sonuna kadar hep yanında olduk. Ama bu zor süreçte tekne ihmal edildi. Bakımsız kaldı. Motorunu söküp eve getirdik.
GÖKSU DERESİ ÜZERİNDEKİ KÖPRÜLER NE ZAMAN YAPILDI?
Günümüzde Göksu Deresinin üzerinde iki köprü vardır. Erken cumhuriyet döneminde yapılmışlardır. Bu civardaki üçüncü köprü Küçüksu üzerindedir. Köprülerin üzerinde inşa tarihleri vardır.
Osmanlı devri resimlerinde köprülerin ahşaptan olduğu görülür. Cumhuriyetin kısıtlı imkanlarını bütün kamu binalarında, hastane ve okullarda hisseder, görürsünüz. Cumhuriyetin gururunu da.
Anadolu ve Rumeli yakasında 30’lara kadar bir sahil yolu yoktu. Ulaşım denizden sağlanırdı. Örneğin Kandilli’den Küçüksu’ya karadan geçmek mümkün değildi. Nedeni Kont Ostrorog Yalısı, Kıbrıslılar Yalısı ve Cemile Sultan Sahil Sarayının arkasındaki ormanlık alanlar bu mülklere dahildi. Özetle yol yoktu. Yolu “Cumhuriyet Hükümeti” yaptı.
30’larda yapılan bu yol Anadoluhisarı’nın içinden geçer. Önceki devirlerden kalma geçiş güzergahı kullanılmıştır. Şöyle sözler duyarsınız. Ecdad yadigarı kale Tek Parti devrinde yıkıldı. Yol yapıldı. Oysa ki bu doğru değildir. Küçüksu Camii ve Toplarönü namazgahına dair çarpıtılmış hikayeler de vardır. Şimdi o bahse girmeyeyim. Sonra yazarım.
Bu iddiaları resim ve gravürleri karşılaştırarak inceledim. En eski resim ve gravürlerde bile ahşap köprü kaleyi delerek iskelenin arkasından çıkıyordu.
Bir de Elisa Zonaro’nun II. Abdülhamit devrinde çektiği resimlerde bir üçüncü çıkış kapısı vardır. Bu da Kızıl Serçe Sokağı yönündedir. Kalenin içinde evler, dükkanlar ve yol olduğu görülür. Cumhuriyet yolu genişletmiş, betonarme köprüyü yeni açılan sahil yoluna bağlamıştır.
Fetihten sonra hisarlar işlevini kaybettikleri için içleri iskan edilmiştir. XX. yüzyılın başında her iki hisar da bakımsızlık yüzünden neredeyse harabeye dönmüş durumdaydı.
Cumhuriyet idaresi asırlarca kendi haline bırakılmış Hisar’ın içinden bir yol geçirdi. Betonarme bir Köprü yaptı. Köprü bugünkü köprüdür. Üzerinden Dere Kahvesinde film çekmekte olan Cüneyt Arkın’ı seyretmeye gittiğim köprüdür bu köprü. (1960’ların sonu)
Yol Hisar iskelesine çıkar. İskele meydanında bir camii vardı. Eski resimlerde minaresi farkedilir. İskelenin hemen arkasında. Cumhuriyet yolu geçirirken camiyi birkaç yüz metre ileriye taşıdı. Adı Fatih Camii’dir. Aslında Sultan Hamit devrinde tadil edilmişti. Bugün yolun sağındaki camii nakledilen bu camidir.
Benzer olaylar 1950’lerdeki imar hareketleri sırasında da oldu. Menderes İstanbul’un bir ortaçağ kentine benzediğini düşünüyordu. Kısmen haklıydı da. Proust planını kendine göre tashih ederek uyguladı. Yüzlerce mescit, türbe yıkıldı. Sur içi İstanbul dümdüz edildi. Karaköy’deki ahşap cami dahil. Hiçbiri nakledilmedi. Tarihe karıştı. Bunlardan hiç söz edilmez.
DERENİN İLERİ KISIMLARINDA BAŞKA NELER VARDIR?
Halat Fabrikasının bittiği yerde Göksu üzerinde ikinci bir köprü daha vardır. İnşa tekniği kalenin yanındaki ile aynıdır.1920’lerin başına tarihlenen resimlerde burada bir ahşap köprü olduğu görülür. Resimlerin arkasından Peksimetçi Salih Efendi Mescidi görünür. Burası Yenimahalledir. Muhacir ve mübadil ailelerin yaşadığı bir yerdir. Burada yerleşimin 1877 Osmanlı-Rus savaşı muhacirlerine kadar gittiğini sanıyorum.
İlkokula giderken dikkatimi çeken bir bina vardı. Köprünün hemen arkasında. Önceleri metruk bir bina idi. İlerdeki çayır Baruthane adıyla anıldığından buranın eski bir baruthane olduğunu, sonra Haydarpaşa gibi büyük bir infılak geçirdiğini düşünürdüm. Binanın sadece iskeleti vardı. Başına büyük bir felaket gelmiş olmalı diye hayal ederdim. Sağlam bir şekilde inşa edildiği bakiyesinden bile belliydi.
Daha sonra bina büyük bir tadilat geçirerek Kuran kursuna çevrildi. Annem beni birkaç yaz bu kursa göndermişti. Osmanlıcayı “Kurana gönderilme” sayesinde kolayca öğrendim. Tabii matbu harfli yazıları. Günay Kut hocadan paleografya dersi alarak biraz daha ilerttim.
Binaya ilişkin gerçek ise benim tahayyül ettiğim gibi değildi. Bina infilak etmiş bir baruthane filan değilmiş. Bir Rum müteşebbis hanım tarafından kurulmuş bir değirmendi. Rum madam (eskiler öyle derler) değirmen için Avrupa’dan dönemin en modern makinelerini getirtmişti. Değirmenin resimlerini internet ortamında görebilmek mümkündür.
İlerde Baruthane çayırı ve Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisine madde olmuş Dört Kardeşler Gazinosu vardır. Çelik Gülersoy’un 1950’lerde çekilmiş bir resmi albüme alınmıştır. Bu resimde Baruthane çayırı ve metruk değirmen görünmektedir.
Dört Kardeşlerde ( yapışık gövdeli dört büyük meşe ağacı vardır) Koçu burada, bir İstanbul Rumunun işlettiği bir gazino olduğunu yazar.
Çelik Bey’in Göksu Ağıtında bahsettiği her şey benim ucundan kıyısından yetiştiğim Göksu’ya aittir.
Göksu Deresi kıvrımlarla Elmalı’ya kadar uzanır. Kenarları bağ, bahçe ve bostanlarla doluydu. Bunlar içinde en çok aklımda kalan mısır ve bakla tarlalarıdır. Buraları ekip biçen aileler çoğunlukla muhacir aileleri idi. Dere boyunca ahırlar vardı. Sütçülük yapılırdı. Takalara istif edilmiş güğümlerle sütler Bebek’e götürülürdü. Sütçülük bence Balkan harbinden sonra başlamıştı. Özal devrine kadar devam etti. Ahırların yerlerini hatırlıyorum.
ATATÜRK’Ü GÖKSU’YA GELİŞİNDE KİMSE TANIMAMIŞTI
Çelik Bey’in kitabına aldığı Kılıç Ali’den bir pasaj var. Ben de burada bahsetmek isterim. Öncelikle Atatürk ve Göksu ile ilgili eskiden beri zihnimde canlandırdığım bir tasavvuru paylaşayım.
Atatürk’ün Harbiye’de küçük bir arkadaş grubu vardı. Bunu biliyoruz. Bunların bir kısmı Manastır’dan beri arkadaşıdır. Ali Fethi, Kazım Özalp gibi. Bu isimlere Ali Fuat İstanbul’da katıldı. Ali Fuat Paşa’nın bu isimler içinde özel bir yeri vardır. Saint Joseph’i bitirdikten sonra Harbiye’ye geçmiştir. Atatürk Harbiye’ye geldiğinde kendisini karşılayan sınıf mümessilidir. Ali Fuat Cebesoy’un babası İsmail Fazıl Paşa’dır. Birinci Meclis’te Bayındırlık Bakanlığı da yapmıştı, Çengelköy’de bir köşkleri vardır. Bu köşkte Atatürk’ün bazı hafta sonlarında kaldığını biliyoruz. İki Harbiyeli birlikte gezerlerdi. Boğaz, Adalar. Ata binerek Alemdağ’daki Abdülaziz köşküne kadar gittikleri de olmuştur.
Atatürk’ün talebeliğinde Göksu’ya geldiğinden emindim. Hatta buralarda kaldığından. Kafamda yazdığım senaryo şöyle idi.
İlkokulu Defterdar Mehmet Bey İlkokulunda okudum. Okula giderken Halat Fabrikasının hemen yanında metruk bir bina vardı. Üzerinde Hotel-Brasserie- Restaurant (Fransızca ve eski harflerle) yazan bu binanın ne olduğunu merak ederdim. Zaman içinde buranın konaklamalı bir otel- restaurant olduğu sonucuna varmıştım.
Burası Göksu-Küçüksu’ya Şirket-i Hayriye vapurlarıyla gelenlerin 1-2 gece konaklayabileceği bir yer olmalıydı. Gerçekten de dere boyunca Rumların işlettiği birkaç yer varmış. Reşat Ekrem Koçu İstanbul Ansiklopedisinde bunlardan söz eder .
İki genç Harbiyeli’nin Mustafa Kemal (Selanik) ve Ali Fuat (Salacak) birlikte burada konakladıklarını düşünürdüm. Hafta sonu rakısının Dimitrakopulo olduğundan eminim.
Şimdi Kılıç Ali’nin Göksu ve Atatürk hikayesine dönebiliriz. 30’ların ortasında olmalı. Atatürk Boğazda bir motor gezintisi yaparken şöyle demiş: Harbiye günlerinden sonra hiç Göksu’ya gelemedim. Herhalde cumhurbaşkanlığı “Ankara”motoru olmalı. Bir kayıkla derede biraz gezmek istemiş. Kayık temin edilmiş. Hisarlı balıkçılar Atatürk’ü tanımamışlar. Dört Kardeşler’e kadar gidilmiş.
Dönerken bir yalı bahçesinde oturmakta olan yaşlı hanımlardan biri tanımış. İçlerinde Devlet-i Ali Osman’dan miras bir “bacı kalfa” da varmış. Kahve içmeye davet etmişler. Atatürk’ün bahçesinde kahve içtiği bu yerin Santuri Ethem Efendi yalısı ile Arap Paşa Konağı arasında bir yalı olduğunu sanıyorum. O gün kandil günü imiş. Atatürk, kadınlar tarafından dualarla uğurlanmış.
GÖKSU DERESİNİN KENARINA HALAT FABRİKASINI KİM KURDU? FABRİKANIN SEMT TARİHİNDEKİ ÖNEMİ NEDİR?
Evimiz Halat Fabrikası’nın arkasından Kavacık’a çıkan yol üzerindedir. Anadolu Hisarı’nın bu arka mahallesi 60’larda oluşmuştu. Daha öncesinde mezarlığın arkasında birkaç konak olduğunu sanıyorum.
Bu mahallenin çocukları sabahları bir fabrika düdüğü ile uyanırlardı. Sanırım bizim düdük dediğimiz ses yoğun basınç altında tutulan su buharının şiddetle tahliye edilmesine dayanıyordu. 6.30 ve 6.50 de iki kez çalardı düdük. Bu Halat Fabrikasının mesaiye çağrı düdüğüdür.
Hatırladığım başka bir şey daha var: fabrikadan dışarıya yayılan makine sesleri. Ritmik seslerdir bu sesler. Belki bir volanın belki bir çarkın dönüşünü dışarıya haber veren.
Bu fabrika Göksu Deresi boyunca Yenimahalle Köprüsüne kadar epey uzun bir alanı kaplar.
Halat Fabrikası’nın Hisar’ın balıkçılarından ve yalı halkından oluşan yerli ahalisi üzerinde pek bir etkisi olmamıştır. Fabrika, muhacir ve mübadillerin yerleştirildiği ve 50’lerden itibaren Anadolu’dan gelenlerin oturduğu arka mahalleleri etkiledi. Onlar için yeni bir dinamik oldu. Bu mahallelerin nüfus yapısını değiştirdi.
Halat Fabrikası erken cumhuriyet döneminde boğazda kurulmuş ve mevcut iktidar döneminde kapanmış çok sayıda fabrikadan biridir. Bir zamanlar Vaniköy’den Beykoz’a kadar bir çok fabrika vardı. Paşabahçe Cam, Paşabahçe Rakı ve İspirto fabrikası, Beykoz Deri Kundura gibi. Şimdi bunların yerinde yeller esiyor.
Çevre yolundan fabrikanın köşesine kadar geldiğinizde hala yerinde duran tabelasını görebilirsiniz. Kendir, Keten ve Halat Fabrikası. Kuruluş tarihi 1934’tür.
Fabrika kömür-steam ile çalışan bir fabrika idi. Kurucularından biri Gündüz Pamuk’tur. Gündüz Bey, Şevketve Orhan Pamuk kardeşlerin babası, SODEP’in kurucularındadır.
Cumhuriyetin ilk burjuvalarından müteşebbis bir zattı. Kendir ve Ketenin ham madde olarak kullanıldığı devirlerde ciddi bir üretim ve istihdam imkanı sağlamıştı. Ben buna şahidim. Fabrikanın seslerinden ve sabahın alacakaranlığında işlerine giden komşularımızdan. Orhan Pamuk, “Babamın Bavulunda” Gündüz Bey’in pek başarılı bir işadamı olmadığını ima eder. Ama benim gözümde Halat Fabrikası Türk sermaye sınıfının başarılı bir yatırımıdır.
Fabrikadan zihnimde hala canlılığını koruyan izler var. Fabrikayı baştan başa geçen bir dekovil hattı vardı. Kömür ve üretilen ürünleri nakletmek için yapılmış olmalı. Dekovil vagonlarının bilyalı tekerlekleri eskiyince kapıda bekleşen çocuklara dağıtılırdı. Tahtadan yapılan kaydıraklar için. Bu dağıtım çocuklar arasında bir “cülus bahşişi” kadar sevinç yaratırdı.
Günümüze ulaşan resimlerden işletmenin geç sanayi devrimi teknolojisi ile çalıştığı anlaşılır. Bu enerjinin kömürle sağlanması demektir. 30’larda zaten sanayii elektriği yoktu. Makineler buhar ile çalışıyordu.
Halat Fabrikası benim için biraz da iğneci Osman’dır. Fabrikanın tek sağlık personeliydi. Tarihteki önemi bana 40 günlük iken ilk penisilin iğnesini yapmış olmasıdır. Osman abi Kore gazisiydi. Menderes ve Demirel hayranıydı. Partizanlıkta sınır tanımazdı. Eczaneler ve hastaneler dışında iğne yapılabilecek hiçbir yerin olmadığı eski Türkiye’de evlere iğne yapmaya gidilirdi. Osman Abi iğne yapmaya geldiğinde ateşli siyaset konuşmaları yapmayı severdi. Bu konuşmalar uzadıkça uzardı. Ocakta sterilize edilmekte olan iğneler ve alkol kokuları arasında “ infazını” bekleyen hasta çocuğun ruh hali ile ilgilenmez; Kore’de Çinlileri nasıl püskürttüklerini ballandırarak anlatırdı.
İğneci Osman’ı eski Türk filmlerinde bazı küçük rollerde görmek mümkündür. Bu roller onun ağzında başrolle eşit kıymete dönüşüverirdi.
Fabrikaya ilişkin iki not daha eklemek isterim. Siyah dumanlar salan epey yüksek bir baca ve su deposu. Depodaki su “steam” için kullanılıyor olmalıydı. Fakat beni şaşırtan bir şey de şuydu. Depodaki su sürekli tahliye edilirdi. Bazen şelale gibi su aktığını hatırlarım.
Fabrikanın ürünlerinin ülkenin her tarafında geniş bir Pazar bulduğundan eminim. Bu ürünler içinde benim için en anlamlı olan ise vapurlarda kullanılan halattır. Boğaz vapurlarıyla 80’lerde okullarına gidenler çımacının “kement” atar gibi büyük bir beceriklikle vapuru iskeleye bağlamasını hatırlarlar. Halatın sağlamlığı beni şaşırtırdı. Vapurla halat arasındaki mücadele her zaman vapurun teslim olması ile sona ererdi.
KIZILSERÇE SOKAĞINDAKİ ARAP PAŞA YALISI’NIN YERİNDE ŞİMDİ NE VAR?
Güzelcehisar ilkokulu 1964 yılında yapılmıştır. XX. Yüzyılın başından o tarihe kadar ilkokul Hisar’da değişik yerlerde faaliyet gösterdi. Fausto Zonaro’nun tablolarında diğer binalardan daha büyük bir yalı-köşk görürsünüz. Bu Arap Paşa yalısıdır. Yalının sahibi II. Abdülhamit devri Mabeyn katiplerinden Arap İzzet Paşa’dır. İstanbul’da bir çok başka mülkü vardı. Örneğin Pangaltı ve Büyükada’da. Troçki’nin adada oturduğu evlerden biri bir zamanlar ona aittir.
İttihatçıların nefret ettiği bir sima idi. Jön Türk Devriminden sonra Mısır’a gitti. 1924’te Kahire’de öldü. Mülkleri uzun süre sahipsiz kaldı. İttihatçılar Göksu deresi üzerindeki yalıyı mektebe çevirdiler.
Türkiye’nin Sorbonne doktoralı ilk kimyacısı Remziye Hisar bu okulda okumuştu. Bina uzun yıllar bakımsız kaldığından 30’larda Küçüksuda (şimdiki öğretmenevi) yeni bir okul yapıldı. Ben de bir süre o okulda okudum .
1964’de İsmet Paşa son başbakanlığı sırasında Küçüksu çayırına gelmiş , kazanlarda pişen mısırlardan kendisine ikram edilmişti. İnönü’nün Küçüksu resimleri vardır. Dünürleri Sohtorikler Komodor Remzi Bey yalısını henüz almamışlardı o tarihte. İsmet Paşa’ya metruk Arap Paşa konağının yeniden okul yapılması için ricada bulunulmuş. Konak yıkıldı. Yerine bugünkü Güzelcehisar İlkokulu yapıldı. Sahildeki bina da Ortaokul oldu. Bu okul Anadoluhisarı Ortaokuludur.
Uzun yıllardır Anadoluhisarında yaşamıyorum. Ama nüfus kaydım Beykoz Anadoluhisarındadır. İlk oyumu Güzelcehisar ilkokulunda (1982) “ret” olarak kullandım.
Okulun geniş bir bahçesi vardır. İlkokulun bahçe duvarına yapışık muhafaza demirleri altında bir türbe vardır. Sürekli mumlar yanan bir türbedir bu. İstanbul’da mum yakma adeti Ortodoks Rumlardan bize geçmiştir.
Ortaokul arkadaşlarımdan ikisi okulun bulunduğu Kızılserçe Sokağında otururlardı. Nejat Yavaşoğullarının evine yakın evlerde. Babaları Hisarlı balıkçılardı.
Bu sokak boyunca biraz ilerleyince Zonara ve Türk ressamlarının tablolarına konu olmuş bir çeşmeye rastlarsınız. Yol yukarıya doğru Muaşşisinan Camii’ne gider. İleriye doğru Kabristan’a çıkar. Santuri Ethem Efendi’nin bir zamanlar yaşadığı mütevazı yalısından hemen sonra binalar biterdi.
ANADOLU HİSARI MEZARLIĞINDA KİMLER VAR?
Anadoluhisarı Mezarlığı Göksu Deresi boyunca uzanır. Mezarlığa defnedilmiş bir çok ünlü kişi vardır. Bunlardan bazılarını aşağıda yazacağım. Bir de benim için özel önemi olan insanlar var elbette. Benim için en önemli kişi ilkokul öğretmenim Hayat Çalışal’dır. Hayat Hocamın evi Remziye Hisar hocaya komşu idi. Otağtepeye çıkan yol üzerinde idi. Göksu Kabristanında da komşular.
Remziye Hisar, ünlü fizikçimiz Feza Gürsey’in annesidir. Feza hoca da annesinin yanındadır.
Şahsen tanıdığım önemli bir sima Vural Altın hocaydı. Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesinin en karizma hocalarından biriydi. Türkiye’nin fen alanında yetiştirdiği en önemli bilim adamlarından biri olduğunu söyleyebilirim.
Geç ama çok güzel bir evlilik yapmıştı. Kısa bir süre sonra “kalp krizinden” vefat etti. Genç yaşta aramızdan ayrıldı. (1950-2012) Anadoluhisarı Camiinden kaldırılan cenazesine iştirak ettim. Eşi hanımefendiye şöyle dediğimi hatırlıyorum:”Türkiye çok büyük bir evladını kaybetti” Bunu büyük bir içtenlikte söylemiştim.
Ankara Fen lisesinden sonra kazandığı devlet bursu ilelisans, yüksek lisans ve doktora öğrenimini UCLA’da yapmıştı. Otağtepe’de otururdu. Kendisini tanıdığım için bahtiyarım.
Ünlü söz yazarı -besteci Fecri Ebcioğlu Anadoluhisarlıdır. Göksu mezarlığında medfundur. Ebcioğlu tam bir hayat adamıydı. Hisar’ın futbol takımında kalecilik de yapmıştır. Muhteşem şarkı sözleri vardır. Bestecidir. Ajdayı Türkiye’ye tanıtan müzik adamıdır. Ebcioğlu’nu en son Dere Kahvesinde sabahın erken saatlerinde görmüştüm. Üniversitede öğrenciydim. (80’ler) Solunum güçlüğü içindeydi. Bir krakeri çayına batırarak kahvaltı ediyordu.
Benim için özel önemi olan insanlardan biri Dr. Sami Uslu’dur. Sami Bey de öğretmenime yakın bir parselde medfundur. Dr. Sami Bey belediye doktoruydu. Eski devrin her şeyden anlayan pratisyen hekimlerinden biriydi. Bana da defalarca bakmış, uzun penisilin kürleri uygulamıştı.
Anadoluhisarında 60’larda bir belediye doktorunun bulunması tuhaf gelebilir. Bunun nedeni 30’larda kurulan İstanbul belediye teşkilatıdır. İstanbul’da mülki ve mahalli idare birleşikti. Valilik ve belediye tek bir idare idi. Bu durum 1961 anayasasına kadar sürdü. Belediye dairelere bölünmüştü. Beykoz’un iki nahiyesinden biri Anadoluhisarı idi. Nahiye müdürünün ofisi Kızılserçe Sokağının köşesindeki binadır. Bir ara İş Bankası şubesi olarak kullanılmıştı.
Belediye tabibliği burada idi. İlkokula kayıt öncesi ilk karma aşımı burada yaptılar. (1965) Belli etmemeye çalışsam da ağlamaklı olduğumu gören otoriter görünümlü ebe-hemşire hanım “erkek olduğumu ve ağlamamam gerektiğini” ihtar etmişti.
Vapurda her zaman gördüğüm Doğan Kuban Hoca İTÜ Mimarlık fakültesinin hocalarındandı. Kuban Türk mimarlık ve sanat tarihi alanında büyük bir otorite idi. Bunun ötesinde tam bir Türk aydını idi. Cumhuriyette ilgiyle okunan deneme yazıları yazardı. Vapurun gelişini “Cumhuriyet” okuyarak beklerdi.
Mehmet Ali Birand da buradadır. Birand tepedeki sitede otururdu. Kendisini hiç görmedim. Mehmet Barlas da aynı sitede otururdu. İskelenin açığında bir tekne refakatinde denize girerken görmüştüm bir keresinde. Birand’ın akrabalarından birinin Hisarın içinde oturduğunu biliyorum.
İki kişiden daha bahsederek kabristan bahsini kapatacağım. Bunlar Osmanlı devrinde yaşamışlardır. Mizancı Murat Bey ve Santuri Ethem Efendi.
Her ikisinin de artık pek az sayıda kalmış olan eski mezar taşları tarafında olmaları gerekirdi. Fakat ikisini de bulamadım. Taşlarının sökülüp götürülmüş olmaları ihtimal dahilindedir. Bu isimler Anadoluhisarında yaşadılar. Ve burada hayata veda ettiler.
MİZANCI MURAT BEY’İN YALNIZLIĞININ SEBEBİ NEYDİ?
Mizancı Murat Bey iskeleye yakın bir yalıda oturan mülkiye profesörüydü. Jön Türk hareketinin tutucu kanadının ideologu sayılır. Öteki kanadı Ahmet Rıza Bey temsil eder. Seküler-batıcı-pozitivist kanat demek istiyorum. İkisi de sefalet içinde öldüler. Mizancı Anadoluhisarı mezarlığında Ahmet Rıza Bey Kandilli’dedir.
Mizancı Murat Bey , Sultan Hamit’e muhalefinde zayıf çıktı. Onunla uzlaştı. Paris’ten geri döndü. Mülkiye’de siyasi tarih profesörlüğü ve Düyunu Umumiye komiserliği görevlerini kabul etti.
Jön Türk devriminde yer almadı. Düşüncelerini monarşi içinde reform olarak yorumlayabiliriz.1917’de yalısında yalnızlık ve fakrü zaruret içinde öldü. Mizancı Murat Bey Yalısı günümüzde Fazilet Hanım yalısı olarak bilinen yalıdır.
SANTURİ ETHEM EFENDİ’NİN HÜZÜN VEREN VEDASI
Öbür sima ise Santuri Ethem Efendi’dir. Onunkisi oldukça hazin bir hikaye. Göksu deresi üzerinde satın aldığı mütevazı bir yalıda yaşıyordu. Ethem Efendi büyük bir sanatçıydı. Santur virtiyözü ve besteciydi. Osmanlı elit sınıfının- sarayın davetlerinde sıklıkla bulunurdu. Yüzlerce bestesi vardır. En çok bilinen şehnaz longadır. Bu muhteşem eserin bestecisinin hayatı çok büyük talihsizliklerle geçmiştir.
Meşrutiyetin iadesinden sonra derenin kenarındaki evinde yaşamaya başlamıştı. 1893’te Fransızların yaptığı ilk Elmalı barajı aşırı yağışlar nedeniyle yıkıldı. Ve derede büyük bir sel baskını oldu. Evi harap oldu. Eserlerinin çoğu kayboldu.
Birinci Dünya Savaşında oğlu şehit oldu. Hayatının sonuna doğru yalnız kaldı. Felçli bir şekilde yaşadığı evinde çıkan bir yangında ağır yaralandı. Ve sonra vefat etti. Son dönem eserlerinin notalarını ezberinden tekrar yazdığı söylenir. Bir kısmı ise kaybolmuştur.
Bundan sonrası benim için çok hüzün vericidir. Büyük bestecinin cenaze namazı iskelenin arkasındaki camide kılındıktan sonra Kızılserçe Sokak’taki evinin önünden geçirilerek hemen yakınlarda bir yere defnedildi.
Bir makalede kendisini pek az kişinin tanıdığını, cemaatinin on kişiyi bile bulmadığını okudum. Çok üzüldüm. Böylesine büyük bir bestecinin yaşadığı semtte hiç farkedilmeden defnedilmesi doğrusu içime dokundu. Fani dünya. Yalnız doğar yalnız ölürsün.
GÖKSU DERESİNİN EN DEĞERLİ TEKNESİ ŞİMDİ NEREDE?
Göksu deresinde suyun debisini belirleyen Elmalı Barajının su tutma seviyesidir. Eski İstanbul’da çok yağmur alan ilkbahar ve sonbaharlar olurdu. Barajda hızla su seviyesi yükselirdi. Birinci Elmalı barajının temeli çok eskidir. 1893. Babam çalıştığı yeri “eski bent” olarak tarif ederdi.
Barajda tutulan su hızla tehlikeli seviyeye çıkabilir. O zaman su tahliye edilmek zorundadır. Savaklardan suyun tahliyesine de barajın su seviyesinin manyetolu telefonla sürekli rapor edilişine de şahit olmuştum. Babamın amirine saygılı “beyefendi” hitapları eşliğinde.
Suyun gücünü tahliye borularından serbest kalışında görürsünüz. Bu biraz ürkütücü bir görüntüdür. Su bazen tedbirsizce bırakılır. İhtiyatsız tahliye derede sele neden olabilir. O zaman deredeki tekneler zarar görür. Biz millet olarak her şeyi unuturuz. Bir süre sonra sel unutulur. Ders alınmaz. Hiçbir tedbir alınmaz.
2000’lerin başında derede büyük bir sel oldu. Ben bunu Santuri Ethem Efendi’nin notalarının kaybolduğu büyük taşkına benzetirim. (1910’lar)
Derede bağlı teknelerden bazıları parçalanmış, bazıları boğaza kadar gitmişti. Bizim teknemiz ise derenin getirdiği alüvyon tortusunun altında kalmıştı. Su o kadar büyük bir güçle gelmişti ki derenin topoğrafyası bile değişmişti.
Sonunda dereyi açmak için gelen iş makineleri yüzlerce yıllık balçığı iki tarafa atarak yeni bir kanal açtığından bizim Liberte tamamen balçığa gömüldü.
Yenimahalle köprüsünden Hisar’a doğru bakarsanız solda 100 metre ilerde son 50 yılın hatıralarıyla uyumakta olan bir tekne vardır. Birkaç metre derinde. O, İdris Bey’in teknesidir. O tekne, benim için “Uluburun batığı” kıymetindedir.
Çok Okunanlar

Güllü'nün kızının ifadesi ortaya çıktı: Annem Roman havası oynarken düştü

Güllü'nün son görüntülerindeki o ayrıntı gündeme oturdu!

Güllü aylar önce sevilen dizide oynamış

Trump Erdoğan'ın o sözlerine çok kızmış

CHP'li Belediye Başkanı partisinden istifa etti

YRP, Gelecek ve Saadet’ten İYİ Parti’ye destek!

Mehmet Yalçınkaya, Çağatay için kararını verdi

CHP'den flaş Meclis ve Erdoğan kararı

Alevilik üzerinden Türklüğe ve Cumhuriyet’e saldırı

Trump-Erdoğan, Bahçeli-TRÇ ittifakı, askeri darbeler ve ABD